EHLI SÜNNET'IN ÖNEMI

 

 

 EHLİ SÜNNET’İN ÖNEMİ

 

 

 

Onlar ki yanlarındaki Tevrat’ta ve ‹ncil’de yazılı bulacakları ümmi haber getirici

(Nebi) olan elçiye uyarlar; o onlara marufu emrediyor münkeri yasaklıyor temiz

şeyleri helal murdar şeyleri haram kılıyor ve onların a¤ır yüklerini üzerlerindeki

zincirleri indiriyor. Ona inananlar destek olup savunanlar yardım edenler

ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.

( A'raf Suresi, 157 )

 

 

 

 

HARUN YAHYA

 

 


 

 

 

 

 

 

Bu kitapta kullanılan ayetler Ali Bulaç'ın hazırladığı

"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.

 

 

Ağustos 2007

 

 

ARAŞTIRMA

YAYINCILIK

 

 

Talatpaşa Mah. Emirgazi Caddesi

İbrahim Elmas İşmerkezi

A Blok Kat 4 Okmeydanı - İstanbul

Tel: (0 212) 222 00 88

 

 

Baskı: Entegre Matbaacılık

Sanayi Cad. No: 17 Yenibosna-İstanbul

Tel: (0 212) 451 70 70

 

 

Bu ki­tap­ta kul­la­nı­lan ayet­ler, Ali Bu­laç'ın ha­zır­la­dı­ğı

"Kur'an-ı Ke­rim ve Türk­çe An­la­mı" isim­li me­al­den alın­mış­tır.

 

 

www.harunyahya.org -www.harunyahya.net

 

 

 


 

İÇİNDEKİLER

 

 

EHL-İ SÜNNET'İN ÖNEMİ

 

KURAN’DA MÜMİNLERİN, PEYGAMBERİMİZ (SAV)’İN

SÜNNETİNE UYMALARI BİLDİRİLMİşTİR

 

EHL-İ SÜNNET İTİKADI ve ESASLARI

 

EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ

 

SÜNNETİN MÜDAFAASI

 

BÜYÜK İSLAM ALİMLERİ ve ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLERİ

 

DİNDE FARZLAR

 

PEYGAMBERİMİZ (SAV)’İN HAYATINDAN GÜZEL ÖRNEKLER

 

ÜMMETİN TEK KURTULUŞ YOLU:

FIRKA-İ NACİYE

 

AHİR ZAMAN ve MÜJDELENEN EHLİ SÜNNET

 

DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ


OKU­YU­CU­YA

 

 

Bu ki­tap­ta ve di­ğer ça­lış­ma­la­rı­mız­da ev­rim te­ori­si­nin çö­kü­şü­ne özel bir yer ay­rıl­ma­sı­nın ne­de­ni, bu te­ori­nin her tür­lü din aleyh­ta­rı fel­se­fe­nin te­me­li­ni oluş­tur­ma­sı­dır. Ya­ra­tı­lı­şı ve do­la­yı­sıy­la Al­lah'ın var­lı­ğı­nı in­kar eden Dar­wi­nizm, 150 yıl­dır pek çok in­sa­nın ima­nı­nı kay­bet­me­si­ne ya da kuş­ku­ya düş­me­si­ne ne­den ol­muş­tur. Do­la­yı­sıy­la bu te­ori­nin bir al­dat­ma­ca ol­du­ğu­nu göz­ler önü­ne ser­mek çok önem­li bir ima­ni gö­rev­dir. Bu önem­li hiz­me­tin tüm in­san­la­rı­mı­za ulaş­tı­rı­la­bil­me­si ise zo­run­lu­dur. Ki­mi oku­yu­cu­la­rı­mız bel­ki tek bir ki­ta­bı­mı­zı oku­ma im­ka­nı bu­la­bi­lir. Bu ne­den­le her ki­ta­bı­mız­da bu ko­nu­ya özet de ol­sa bir bö­lüm ay­rıl­ma­sı uy­gun gö­rül­müş­tür.

Be­lir­til­me­si ge­re­ken bir di­ğer hu­sus, bu ki­tap­la­rın içe­ri­ği ile il­gi­li­dir. Ya­za­rın tüm ki­tap­la­rın­da ima­ni ko­nu­lar Ku­ran ayet­le­ri doğ­rul­tu­sun­da an­la­tıl­mak­ta, in­san­lar Al­lah'ın ayet­le­ri­ni öğ­ren­me­ye ve ya­şa­ma­ya da­vet edil­mek­te­dir­ler. Al­lah'ın ayet­le­ri ile il­gi­li tüm ko­nu­lar, oku­ya­nın ak­lın­da hiç­bir şüp­he ve­ya so­ru işa­re­ti bı­rak­ma­ya­cak şe­kil­de açık­lan­mak­ta­dır.

Bu an­la­tım sı­ra­sın­da kul­la­nı­lan sa­mi­mi, sa­de ve akı­cı üs­lup ise ki­tap­la­rın ye­di­den yet­mi­şe her­kes ta­ra­fın­dan ra­hat­ça an­la­şıl­ma­sı­nı sağ­la­mak­ta­dır. Bu et­ki­li ve ya­lın an­la­tım sa­ye­sin­de, ki­tap­lar "bir so­luk­ta oku­nan ki­tap­lar" de­yi­mi­ne tam ola­rak uy­mak­ta­dır. Di­ni red­det­me ko­nu­sun­da ke­sin bir ta­vır ser­gi­le­yen in­san­lar da­hi, bu ki­tap­lar­da an­la­tı­lan ger­çek­ler­den et­ki­len­mek­te ve an­la­tı­lan­la­rın doğ­ru­lu­ğu­nu in­kar ede­me­mek­te­dir­ler.

Bu ki­tap ve ya­za­rın di­ğer eser­le­ri, oku­yu­cu­lar ta­ra­fın­dan biz­zat oku­na­bi­le­ce­ği gi­bi, kar­şı­lık­lı bir soh­bet or­ta­mı şek­lin­de de oku­na­bi­lir. Bu ki­tap­lar­dan is­ti­fa­de et­mek is­te­yen bir grup oku­yu­cu­nun ki­tap­la­rı bi­ra­ra­da oku­ma­la­rı, ko­nuy­la il­gi­li ken­di te­fek­kür ve tec­rü­be­le­ri­ni de bir­bir­le­ri­ne ak­tar­ma­la­rı açı­sın­dan ya­rar­lı ola­cak­tır.

Bu­nun ya­nın­da, sa­de­ce Al­lah rı­za­sı için ya­zıl­mış olan bu ki­tap­la­rın ta­nın­ma­sı­na ve okun­ma­sı­na kat­kı­da bu­lun­mak da bü­yük bir hiz­met ola­cak­tır. Çün­kü ya­za­rın tüm ki­tap­la­rın­da is­pat ve ik­na edi­ci yön son de­re­ce güç­lü­dür. Bu se­bep­le di­ni an­lat­mak is­te­yen­ler için en et­ki­li yön­tem, bu ki­tap­la­rın di­ğer in­san­lar ta­ra­fın­dan da okun­ma­sı­nın teş­vik edil­me­si­dir.

Ki­tap­la­rın ar­ka­sı­na ya­za­rın di­ğer eser­le­ri­nin ta­nı­tım­la­rı­nın ek­len­me­si­nin ise önem­li se­bep­le­ri var­dır. Bu sa­ye­de ki­ta­bı eli­ne alan ki­şi, yu­ka­rı­da söz et­ti­ği­miz özel­lik­le­ri ta­şı­yan ve oku­mak­tan hoş­lan­dı­ğı­nı um­du­ğu­muz bu ki­tap­la ay­nı va­sıf­la­ra sa­hip da­ha bir­çok eser ol­du­ğu­nu gö­re­cek­tir. İma­ni ve si­ya­si ko­nu­lar­da ya­rar­la­na­bi­le­ce­ği zen­gin bir kay­nak bi­ri­ki­mi­nin bu­lun­du­ğu­na şa­hit ola­cak­tır.

Bu eser­ler­de, di­ğer ba­zı eser­ler­de gö­rü­len, ya­za­rın şah­si ka­na­at­le­ri­ne, şüp­he­li kay­nak­la­ra da­ya­lı izah­la­ra, mu­kad­de­sa­ta kar­şı ge­re­ken ada­ba ve say­gı­ya dik­kat et­me­yen üs­lup­la­ra, bur­kun­tu ve­ren ümit­siz, şüp­he­ci ve ye'se sü­rük­le­yen an­la­tım­la­ra rast­la­ya­maz­sı­nız.

1. EHL-İ SÜNNET KİMDİR?

 

 

Ehl-i Sün­net de­mek, Kur'an ve sün­ne­tin öğ­ret­ti­ği şe­kil­de ina­nan ve ya­şa­yan Müs­lü­man­lar de­mek­tir. Ebe­di kur­tu­lu­şa ve­si­le ola­cak ima­nı bil­mek ve Al­la­hu Te­ala'yı ta­nı­mak, an­cak Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­na sa­hip ol­mak­la müm­kün­dür. Sün­ne­te uy­mak için Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Ku­ran'a da­ir uy­gu­la­ma­la­rı­nı ve As­hab-ı Ki­ram'ı ta­nı­yıp, ta­kip et­mek ge­re­kir. Çün­kü on­lar, bi­zim­le sünnet ara­sın­da bir köp­rü va­zi­fe­si gör­mek­te­dir.

İman ve İs­lam ko­nu­sun­da As­hab'ın ye­ri­ni ve ge­re­ği­ni Al­lah Re­su­lü (sav) Efen­di­miz şöy­le be­lirt­miş­tir:

"Üm­me­tim yet­miş üç fır­ka­ya ay­rı­la­cak; bi­ri­si ha­riç di­ğer hep­si Ce­hen­nem'de ola­cak" Ora­da­ki­ler, hay­ret­le: "O kur­tu­la­cak grup han­gi­si­dir Ya Re­su­lul­lah" di­ye sor­du­lar, Efen­di­miz (s.a.v): "Be­nim ve As­ha­bı­mın yo­lun­da olan­lar." bu­yur­du. (Tir­mi­zi, İman; 18)

Bu kur­tu­lan fır­ka­ya "Fır­ka-i Na­ci­ye" (se­la­me­te ka­vu­şan­lar) de­nir. Bu fır­ka­nın bir di­ğer is­mi de "Ehl-i Sün­net ve'l-Ce­ma­at" (Pey­gam­be­rin ve onun As­ha­bı­nın yo­lun­da olan­lar) fır­ka­sı­dır.

İti­kad ve amel­de bü­tün hak mez­hep­le­rin bu­luş­tu­ğu nok­ta Kur'an ve sün­ne­tin çiz­di­ği nok­ta­dır. Bu mez­hep­le­rin bü­tün ça­ba­la­rı Al­la­hu Te­ala'nın ve Re­su­lü­nün (sav) mu­ra­dı­nı an­la­mak, an­lat­mak ve ya­şa­mak­tır.

Ehl-i Sün­net an­la­yı­şı­nı an­la­tır­ken Se­le­fi­li­ği de an­lat­mak ge­re­kir. Se­le­fi­lik adı, ha­lef-se­lef­ten ge­lir ve se­lef, Hz. Pey­gam­ber (sav)'e en gü­zel şe­kil­de uyan ilk nes­le ve on­la­rı gü­zel­ce ta­kip eden­le­re ve­ri­len ge­nel bir isim­dir. Se­lef aki­de­si iti­ka­di mez­hep­le­rin or­ta­ya çık­ma­sın­dan ön­ce­ki Müs­lü­man­la­rın aki­de­si­dir. Ya­ni As­hab-ı Ki­ram'ın ve Ta­bi­in (As­ha­bı gö­rüp on­lar­dan feyz alan) nes­li­nin aki­de­si­dir. Bu mez­he­bin te­mel an­la­yı­şı, ayet ve ha­dis­le­rin ver­di­ği ha­ber­le­ri ol­du­ğu gi­bi ka­bul et­mek­tir. Da­ha son­ra­la­rı Müs­lü­man­la­rın ara­sın­da iti­kat ala­nın­da iki hak mez­hep doğ­muş­tur. Bun­lar, Ma­tu­ri­diy­ye ile Eş'ariy­ye mez­hep­le­ri­dir.

Ma­tu­ri­diy­ye mez­he­bi­nin ku­ru­cu­su İmam Ma­tu­ri'dir (rah). Tam adı Mu­ham­med b. Mu­ham­med'dir. Kün­ye­si Ebu Man­sur olup, da­ha çok Ebu Man­sur Ma­tu­ri­di di­ye anı­lır. Hic­ri 238, Mi­la­di 852 ta­ri­hin­de Se­mer­kand'ın Ma­tu­rid kö­yün­de doğ­muş­tur. Doğ­du­ğu ye­re nis­bet edi­le­rek "Ma­tu­ri­di" di­ye anıl­mak­ta­dır. Hic­ri 333, Mi­la­di 944 ta­ri­hin­de yi­ne Se­mer­kand'ta ve­fat et­miş­tir. Ge­nel usu­lü, va­hiy­le bir­lik­te ak­lı da kul­lan­mak ve ge­rek­ti­ğin­de ayet ve ha­dis­le­ri akıl­la yo­rum­la­mak­tır. Ha­ne­fi­ler ve Türk­le­rin ço­ğu iti­kat­ta Ma­tu­ri­di mez­he­bi­ni be­nim­se­miş­ler­dir.

Eş'ariy­ye mez­he­bi­nin ima­mı Ebu'l-Ha­sen el-Eş'ari'dir. Asıl adı Ali b. İs­ma­il olup, Hic­ri 260, Mi­la­di 873 ta­ri­hin­de Bas­ra'da doğ­muş­tur. Ne­se­bi, As­hab-ı Ki­ram'dan Hz. Ebu Mu­sa el-Eş'ari'ye ulaş­tı­ğı için ona nis­bet­le "Eş'ari" di­ye anıl­mış­tır. Hic­ri 324, Mi­la­di 936 ta­ri­hin­de Bağ­dat'ta ve­fat et­miş­tir. Amel­de şa­fii mez­he­bi­ne bağ­lı ol­du­ğu için iti­ka­di gö­rüş­le­ri da­ha çok şa­fi­iler ara­sın­da be­nim­se­nip ya­yıl­mış­tır. Ma­li­ki­ler de iti­kat­ta bu mez­he­bi be­nim­se­miş­ler­dir. Ma­tu­ri­di­ler ile Eş'a­ri­ler, çok az ko­nu­da fark­lı gö­rüş­le­re sa­hip­tir­ler.

Ma­tu­ri­diy­ye ve Eş'a­riy­ye mez­hep­le­ri Ehl-i Sün­net inan­cı­nı tem­sil et­mek­te­dir. Bun­lar­dan baş­ka bir çok iti­ka­di gö­rüş ve mez­hep­ler or­ta­ya çık­mış­tır. Bun­la­rın ba­şın­da Ha­ri­ciy­ye, Mu'­te­zi­le, Mür­cie, Ceb­riy­ye ve Mü­şeb­bi­he grup­la­rı ge­lir. Bun­la­rın da bir çok kol­la­rı mev­cut­tur. Bu grup­lar Ehl-i Sün­net'i tem­sil et­me­mek­te­dir.

Ehl-i Sün­net'in için­de fark­lı mez­hep­le­rin hep­si hak da­ire­de­dir ve doğ­ru yol üze­rin­de­dir. Ara­la­rın­da­ki fark­lı­lık fit­ne de­ğil, rah­met ola­cak şe­kil­de­dir. Onun için bir mez­he­be bağ­lı mü­min, di­ğer hak mez­he­bi de tas­dik et­me­li­dir.

Fı­kıh ve İti­kad ala­nın­da or­ta­ya çı­kan hak mez­hep­ler Ku­ran ve sünnet çiz­gi­sin­den ay­rıl­maz­lar. Mez­hep, ye­ni bir din de­ğil, di­ni­mi­zin iti­kat, iba­det, ah­lak ve ter­bi­ye ala­nın­da hiz­met ve­ren kol­la­rı­dır. Di­nin as­lı na­sıl­sa o şe­kil­de bir an­la­yış­la ifa­de edil­me­si­dir. Hep­si cid­di bir ih­ti­yaç­tan or­ta­ya çık­mış­tır. Hep­si­nin kay­na­ğı Ku­ran ve sünnet­tir.

Bir mü­min iti­ka­dı­nı dü­şün­dü­ğü gi­bi, fık­hı­nı ve ah­la­kı­nı da dü­şün­mek zo­run­da­dır. Çün­kü her bi­ri­si di­ğe­ri­nin par­ça­sı ve ta­mam­la­yı­cı­sı­dır. Fı­kıh in­sa­nın, ha­ya­tı­nın her ala­nın­da ken­di le­hin­de­ki ve aley­hin­de­ki­le­ri bil­me­si de­mek­tir. Din; iman, iba­det ve gü­zel ah­lak­tan oluş­mak­ta­dır.

 

 

 


KU­RAN'DA MÜ­MİN­LE­RİN,

PEY­GAM­BE­Rİ­MİZ (SAV)'İN SÜN­NE­Tİ­NE

UY­MA­LA­RI BİL­Dİ­RİL­MİŞ­TİR

 

 

Ön­ce­lik­le bi­lin­me­li­dir ki, sünnet, Ku­ran'dan ay­rı ola­maz. Sün­net; Ku­ran'ın, son pey­gam­ber, alem­le­re rah­met, bü­yük ah­lak sa­hi­bi, mü­min­le­re pek düş­kün, on­la­rın sı­kın­tı­ya düş­me­si ken­di­si­ne çok ağır ge­len, iman eden­le­rin ağır yük­le­ri­ni, üzer­le­rin­de­ki ta­as­sup zin­cir­le­ri­ni kal­dı­ran, Al­lah (cc)'ın el­çi­si Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) ta­ra­fın­dan yo­rum­la­na­rak ha­ya­ta ge­çi­ril­me­si­dir.

Bu açık­la­ma­lar ol­ma­dan Ku­ran'ın an­la­şıl­ma­sı ve ha­ya­ta ge­çi­ril­me­si müm­kün ol­maz. Ör­ne­ğin, Ku­ran mü­min­le­re; di­ğer mü­min­le­re kar­şı şef­kat­li ol­ma­yı, gü­zel söz söy­le­me­yi, te­va­zu­lu dav­ran­ma­yı em­ret­miş­tir. İyi­li­ği em­ret­me­yi, kö­tü­lük­ten me­net­me­yi, İs­lam ah­la­kı­nı tüm in­san­la­ra teb­liğ et­me­yi farz kıl­mış­tır. Te­miz­li­ği şart koş­muş­tur. An­cak bun­la­rın na­sıl ha­ya­ta na­sıl ge­çi­ri­le­ce­ği Ku­ran'da be­lir­li bir şe­kil­de an­la­tı­lır. Mü­min, tüm bun­la­rın na­sıl ve ne öl­çü­de uy­gu­la­na­ca­ğı­na da­ir ör­nek­le­ri Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tın­da­ki uy­gu­la­ma­lar ve­si­le­siy­le öğ­re­nir.

Ku­ran'da Yü­ce Rab­bi­miz şu hük­mü ve­rir:

 

An­dol­sun, si­zin için, Al­lah'ı ve ahi­ret gü­nü­nü uman­lar ve Al­lah'ı çok­ça zik­re­den­ler için Al­lah'ın Re­sû­lü'nde gü­zel bir ör­nek var­dır. (Ah­zap Su­re­si, 21)

 

Re­su­lul­lah (sav), tüm in­san­lar için en gü­zel ör­nek­tir. Mü­min, Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­ne ba­kar ve uy­gu­la­ma­la­rı on­dan öğ­re­nir. Ni­te­kim sünnete ba­kıl­dı­ğın­da he­men gö­rü­lür ki, Re­su­lul­lah (sav) üm­me­ti­ne her ko­nu­yu öğ­ret­miş, on­la­rın iz­zet ve şe­re­fle­ri­ne ya­ra­şır dav­ra­nış­la­rı gös­ter­miş­tir. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in tüm ha­ya­tın­da, en kü­çük ay­rın­tı­yı bi­le ih­mal et­me­me de­re­ce­sin­de bir cid­di­yet, so­rum­lu­luk ve has­sa­si­yet gö­rül­mek­te­dir. Bu du­rum, Re­su­lul­lah (sav)'ın üm­me­ti­ne Ku­ran ile bir­lik­te bir de "hik­met"i öğ­ret­mek­te olu­şu­nun bir so­nu­cu­dur. Bir ayet­te Yü­ce Rab­bi­miz şöy­le bu­yu­rur:

 

"An­dol­sun ki Al­lah, mü'min­le­re, iç­le­rin­de ken­di­le­rin­den on­la­ra bir pey­gam­ber gön­der­mek­le lü­tuf­ta bu­lun­muş­tur. (Ki O) On­la­ra ayet­le­ri­ni oku­yor, on­la­rı arın­dı­rı­yor ve on­la­ra Ki­ta­bı ve hik­me­ti öğ­re­ti­yor. On­dan ön­ce ise on­lar apa­çık bir sa­pık­lık için­dey­di­ler." (Al-i İm­ran Su­re­si, 164)

 

Sünneti Terk Etme Tehlikesi di­nin el­den çı­kı­şı sünnetin ter­kiy­le baş­lar. Ha­lat na­sıl lif lif ko­pup par­ça­la­nır­sa, din de sünnetin bi­rer bi­rer ter­kiy­le or­ta­dan kal­kar. (Sü­nen-i Da­ri­mi, Mu­kad­di­me, 16)

İs­lam ta­ri­hin­de bir­çok dö­nem­de çe­şit­li sap­ma­lar ya­şan­mış­tır. Fark­lı mez­hep­ler, İs­lam'ın özün­den uzak­la­şa­rak çe­şit­li sap­kın iti­kat­la­ra sa­hip ol­muş­lar, sap­kın uy­gu­la­ma­la­ra gi­riş­miş­ler­dir.

Re­su­lul­lah (sav)'a bi­at eden, Al­lah (cc)'a bi­at et­miş­tir. Bu İla­hi ku­ral­la il­gi­li ola­rak Rab­bi­miz, baş­ka bir ayet­te şöy­le bu­yu­rur:

 

"Kim Re­sul'e ita­at eder­se, ger­çek­te Al­lah'a ita­at et­miş olur..." (Ni­sa Su­re­si, 80)

 

Bu ayet­ten "Re­su­lul­lah (sav)'a ita­at" kav­ra­mı­nın ne ka­dar önem­li ol­du­ğu­nu an­lı­yo­ruz. İş­te bu kav­ra­mın öne­mi, Re­su­lul­lah (sav)'ın, az ön­ce de­ğin­di­ği­miz "ör­nek ol­ma" vas­fı­nın ya­nın­da, ikin­ci bir vas­fın­dan, "hü­küm ko­yu­cu" özel­li­ğin­den kay­nak­lan­mak­ta­dır. Ku­ran gös­ter­mek­te­dir ki, Re­su­lul­lah (sav)'ın emir­le­ri­ne ve koy­du­ğu ku­ral­la­ra uy­mak, ay­nı Al­lah (cc)'ın ki­ta­bın­da­ki ayet­le­re uy­mak gi­bi farz­dır. Ni­te­kim bir baş­ka ayet­te, Re­su­lul­lah (sav)'ın söz ­ko­nu­su ya­sak­la­ma ve em­ret­me yet­ki­le­ri hak­kın­da Rab­bi­miz şöy­le bu­yu­ru­yor:

 

"On­lar ki, yan­la­rın­da­ki Tev­rat'ta ve İn­cil'de (ge­le­ce­ği) ya­zı­lı bu­la­cak­la­rı üm­mi ha­ber ge­ti­ri­ci (Ne­bi) olan el­çi­ye (Re­sul) uyar­lar; O, on­la­ra ma­ru­fu (iyi­li­ği) em­re­di­yor, mün­ke­ri (kö­tü­lü­ğü) ya­sak­lı­yor, te­miz şey­le­ri he­lal, mur­dar şey­le­ri ha­ram kı­lı­yor ve on­la­rın ağır yük­le­ri­ni, üzer­le­rin­de­ki zin­cir­le­ri in­di­ri­yor. Ona ina­nan­lar, des­tek olup sa­vu­nan­lar, yar­dım eden­ler ve onun­la bir­lik­te in­di­ri­len nu­ru iz­le­yen­ler; iş­te kur­tu­lu­şa eren­ler bun­lar­dır." (Araf Su­re­si, 157)

 

Rab­bi­miz bir di­ğer ayet­te ise şöy­le bu­yu­ru­yor:

 

"... Re­sul si­ze ne ve­rir­se ar­tık onu alın, si­zi ne­den sa­kın­dı­rır­sa ar­tık on­dan sa­kı­nın ve Al­lah'tan kor­kun..." (Haşr Su­re­si, 7)

 

Bu ayet­ler, Pey­gam­ber (sav)'in, Ku­ran'da ha­ram kı­lın­mış olan şey­le­rin dı­şın­da da ba­zı şey­le­ri üm­me­ti­ne ya­sak­la­ya­bi­le­ce­ği­ni gös­ter­mek­te­dir. Bu ne­den­le­dir ki, Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir ha­di­sin­de şöy­le bu­yu­rur:

"Sizi bir şeyden men ettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin." (Buhari, İ'tisam, 2)

Başka ayetlerde de Hz. Peygamber (sav)'in söz konusu "hüküm koyucu" özelliği haber verilir. Müminlerin uzlaşamadıkları herhangi bir konu, iman edenler tarafından Resulullah (sav)'a götürülür ve en hayırlı sonuç bu şekilde elde edilir:

 

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir." (Nisa Suresi, 59)

 

Resulullah (sav)'ın söz konusu hüküm verici özelliği o denli kesindir ki, Allah (cc), müminlerin bu hükme kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan seve seve itaat etmelerini bildirmiştir:

 

"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." (Nisa Suresi, 65)

Bir başka ayette, Resulullah (sav)'ın hükmünün kesinliği şu şekilde haber verilir:

 

"Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır." (Ahzab Suresi, 36)

 

Resulullah (sav)'ın bu "hüküm verici" vasfına karşı çıkmak, onun ver­di­ği hük­me kar­şı gel­mek ise in­kar­cı­lık­tır:

 

"Kim ken­di­si­ne 'dos­doğ­ru yol' apa­çık bel­li ol­duk­tan son­ra, el­çi­ye mu­ha­le­fet eder­se ve mü'min­le­rin yo­lun­dan baş­ka bir yo­la uyar­sa, onu dön­dü­ğü şey­de bı­ra­kı­rız ve ce­hen­ne­me so­ka­rız. Ne kö­tü bir ya­tak­tır o!..." (Ni­sa Su­re­si, 115)

 

Pey­gam­ber (sav)'in hü­küm ko­yu­cu­lu­ğu ve ör­nek ol­ma vas­fı, Ku­ran'da bu den­li muh­kem bir bi­çim­de açık­lan­mış­ken, Re­su­lul­lah (sav)'ın sünnetin­den yüz çe­vir­me­yi sa­vun­mak, kuş­ku­suz Ku­ran'a ay­kı­rı bir dü­şün­ce­dir. Her yap­tı­ğı iş­te ve her em­rin­de O'na uy­mak, İs­lam'a uy­ma­nın ken­di­si­dir. O'nun sünnetin­den uzak­laş­mak ise İs­lam'ın ha­ki­ka­tin­den uzak­laş­mak­tır.

Ni­te­kim As­hab-ı Ki­ram da öy­le yap­mış, her iş­le­rin­de Ku­ran'la bir­lik­te Ku­ran'ın ha­ya­ta geç­miş ha­li olan Re­su­lul­lah (sav)'e uy­muş­lar­dır. Bir sa­ha­be­den şu söz ak­ta­rı­lır:

"Biz hiç bir şey bil­mez­ken Al­lah bi­ze Mu­ham­med'i (sav) pey­gam­ber ola­rak gön­der­di. Biz, Mu­ham­med'i ne­yi, na­sıl ya­par­ken gör­müş­sek, onu öy­le­ce ya­pa­rız." (Ne­sâî, "Tak­sî­ru'ssa­lât", 3/117; Ibn Mâ­ce, 1/339, Hâ­kim, "Müs­ted­rek", 1/208)

Şu hal­de, "Kur'an'a dö­ne­lim, sünnete ih­ti­ya­cı­mız yok" dü­şün­ce­si­nin İs­lam'a uy­gun bir dü­şün­ce ol­ma­dı­ğı ve İs­lam'ı bil­me­mek­ten kay­nak­lan­dı­ğı or­ta­da­dır. Bu gö­rü­şün sa­hip­le­ri, bir köş­ke gir­mek is­te­yen fa­kat, ka­pı­sı­nı aça­bi­le­cek­le­ri anah­ta­rı kul­lan­ma­yı is­te­me­yen kim­se­le­re ben­ze­mek­te­dir­ler. Sün­ne­tin, ken­di­si­ne sa­rı­lan­la­rı kur­tar­dı­ğı ke­sin­dir.

Ta­bi­în (As­ha­bı gö­rüp on­lar­dan feyz alan) mü­fes­sir­le­rden olan Dah­hak İb­ni Mü­za­him şöy­le der: "Cen­net ile sünnet ay­nı ko­num­da­dır. Zi­ra ahi­ret­te cen­ne­te gi­ren, dün­ya­da sünnete sa­rı­lan kur­tu­lmuş­tur." (Tef­si­r-i Kur­tu­bi, XI­II/365)

İmam Ma­lik de sünneti, Nuh aley­his­se­la­mın ge­mi­si­ne ben­zet­miş ve "Kim ona bi­ner­se, kur­tu­lur, kim bin­mez­se bo­ğu­lur." (Su­yu­ti, Mif­ta­hu'l Cen­ne, s.53-54) de­miş­tir.

Sün­net o den­li bü­yük bir kur­tu­luş yo­lu­dur ki, Ku­ran'da Rab­bi­miz, Re­su­lul­lah (sav)'ın emir ve ya­sak­la­rı­nın "in­san­la­ra ha­yat ve­re­cek şey­ler" ol­du­ğu­nu bil­dir­miş­tir:

 

"Ey iman eden­ler, si­ze ha­yat ve­re­cek şey­le­re si­zi ça­ğır­dı­ğı za­man, Al­lah'a ve Re­sû­lü'ne ica­bet edin. Ve bi­lin ki mu­hak­kak Al­lah, ki­şi ile kal­bi ara­sı­na gi­rer ve siz ger­çek­ten O'na gö­tü­rü­lüp top­la­na­cak­sı­nız." (En­fal Su­re­si, 24)

 

Din, Ku­ran ve Re­su­lul­lah (sav)'la bir­lik­te bir bü­tün­dür. Bi­ri­nin ek­sil­me­si söz­ko­nu­su ola­maz. Re­su­lul­lah (sav)'ın ör­nek dav­ra­nış­la­rı­nı, öğ­ret­ti­ği hik­met­le­ri ve ver­di­ği hü­küm­le­ri bi­ze ulaş­tı­ran kay­nak ise sünnettir, Eh­l-i Sün­net iti­ka­dı­dır.

 

Pey­gam­ber­ler Mü­min­le­ri Ha­yat

Ve­re­cek Yo­la Ça­ğı­rır­lar

 

Ey iman eden­ler, si­ze ha­yat ve­re­cek şey­le­re si­zi ça­ğır­dı­ğı za­man, Al­lah'a ve Re­sû­lü'ne ica­bet edin. Ve bi­lin ki mu­hak­kak Al­lah, ki­şi ile kal­bi ara­sı­na gi­rer ve siz ger­çek­ten O'na gö­tü­rü­lüp top­la­na­cak­sı­nız. (En­fal Su­re­si, 24)

 

İn­san­lık ta­ri­hi­ne ba­kıl­dı­ğın­da ha­ya­tın pey­gam­ber­le baş­la­dı­ğı gö­rü­lür. Çün­kü bir pey­gam­ber ol­ma­dan din ah­la­kı­nın an­la­şıl­ma­sı ve uy­gu­lan­ma­sı müm­kün de­ğil­dir. Bu yüz­den her üm­me­te yol gös­te­ri­ci ola­rak bir el­çi gön­de­ril­miş­tir.

Al­lah (cc), di­ğer pey­gam­ber­le­r gi­bi Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'i de mü­kem­mel bir din, dos­doğ­ru bir yol üze­rin­de gön­der­miş­tir. Ve O'nu kı­ya­me­te ka­dar bü­tün in­san­lı­ğa pey­gam­ber kıl­mış­tır. O'na ita­at, O'na say­gı ve sev­gi, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ya­şam tar­zı­nı uy­gu­la­ma ve sünneti­ni ye­ri­ne ge­tir­me ina­nan­lar için bir so­rum­lu­luk­tur.

Ni­te­kim, Ku­ran'da pey­gam­be­re ita­at, Al­lah (cc)'a ita­at ile bir­lik­te de­ğer­len­di­ril­mek­te­dir. Mü­min­le­re an­laş­maz­lı­ğa düş­tük­le­ri ko­nu­lar­da ken­di­le­ri­ne yol gös­te­ri­ci ola­rak Ku­ran'ı ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnetle­ri­ni al­ma­la­rı em­re­dil­miş­tir. Ku­ran-ı Ke­rim'de bu ko­nu ile il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yu­rul­mak­ta­dır:

 

"Ha­yır öy­le de­ğil; Rab­bi­ne an­dol­sun, ara­la­rın­da çe­kiş­tik­le­ri şey­ler­de se­ni ha­kem kı­lıp son­ra se­nin ver­di­ğin hük­me iç­le­rin­de hiç bir sı­kın­tı duy­mak­sı­zın tam bir tes­li­mi­yet­le tes­lim ol­ma­dık­ça iman et­miş ol­maz­lar." (Ni­sa Su­re­si, 65)

 

Bu ayet­ten de açık­ça an­la­şıl­dı­ğı gi­bi Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in uy­gu­la­ma­la­rı, Ku­ran gi­bi ke­sin ve ha­ta­sız bir hü­küm kay­na­ğı­dır. Çün­kü sünnet Ku­ran'ın yo­ru­mu, açık­lan­ma­sı ve ha­ya­ta ge­çi­ril­me­si­nin di­ğer adı­dır. Bu yüz­den Ku­ran'ın ha­ya­ta dö­nüş­tü­rül­müş şek­li olan Pey­gam­be­r Efen­di­miz (sav)'in Sün­net-i Se­niy­ye­si ko­nu­sun­da mü­min er­kek ve ka­dın­lar için her­han­gi bir te­vil ge­tir­me ve ita­at­siz­lik et­me hak­kı yok­tur.

 

"Al­lah ve Re­su­lü, bir işe hük­met­ti­ği za­man, mü­min bir ka­dın ve mü­min bir er­kek için o iş­te ken­di is­tek­le­ri­ne gö­re seç­me hak­kı yok­tur. Kim Al­lah'a ve Re­su­lü­ne is­yan eder­se ar­tık ger­çek­ten o apa­çık bir sa­pık­lık­la sap­mış­tır." (Ah­zab Su­re­si, 36)

 

Bu ko­nu ile il­gi­li di­ğer bir ayet­te Rab­bi­miz şöy­le bu­yu­rur:

 

"Ara­la­rın­da hük­met­me­si için, Al­lah'a ve el­çi­si­ne çağ­rıl­dık­la­rı za­man, mü'min olan­la­rın sö­zü, "işit­tik ve itaat et­tik" de­me­le­ri­dir. İş­te fe­la­ha ka­vu­şan­lar bun­lar­dır." (Nur Su­re­si, 51)

 

Ku­ran'da Re­su­lul­lah (sav)'a ita­ati ko­nu alan tüm ayet­ler­de ita­atin mü­min­ler üze­rin­de bir zo­run­lu­luk ol­du­ğu an­la­tıl­mış­tır. Bu yüz­den Pey­gam­ber (sav), uy­gu­la­ma­la­rın­da ma­sum­dur ve bu uy­gu­la­ma­lar Al­lah (cc)'ın ko­ru­ma­sı al­tın­da­dır. Di­ğer bir de­yiş­le, sünnet kap­sa­mı içe­ri­si­ne alı­nan her şey as­lın­da vah­ye da­ya­lı­dır. Ayet­ler­de şöy­le buy­rul­mak­ta­dır:

 

"O he­va­dan (ken­di is­tek, dü­şün­ce ve tut­ku­la­rı­na gö­re) ko­nuş­maz. O (söy­le­dik­le­ri) yal­nız­ca vah­yo­lun­mak­ta olan bir va­hiy­dir." (Necm Su­re­si, 3-4)

 

Bu du­rum­da, eğer bir ko­nu­da ih­ti­laf baş ­gös­te­rir­se, İs­lam'ın iki te­mel kay­na­ğı olan Ku­ran ve sünnete baş­vur­mak mü­min­ler için di­ğer bir zo­run­lu­luk­tur. Bu­nu bil­di­ren bir ayet şöy­le­dir:

 

"... Ara­nız­da bir an­laş­maz­lı­ğa dü­şer­se­niz bu­nu Al­lah'a ve el­çi­si­ne dön­dü­rün. şa­yet Al­lah'a ve ahi­ret gü­nü­ne iman edi­yor­sa­nız bu ha­yır­lı ve so­nuç ba­kı­mın­dan da­ha gü­zel­dir." (Ni­sa Su­re­si, 59)

 

Ay­rı­ca Hz. Pey­gam­ber (sav), va­hiy yo­luy­la Al­lah (cc)'tan al­dı­ğı Ku­ran ayet­le­ri­ni sa­de­ce in­san­lı­ğa ulaş­tır­mak­la kal­ma­mış ay­nı za­man­da onun açık­lan­ma­sı gö­re­vi­ni de ye­ri­ne ge­tir­miş­tir. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne bu açı­dan ba­kar­sak, onu Ku­ran'ın yo­rum­lan­ma­sı şek­lin­de al­gı­la­ya­bi­li­riz. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti, eğer bu an­lam­da de­ğer­len­di­ri­lir­se yan­lış an­la­şıl­ma­lar­dan, tah­ri­fat­tan ve is­tis­mar­dan ko­run­muş olur ve an­la­şıl­ma­sı ko­lay­la­şır.

Di­ğer bir ayet­te ise, "De ki: "Eğer Al­lah'ı se­vi­yor­sa­nız ba­na uyun ki, Al­lah da si­zi sev­sin ve gü­nah­la­rı­nı­zı ba­ğış­la­sın"" (Al-i İm­ran Su­re­si, 31) buy­rul­muş­tur. Bu yüz­den Al­lah (cc)'ı sev­me­nin gös­ter­ge­si Re­su­lul­lah (sav)'a uy­mak­tır. İn­san Re­su­lul­lah (sav)'a uy­mak­la ger­çek­te Al­lah (cc)'a uy­muş ol­du­ğu­nu or­ta­ya koy­mak­ta­dır. Hiç­bir mü­min Al­lah (cc)'a ita­ati ye­ter­li gö­rüp Re­su­lul­lah (sav)'a ita­ati terk ede­mez. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) sünnete uyan­la­rı şu şe­kil­de müj­de­le­mek­te­dir:

"Kim, sün­ne­ti­mi ih­ya eder­se, be­ni ih­ya et­miş olur. Kim be­ni ih­ya eder­se cen­net­te be­nim­le be­ra­ber­dir." (Sü­nen-i Tir­mi­zi, Ki­ta­bu'l-İlm, B. 16, Hds. 2818. Ta­be­ra­ni, Mu'ce­mü's-Sa­gir Ter­cü­me ve şer­hi, Çev. İs­ma­il Mut­lu, İst. K1997, C.2, sh. 279, Hds. 587)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) Sün­net-i Se­niy­ye'­ye uyan­la­rı böy­le müj­de­ler­ken, Rab­bi­miz Ku­ran-ı Ke­rim'de Pey­gam­be­re is­ya­nın ne ka­dar bü­yük so­nuç­lar do­ğu­ra­ca­ğı­nı şu şe­kil­de bil­dir­miş­tir:

 

"Kim Al­lah'a ve el­çi­si­ne is­yan eder ve onun sı­nır­la­rı­nı aşar­sa, onu da için­de ebe­di ka­la­ca­ğı ate­şe so­kar. Onun için al­çal­tı­cı bir azab var­dır." (Ni­sa Su­re­si, 14)

 

Bü­tün bu ger­çek­le­re rağ­men Sün­net-i Se­niy­ye'nin öne­mi­ni an­la­ma­yan­lar ve eleş­ti­ren­ler, doğ­ru­dan doğ­ru­ya Re­su­lul­lah (sav)'a yö­ne­lik bir ta­vır içe­ri­si­ne gir­miş olur­lar. Oy­sa ki Al­lah (cc)'ın Ku­ran-ı Ke­rim'de, "Sen bü­yük bir ah­lak üze­rin­e­sin" bu­yur­du­ğu, Hz. Ay­şe'nin ise, "O'nun ah­la­kı Ku­ran'dan iba­ret­tir" de­di­ği Re­su­lul­lah (sav)'ın söz ve dav­ra­nış­la­rı, in­san­lar için bir mo­del teş­kil et­me­li­dir. İn­san­lık, O'nu ör­nek al­ma­dı­ğı tak­dir­de gü­zel ah­lak­tan uzak ka­la­ca­ğı gi­bi, dün­ya ve ahi­ret sa­ade­ti­ni de el­de ede­me­ye­cek­tir.

Sün­net-i Sen­ni­ye'yi ter­k e­den­ler bü­yük bir se­vap kay­bı­na uğ­ra­ya­cak­lar, he­sap gü­nün­de Re­sul­lul­lah (sav)'in şe­fa­atin­den de mah­rum ka­la­cak­lar­dır. Ay­rı­ca, üm­me­ti­ne kar­şı son de­re­ce şef­kat­li, on­la­ra ge­le­cek za­ra­ra kar­şı ala­bil­di­ği­ne has­sas olan Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnetin­den yüz çe­vir­mek böy­le bir ni­me­te kar­şı da bü­yük bir nan­kör­lük olur:

 

"An­dol­sun si­ze içi­niz­den sı­kın­tı­ya düş­me­niz O'nun gü­cü­ne gi­den, si­ze pek düş­kün, mü­min­le­re şef­kat­li ve esir­ge­yi­ci olan bir el­çi gel­miş­tir." (Tev­be Su­re­si, 128)

 

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in uy­gu­la­ma­la­rı­na yan­lış göz­le ba­kan­lar, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in İs­lam di­nin­de­ki ye­ri­ni an­la­ya­ma­mış­lar­dır. Pey­gam­be­rin üze­ri­ne yük­le­nen gö­rev, hiç bir ay­rın­tı­yı göz­den ka­çır­ma­yan bir so­rum­lu­luk bi­lin­ci­ni ge­rek­tir­mek­te­dir. Pey­gam­be­ri­miz (sav) ti­ca­ret­ten sağ­lı­ğa, yar­dım­laş­ma­dan eği­ti­me ka­dar sa­yı­sız ko­nu­da bu yüz­den bi­zi bil­gi­len­dir­miş­tir.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnetin­de­ki te­mel pren­sip, uy­gu­la­na­bi­lir ol­ma­sı­dır. "Ko­lay­laş­tı­rı­nız, zor­laş­tır­ma­yı­nız. Müj­de­le­yi­niz, nef­ret et­tir­me­yi­niz" (Bu­ha­ri sa­hih, İlim b, 11, ci­had 164) ha­di­si bu­nun en be­lir­gin gös­ter­ge­si­dir. Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in ha­nı­mı Hz. Ay­şe, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in, As­ha­bı­na da­ima ko­lay­lık­la üs­te­sin­den ge­le­bi­le­ce­kle­ri amel­le­ri em­ret­ti­ği­ni ha­ber ver­miş­tir. Bu yüz­den O'nun sünneti, top­lu­mun her ke­si­min­in ör­nek ala­bil­me­si­ne uy­gun­dur. O'nun ya­şan­tı­sı her mü­min için bir uy­gu­la­ma ör­ne­ği­dir.

Bir di­ğer ko­nu ise Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­nin ter­k e­dil­me­si ile bir­lik­te or­ta­ya çı­kan za­rar­lı ba­zı so­nuç­lar­dır. Bil­gi­siz­lik, tem­bel­lik gi­bi se­bep­ler yü­zün­den bir kı­sım Müs­lü­man­lar, sünnet­ten hü­küm ver­mek ye­ri­ne ken­di akıl­la­rın­dan ya ­da ken­di­le­ri­ne gö­re bil­gi­li gör­dük­le­ri, ama as­lın­da İs­lam'dan bi­ha­ber in­san­la­rın an­la­tım­la­rın­dan hü­küm çı­ka­ra­rak İs­lam dün­ya­sı­na bid'at fit­ne­si­ni sok­muş­lar­dır.

 İs­lam dün­ya­sın­da­ki si­ya­si ve eko­no­mik so­run­lar, Al­lah (cc)'ın ki­ta­bın­dan ve Pey­gam­ber (sav)'in sünnetin­den ay­rıl­ma ne­de­niy­le mey­da­na gel­miş­tir. Mü­min­ler ay­nı pey­gam­be­rin üm­me­ti ol­ma­nın şu­uru­na va­rıp, O'na la­yık bir üm­met ol­ma­ya ça­lış­ma­dık­la­rı sü­re­ce, İs­lam coğ­raf­ya­sın­da­ki bu is­tik­rar­sız­lı­ğın so­na er­me­si de bek­le­ne­mez. Bu yüz­den Müs­lü­man­la­rın tek çı­kış yo­lu, Al­lah (cc)'ın Ki­ta­bı­na ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Sün­net-i Se­niy­ye­si'ne sım­sı­kı sa­rıl­ma­la­rı­dır.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tı ve ya­şam tar­zı in­ce­len­di­ğin­de, ha­ya­ta yak­la­şı­mı­nın tek bo­yut­lu ol­ma­dı­ğı gö­rül­mek­te­dir. Re­su­lul­lah (sav)'ın ha­ya­tı ile il­gi­li gü­nü­mü­ze ula­şan gü­ve­ni­lir ha­dis ri­va­yet­le­rin­de çok çar­pı­cı ör­nek­ler var­dır. Pey­gam­ber­dir, dev­let baş­ka­nı­dır, or­du ko­mu­ta­nı­dır, as­ker­dir, tüc­car­dır. Na­maz kı­lan, oruç tu­tan, ge­ce na­maz­la­rı­na kal­kan, de­vam­lı dua, te­fek­kür ve zi­kir ha­lin­de olan, de­rin­lik sa­hi­bi çok üs­tün bir in­san­dır. Ev­le­nen, alış­ve­riş ya­pan, has­ta­la­rı te­da­vi eden, ço­cuk­lar­la şa­ka­la­şan, ar­ka­daş­la­rıy­la gü­re­şen, eşiy­le yol­da ya­rı­şan te­va­zu do­lu bir ön­der­dir.

Al­lah (cc)'a kul­luk va­zi­fe­si­ni ge­re­ği gi­bi ye­ri­ne ge­tir­mek, yal­nız­ca Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in uy­gu­la­ma­la­rı­nı tam ola­rak kav­ra­yıp uy­gu­la­mak­la müm­kün­dür. Bu­nun için ise baş­vu­ra­ca­ğı­mız ilk kay­nak ha­dis ki­tap­la­rı­dır. Ha­dis ki­tap­la­rı Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in özel­lik­le pey­gam­ber­lik gö­re­vi­ni sür­dür­dü­ğü dö­nem­de söy­le­di­ği söz­le­rin, yap­tı­ğı ha­re­ket­le­rin, O'nun şah­si özel­lik­le­ri­nin bü­yük-kü­çük de­me­den bi­ra­ra­ya ge­ti­ril­me­sin­den oluş­muş­tur. Bu ki­tap­lar­da kul­la­nı­lan ha­dis­le­rin, bü­tün Sün­ni İs­lam alim­le­ri ta­ra­fın­dan ka­bul edi­len kay­nak­lar­dan el­de edil­me­si­ne bü­yük özen gös­te­ril­miş­tir.

 

 

 


EHL-İ SÜN­NET İTİ­KA­DI  ve ESAS­LA­RI

 

 

Asr-ı Sa­adet ve Dört Ha­li­fe dö­nem­le­rin­de her­han­gi bir mez­he­bin ku­rul­ma­sı­na ge­rek yok­tu. Çün­kü on­lar di­ni doğ­ru­dan Pey­gam­ber Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'den ve As­ha­bın­dan öğ­ren­miş­ler­di.

Son­ra­dan sap­kın akım­lar ve bid'at­çı fır­ka­lar tü­re­yin­ce, Pey­gam­be­r Efen­di­miz (sav)'in ve As­ha­bı­nın yo­lun­dan gi­den rab­ba­ni alim­ler, iti­kat ve amel­de ba­zı öl­çü­ler tes­pit et­miş­ler­dir. Doğ­ru­yu yan­lış­tan ayı­ra­rak, İs­lam di­ni­ni arın­mış bir şe­kil­de in­san­lı­ğa sun­muş­lar­dır. Böy­le­ce Ehl-i Sün­net mez­hep­le­ri or­ta­ya çık­mış­tır.

Ehl-i Sün­net çiz­gi­si­ni, sa­pık fır­ka­lar­dan ayı­ran ba­zı önem­li esas­lar var­dır. Ehl-i Sün­net kar­şı­tı sap­kın ba­zı akım­lar, bu esas­la­ra kar­şı çı­ka­rak ki­mi bil­gi­siz in­san­la­rı ken­di ta­raf­la­rı­na çek­me­yi ba­şar­mış­lar­dır. Bu ne­den­le, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in yo­lu­na ta­bi ol­muş tüm Müs­lü­man­lar, bu gi­bi fit­ne­le­re kar­şı çok dik­kat­li ol­ma­lı­dır­lar. Bu ko­nu­da ilk ya­pıl­ma­sı ge­re­ken şey­ler­den bi­ri    Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­nın esas­la­rı­nı özüm­se­ye­rek öğ­ren­mek ve akıl­da tut­mak­tır.

 

Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at'in Üze­rin­de

İt­ti­fak Et­ti­ği Hu­sus­lar

1) Al­lah (cc)'a İman

Al­lah (cc)'ın sı­fat­la­rı­na, Ku­ran'da ve sünnet­te bah­se­dil­di­ği şe­kil­de iman et­mek İs­lam'ın te­mel ka­ide­si­dir. Al­lah (cc)'ı in­san­la­ra ya­kış­tı­rı­lan sı­fat­lar­la sı­fat­lan­dı­ra­ma­yız. Al­lah (cc), ya­rat­tık­la­rıy­la mu­ka­ye­se edi­le­mez. Al­lah (cc) Ku­ran'da sı­fat­la­rı­nı bi­rer bi­rer zik­ret­miş­tir. Bu hu­sus­ta çok dik­kat edil­me­li, ba­zı sap­kın gö­rüş­le­re rağ­bet edil­me­me­li­dir.

 Ki­şi mü­min ol­du­ğu sü­re­ce ken­di ima­nın­dan kuş­ku duy­ma­ma­lı ve kal­ben inan­dı­ğı hal­de ek­sik­le­ri yü­zün­den ken­di­ni iman­sız ka­bul et­me­me­li­dir. Bu, iti­ka­dı­mı­za gö­re çok za­rar­lı bir ba­kış açı­sı­dır. Ni­te­kim Yü­ce Rab­bi­miz Ku­ran-ı Ke­rim'de şöy­le bu­yur­muş­tur:

 

Al­lah'a ça­ğı­ran, sa­lih amel­de bu­lu­nan ve: "Ger­çek­ten ben Müs­lü­man­lar­da­nım" di­yen­den da­ha gü­zel söz­lü kim­dirş (Fus­si­let Su­re­si, 33)

 

2) Ehl-i Sün­net'te Ku­ran İnan­cı

Ku­ran, Al­lah (cc) ke­la­mı­dır. O, Al­lah (cc) Ka­tın­dan gel­miş­tir, yi­ne O'na dö­ne­cek­tir ve Ku­ran, Al­lah (cc)'ın in­dir­di­ği son ve kı­ya­me­te ka­dar ge­çer­li ola­cak tek hak ki­tap­tır.

 

Hiç şüp­he­siz, bu Kur'an, sa­na, hü­küm ve hik­met sa­hi­bi olan, (ve her şe­yi ger­çe­ğiy­le) bi­len (Al­lah'ın) Ka­tın­dan il­ka edil­mek­te­dir. (Neml Su­re­si, 6)

 


3) Dün­ya Gö­züy­le Al­lah (cc)'ın

  Gö­rü­le­me­ye­ce­ği İnan­cı

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in Al­lah (cc)'ı dün­ya gö­züy­le gör­dü­ğü­ne da­ir hiç­bir sö­zü mev­cut de­ğil­dir. Kim öl­me­den ön­ce Al­lah (cc)'ı gör­dü­ğü­nü id­dia eder­se, Ehl-i Sün­net inan­cı­na gö­re ya­lan söy­le­miş­tir.

Re­su­lul­lah (sav) bir ha­di­sin­de "İyi bi­lin ki siz­den hiç­bir kim­se öl­me­dik­çe Rab­bi­ni gö­re­me­ye­cek­tir." (Müs­lim) bu­yur­muş­tur.

 

4) Mü­min­ler Cen­net­te Rab­bi­miz'i Gö­re­cek­ler­dir

Sa­hih ha­dis ki­tap­la­rın­da in­san­la­rın kı­ya­met­te ahi­ret gö­zü ile Al­lah (cc)'ı gö­re­cek­le­rin­den bah­se­dil­mek­te­dir. An­cak Ceh­miy­ye, Mu­te­zi­le ve Ra­fi­zi­ler bu­nun ak­si­ni sa­vun­muş­lar­dır.

Al­lah (cc) bir me­kan­da, arş üs­tün­de ya da baş­ka bir yer­de de­ğil­dir. Ya­ni Al­lah (cc) me­kan­dan mü­nez­zeh­tir.

 

5) Ahi­ret Gü­nün­de Ya­şa­na­cak­lar

Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at, Re­su­lul­lah (sav)'ın ahi­ret ko­nu­sun­da­ki söy­le­di­ği söz­le­re har­fi­yyen ina­nır. Bu­na gö­re ka­bir aza­bı var­dır. Ehl-i Sün­net'e gö­re ka­bir, mü­min­ler için cen­net bah­çe­si, iman­sız­lar için ise ce­hen­nem çu­kur­la­rın­dan bir çu­kur­dur. Ka­bir­de mün­ke­reyn me­lek­le­ri­nin sor­gu­su da hak­tır. Mah­şer ye­rin­de in­san­la­rın dün­ya­da iken bir­bir­le­riy­le olan hak­la­rı­na ba­kı­lır ve hak sa­hip­le­ri­ne hak­la­rı ia­de edi­lir.

Ahi­ret gü­nün­de ya­şa­na­cak­lar­la il­gi­li ola­rak Ömer Na­su­hi Bil­men şöy­le söy­le­mek­te­dir:

... İn­san öl­dü­ğü za­man kab­rin­de "Mün­ker ve Ne­kir" de­ni­len iki me­lek ta­ra­fın­dan sor­gu­ya çe­ki­le­cek­tir. Ölü­ye so­ra­cak­lar­dır: Rab­bin kim­dir? Pey­gam­be­rin kim­dir? Di­nin ne­dir? Kıb­len ne­re­si­dir? Bu­na ka­bir sor­gu­su de­nir.

Amel­le­rin ya­zı­lı ol­du­ğu def­ter, her in­sa­nın dün­ya­da iyi ve kö­tü her iş­le­di­ği şe­yin ya­zı­lı ol­du­ğu def­ter­dir. Me­lek­ler ta­ra­fın­dan ya­zıl­mış olan bu def­ter, âhi­ret­te sa­hi­bi­ne ve­ri­le­cek ve ona: "Al, ki­ta­bı­nı oku!" de­ni­le­cek ve böy­le­ce hiç bir şey giz­li kal­ma­ya­cak­tır.

Mi­zan, Mah­şer'de her­ke­sin dün­ya­da yap­mış ol­du­ğu iş­le­ri tart­ma­ya mah­sus bir ada­let öl­çü­sü­dür ki, bu­nun­la amel­le­rin iyi ve kö­tü mik­ta­rı an­la­şıl­mış olur.

Sı­rat, ce­hen­ne­min üze­ri­ne ku­rul­muş, üze­rin­den ge­çil­me­si pek zor olan bir köp­rü­dür. Bu­nun üze­rin­den Al­lah'ın iyi kul­la­rı çok ko­lay­lık­la ge­çer. Öy­le ki, bir kıs­mı şim­şek ça­kar gi­bi ani­den ge­çer ve cen­ne­te gi­rer. Ka­fir­ler ile mü­min­ler­den ba­ğış­lan­ma­mış kim­se­ler ge­çe­me­yip ce­hen­ne­me dü­şe­cek­ler­dir. Kâ­fir­ler ebe­dî ola­rak ora­da ka­la­cak­lar, mü­min­ler ise ce­za­la­rı­nı dol­dur­duk­tan son­ra cen­ne­te gi­re­cek­ler­dir. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, Sa­de­leş­ti­ren A. Fik­ri Ya­vuz, s.32-33)

 

6) Re­su­lul­lah (sav)'ın şe­fa­ati

Şe­fa­at de­mek, gü­na­hı olan mü­min­le­rin gü­nah­la­rı­nın ba­ğış­lan­ma­sı, ol­ma­yan­la­rın da­ha yük­sek de­re­ce­le­re eriş­me­le­ri için pey­gam­ber­le­rin ve Al­lah (cc) K­a­tın­da­ki de­re­ce­le­ri yük­sek olan­la­rın Rab­bi­miz'den is­tek­te bu­lun­ma­la­rı­dır. Tüm Müs­lü­man­lar Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in şe­fa­a­ti­ne la­yık ol­mak için ça­lı­şıp ça­ba­la­ma­lı­dır­lar. Ömer Na­su­hi Bil­men kut­lu Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şe­fa­ati ile il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­muş­tur:

Şe­fa­at, âhi­ret gü­nü bir kısım mü­min­le­rin ba­ğış­lan­ma­la­rı ve ba­zı ita­at­li mü­min­le­rin de yük­sek de­re­ce­le­re er­me­le­ri için Pey­gam­be­ri­mi­zin ve di­ğer ba­zı bü­yük zat­la­rın Yü­ce Al­lah'dan di­lek ve yal­va­rış­ta bu­lun­ma­la­rıdır. Âhi­ret­te bü­tün in­san­la­ra ait he­sa­ba çe­kil­me işi­nin bir an ön­ce ya­pıl­ma­sı için en bü­yük şe­fa­at­ta bu­lu­na­cak kim­se, Haz­ret-i Pey­gam­ber Efen­di­miz­dir. Onun bu şe­fa­atına şe­fa­at-ı Uz­ma (En bü­yük şe­fa­at) de­nir. Pey­gam­be­ri­mi­zin sa­hib ol­du­ğu Cen­net­te­ki yük­sek ma­ka­ma da Ma­kam-ı Mah­mud (Övü­len Ma­kam) de­nir. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, Sa­de­leş­ti­ren A. Fik­ri Ya­vuz, s.33)

 

7) Ka­de­re İman

Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at, ka­de­rin ha­yır ve şer­ri­ne iman eder. Ka­de­re ima­nın iki mer­te­be­si var­dır:

 Bi­rin­ci mer­te­be, Al­lah (cc), ya­rat­tı­ğı her şe­yin ne yap­tı­ğı­nı ve ne ya­pa­ca­ğı­nı bi­lir. On­la­rın ita­at­le­ri­nin ya­nın­da Ken­di­si­'ne is­ya­nı­ da ön­ce­den bi­lir.

Al­la­hu Te­ala (cc), tüm ya­rat­tık­la­rı­nın ka­de­ri­ni Levh-i Mah­fuz'da yaz­mış­tır. İn­san ce­nin du­ru­mun­day­ken ya­ni ru­hu üf­len­me­den ön­ce, bir me­lek ta­ra­fın­dan ka­de­ri ge­ti­ri­lir. Al­lah (cc)'ın ira­de­si, in­sa­nın ira­de­si­nin üze­rin­de­dir. Ki­şi­nin mü­min ol­ma­sı ya da küf­re sap­ma­sı Al­lah (cc)'ın di­le­me­si dı­şın­da oluş­maz. Müs­lü­man­lar bu ko­nu­da çok has­sas ol­ma­lı­dır­lar.

 

8) Ehl-i Kıb­le Gü­nah İş­le­mek­ten Do­la­yı Tek­fir

   Edi­le­mez

An­cak ima­nın as­lı bun­dan müs­tes­na­dır. Ehl-i Sün­net iti­ka­dın­da olan bir ki­şi, ay­nı kıb­le­ye yö­ne­len di­ğer bir mü­mi­ni gü­nah iş­le­di­ğin­den do­la­yı tek­fir et­mez, in­kar­cı ol­du­ğu­nu id­dia et­mez. İs­lam ta­ri­hi­nin ilk sap­kın akı­mı olan Ha­ri­ci­ler ilk fit­ne­yi bu ko­nu­da çı­kar­mış­lar­dır.

İn­ka­ra sap­mış bir ki­şi ne ka­dar ha­yır iş­ler­se iş­le­sin ken­di­si­ne bir ya­ra­rı ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi, Müs­lü­man da ne ka­dar gü­nah iş­ler­se iş­le­sin, ha­ram ola­na he­lal, he­lal ola­na ha­ram de­me­dik­çe in­ka­ra sap­mış sa­yıl­maz.

 

9) Al­lah (cc)'ın Ve­li Kul­la­rı­nın Ke­ra­met­le­ri

   Hak­tır

Al­lah (cc) dost­la­rı­nın ke­ra­met­le­ri­ne, Al­lah (cc)'ın on­la­rın eliy­le mey­da­na ge­tir­di­ği ha­ri­ku­la­de hal­le­re, de­ği­şik ilim­ler­de yap­tı­ğı ke­şif­le­re iman et­mek Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­nın esas­la­rın­dan­dır.

 

10) Re­su­lul­lah (sav)'ın Mi­rac Ha­di­se­si

Mi­raç ha­di­se­sin­de Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) hem ru­hu hem de be­de­ni ile gök­ler öte­si ale­me çık­mış­tır. Ku­ran'da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Beyt-ül-Mak­dis'e gi­di­şi sa­bit olup, sa­hih ha­dis­ler­de se­ma­va­ta çık­tı­ğı tas­dik­len­miş­tir.

Bir kı­sım ayet­le­ri­mi­zi ken­di­si­ne gös­ter­mek için, ku­lu­nu bir ge­ce Mes­cid-i Ha­ram'dan, çev­re­si­ni be­re­ket­len­dir­di­ği­miz Mes­cid-i Ak­sa'ya gö­tü­ren O (Al­lah) yü­ce­dir. Ger­çek­ten O, işi­ten­dir, gö­ren­dir. (İs­ra Su­re­si, 1)

 

Kut­lu Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in mi­ra­ca çık­ma­sı­na iman et­me­yen in­kar­cı ve mü­na­fık­lar fit­ne çı­kar­mak için Mek­ke'de Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in bu mu­ci­ze­si ile alay et­me­ye yel­ten­miş­ler­di. şeh­rin her ye­rin­de bu fit­ne­yi yay­mak için uğ­ra­şı­yor­lar­dı. Müş­rik­ler her gör­dük­le­ri in­sa­na bu­nu an­la­tıp ken­di­le­rin­ce alay et­me­ye ça­lı­şı­yor­lar­dı. Müş­rik­ler­den bi­ri Hz. Ebu Be­kir'e ge­le­rek "Mu­ham­med (sav) bir ge­ce­de Mek­ke'den Ku­düs'e git­ti­ği­ni id­dia edi­yor, ne di­yor­sun" de­di. Hz. Ebu Be­kir de tüm mü­min­le­re ör­nek ola­cak bir tes­li­mi­yet ve gü­ven­le "Eğer O söy­lü­yor­sa doğ­ru­dur." di­ye­rek ya­yı­lan bu fit­ne­yi ön­le­di.

 

11) He­sap Gü­nü

Kı­ya­met gü­nü, Al­lah (cc)'ın ka­inat için tak­dir et­ti­ği öm­rün bit­ti­ği gün­dür. Kı­ya­met gü­nü her­kes he­sa­ba çe­ki­le­cek­tir. Tek­rar ikin­ci bir be­den­le dün­ya­ya dö­nüş söz ­ko­nu­su de­ğil­dir. Adem Pey­gam­ber (a.s.)'den kı­ya­me­te ka­dar yer­yü­zü­ne ge­len bü­tün ruh­lar dün­ya ku­rul­ma­dan ön­ce ya­ra­tıl­mış­tır. Bir ruh de­ği­şik be­den­ler­le bir­den faz­la dün­ya­ya gel­me­ye­cek­tir.

 

12) Cen­net­le Müj­de­le­nen­le­ri Tas­dik Et­mek

Cen­net­le müj­de­le­nen sa­ha­be­ler hak­kın­da­ki her­han­gi bir kö­tü söz, bu mü­ba­rek in­san­la­ra kar­şı say­gı­ya uy­gun de­ğil­dir ve bü­yük gü­nah­tır. Bu sa­ha­be­ler şun­lar­dır:

- Hz. Ebu Be­kir (r.a.)

- Hz. Ömer (r.a.)

- Hz. Os­man (r.a.)

- Hz. Ali (r.a.)

- Tal­ha b. Ubey­dul­lah (r.a.)

- Zü­beyr b. Av­vam (r.a.)

- Sa'd b. Ebi Vak­kas (r.a.)

- Sa­id b. Zeyd (r.a.)

- Ab­dur­rah­man b. Avf (r.a.)

- Ebu Ubey­de b. Cer­rah (r.a.)

İs­lam'ın ilk dö­ne­mi­nin ta­ri­hi bu üs­tün in­san­la­rın kah­ra­man­lık­la­rı ile do­lu­dur. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) ha­dis­le­rin­de, bu de­ğer­li Müs­lü­man­lar­dan öv­güy­le bah­set­miş­tir.

Sap­kın fır­ka­la­rın or­tak özel­lik­le­rin­den bi­ri de cen­net­le müj­de­len­miş olan sa­ha­be­ler­den ba­zı­la­rı­na kar­şı sal­dır­ma­la­rı­dır. Ehl-i Sün­net iti­ka­dın­da böy­le bir gö­rü­şe ke­sin­lik­le yer yok­tur.

 

13) Ku­ran ve Sün­net Hak­kın­da Yo­rum

     Ya­pıl­ma­ma­sı

Akıl ve kı­yas öne sü­rü­le­rek Ku­ran ve sünnette açık­ça be­yan edi­len hü­küm­ler üze­ri­ne de­ği­şik yo­rum ge­ti­ri­le­mez. Zi­ra sa­ha­be­ler ve mez­hep imam­la­rı­mız böy­le yap­mış ve böy­le bu­yur­muş­lar­dır. Mü­min­ler Kur'an ve sünnete uyan her­şe­yi ka­bul eder­ler, ay­kı­rı ola­nı ise red­de­der­ler. Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at'i di­ğer­le­rin­den ayı­ran en bü­yük özel­lik, ilim­le­ri­ni Ku­ran ve sünnetten ya­ni asıl kay­na­ğın­dan al­ma­la­rı­dır.

İman eden­ler an­la­mı­nı kav­ra­ya­ma­dık­la­rı ko­nu­la­rı Ku­ran ve sün­net ışı­ğın­da tef­sir eder­ler, zan­na, he­va ve he­ves­le­ri­ne uy­maz­lar. Hiç kim­se Ku­ran ve sünnete ay­kı­rı söz söy­le­me hak­kı­na sa­hip de­ğil­dir.

 

 

 

 


EHL-İ SÜN­NET MEZ­HEP­LE­Rİ

 

 

İti­ka­di (inanç ve ima­ni) Açı­dan Mez­hep­ler

İti­ka­di açı­dan mez­hep­ler iki ta­ne­dir.

1) Ma­tu­ri­di mez­he­bi; İmam Ma­tu­ri­di ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

2) Eş'ariy­ye mez­he­bi; İmam Eş'ari ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

Bu iki mez­hep te­mel­de bir­dir. An­cak ara­la­rın­da te­fer­ru­ata ait kır­ka ya­kın ko­nu­da fi­kir ay­rı­lı­ğı var­dır. Fi­kir ay­rı­lı­ğı­na düş­tük­le­ri ko­nu­lar sa­de­ce ay­rın­tı­lar­dan iba­ret­tir.

 

Ma­tu­ri­di Mez­he­bi

Ma­tu­ri­di mez­he­bi­nin ku­ru­cu­su İmam Ma­tu­ri­di'dir. Asıl adı Ebu Man­sur Mu­ham­med bin Mah­mud el-Ma­tu­ri­di'dir. Hic­ri 238 yı­lın­da Se­mer­kant'ta doğ­muş­tur.

Türk asıl­lı olan İmam Ma­tu­ri­di, ilim tah­si­li­ni İmam-ı Azam'ın ta­le­be­le­rin­den al­mış­tır. Ça­lış­ma­la­rın­da akıl ile na­kil ara­sın­da gü­zel bir bağ­lan­tı kur­muş­tur. Ehl-i Sün­net inan­cı­na sı­kı sı­kı­ya bağ­lı ta­le­be­ler ye­tiş­ti­re­rek sap­kın fır­ka­la­rın kar­şı­sın­da yı­kıl­maz bir set oluş­tur­muş­tur. Ehl-i Sün­net inan­cı­nın ken­din­den son­ra­ki ne­sil­le­re ulaş­tı­rıl­ma­sın­da bü­yük kat­kı­sı var­dır.

İmam Ma­tu­ri­di, fı­kıh­ta Ha­ne­fi mez­he­bi­ne bağ­lı olan Müs­lü­man­la­rın iti­kat­ta ima­mı­dır. Ma­tu­ri­di mez­he­bi baş­ta Türk­ler ol­mak üze­re pek çok Müs­lü­man ta­ra­fın­dan ka­bul edil­miş­tir.

Ma­tu­ri­di'nin gü­nü­mü­ze ka­dar ula­şan eser­le­rin­den ba­zı­la­rı şun­lar­dır: Ki­ta­bü't Tev­hid, Te'vi­la­tü'l Ku­ran.

Bi­zim için Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­nın te­me­li­ni oluş­tu­ran inanç ka­ide­le­rin­den ba­zı­la­rı şun­lar­dır:

- Al­lah (cc) var­dır ve bir­dir. Za­tı ve fi­il­le­riy­le bir olan Al­lah (cc)'a iman­la mü­kel­le­fiz. Al­lah (cc)'ın Za­tı ve fi­ili sı­fat­la­rı var­dır. Bun­lar Al­lah (cc)'ın Za­tı'yla be­ra­ber var­dır. Al­lah (cc)'ın ke­lam sı­fa­tı ken­di Za­tı'yla ka­im­dir.

- İman, dil ile ik­rar ve kalp ile tas­dik­ten iba­ret­tir. Dil ile ik­rar eden fa­kat kalp ile tas­dik et­me­yen kim­se mü­min de­ğil­dir. İma­nın ye­ri kalp­tir. Kal­be yer eden ima­na zor­la da ol­sa kim­se­nin gü­cü yet­mez.

İman eden bi­ri­nin Müs­lü­man ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­mek na­sıl doğ­ru de­ğil­se, İs­lam'ın şart­la­rı­nı ye­ri­ne ge­ti­ren bi­ri­nin mü­min ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­mek de doğ­ru ve ca­iz de­ğil­dir. Amel ima­na da­hil de­ğil­dir.

- Ahi­ret­te Al­lah (cc)'ı gör­mek müm­kün­dür. An­cak O'nu gör­mek key­fi­yet­siz ola­cak­tır.

- İn­san bir şe­yi iş­le­me­ye ka­rar ver­di­ğin­de Al­lah (cc) on­da bu fi­ili iş­le­me kud­re­ti­ni ya­ra­tır. Bu­nun ya­ra­tıl­ma­sı fi­il­le be­ra­ber­dir. İn­san fi­il iş­le­di­ği za­man se­vap ve­ya ce­za­ya müs­te­hak ol­ma­sı kas­de bağ­lı­dır.

- Zi­na et­mek, adam öl­dür­mek, iç­ki iç­mek gi­bi bü­yük gü­nah­la­rı iş­le­me­si in­sa­nı iman­dan çı­kar­maz. Bü­yük gü­na­hı iş­le­yen kim­se tev­be eder­se af­fa uğ­rar.

- Gü­nah­kar­lar için Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şe­fa­at et­me­si hak­tır. Bu Al­lah (cc)'ın Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e bir lüt­fu­dur. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bü­yük gü­nah sa­hi­bi mü­min­le­re şe­fa­at ede­cek­tir.

 

 

 

Eş'ariy­ye Mez­he­bi

Eş'ari­li­ğin ku­ru­cu­su Ebu'l Ha­san El-Eş'ari, Hic­ri 260 yı­lın­da Bas­ra'da doğ­du. Kırk ya­şı­na ka­dar Mu'te­zi­le alim­le­rin­den Ebu Ali el Cüb­bai'den ders al­dı.

İmam Eş'ari pek çok eser ka­le­me al­dı. Ehl-i bid'at olan Mu'te­zi­le'yi, fi­lo­zof­la­rı, ta­bi­at­çı­la­rı, deh­ri­le­ri (Al­lah (cc)'a ve ahi­re­te inan­ma­yan iman­sız kim­se­le­ri), Ya­hu­di ve Hı­ris­ti­yan­la­rı he­def alan eser­ler yaz­dı. Ri­sa­le­tü'l-İman, Ma­ka­la­tü'l-İs­la­miy­yin ilk ak­la ge­len eser­le­ri­dir. Gü­nü­mü­ze ka­dar ulaş­mış yir­mi­yi aş­kın ese­ri var­dır. Yir­mi yıl yat­sı na­ma­zı­nın ab­des­ti ile sa­bah na­ma­zı kıl­dı­ğı ri­va­yet edi­lir. 324 yı­lın­da Bağ­dat'ta ve­fat et­miş­tir.

Amel­de şa­fii ve Ma­li­ki mez­he­bi­ne men­sup olan­lar­dan bir kıs­mı iti­kat­ta Eş'ariy­ye mez­he­bi­ne bağ­lı­dır. Eş'ari­yye mez­he­bi özel­lik­le Irak, Su­ri­ye ve Mı­sır'da yay­gın­dır.

Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­nın oluş­ma­sın­da İmam Eş'ari'nin gö­rüş­le­ri­nin bü­yük öne­mi var­dır. Ma­tu­ri­di ile ira­de ko­nu­su­nun dı­şın­da önem­li bir ko­nu­da fi­kir ay­rı­lı­ğı­na düş­me­miş­ler­dir.

İma­mın ba­zı gö­rüş­le­ri şun­lar­dır:

- Ka­bir sor­gu­su, ha­şir, sı­rat ve mi­zan hak­tır. Ede­bi yön­den Ku­ran bir mu­ci­ze­dir. Bir ben­ze­ri, in­san­lar ta­ra­fın­dan ya­zı­la­maz.

- Pey­gam­be­rin mu­ci­ze gös­ter­me­si la­zım­dır. Ve­li­le­rin de ke­ra­met gös­ter­me­si ca­iz­dir. Pey­gam­ber­le­rin mu­ci­ze­le­ri ka­vim­le­ri­ne pey­gam­ber­lik­le­ri­ni is­bat için­dir. Ve­li ise ke­ra­me­ti ile üs­tün­lük sağ­la­ma­ma­lı, ke­ra­me­ti­ni giz­le­me­li­dir.

- Bir me­lek va­sı­ta­sıy­la ken­di­si­ne Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan va­hiy ge­len ve ka­ina­ta ko­nul­muş olan adet­le­ri bo­za­cak şe­kil­de mu­ci­ze gös­te­ren kim­se­ye "ne­bi" de­nir.

- Al­lah (cc)'ın iz­ni ile Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in mü­min­le­re şe­fa­ati hak­tır. Al­lah (cc)'ın ahi­ret­te mü­min­le­r ta­ra­fın­dan gö­rül­me­si ca­iz­dir. Al­lah (cc) bir­dir ve eşi ben­ze­ri yok­tur. Ha­yır ve şer Al­lah (cc)'tan­dır. İn­san­la­rın fi­il­le­ri Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan ya­ra­tı­lır ve kul­lar ta­ra­fın­dan iş­le­nir. İn­san­la­rın bir şey ya­pa­bil­me­le­ri için ge­rek­li olan güç, fi­il ile be­ra­ber Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan ken­di­si­ne ve­ri­lir.

 

Ame­li Açı­dan Mez­hep­ler

Ehl-i Sün­net iti­ka­dın­da, ame­li ko­nu­lar­da dört mez­hep var­dır:

1) Ha­ne­fi mez­he­bi; İmam-ı Azam Ebu Ha­ni­fe ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

2) Şa­fii mez­he­bi; İmam şa­fii ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

3) Han­be­li mez­he­bi; İmam Han­bel ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

4) Ma­li­ki mez­he­bi; İmam Ma­lik ta­ra­fın­dan ku­rul­muş­tur.

Bu bö­lüm­de mez­hep imam­la­rı­mız ve on­la­rın gö­rüş­le­ri üze­rin­de du­ra­ca­ğız.

Ha­ne­fi Mez­he­bi ve İmam-ı Azam Ebu Ha­ni­fe

İmam-ı Azam, Hic­ri 80 yı­lın­da Kü­fe'de doğ­muş­tur. Asıl adı Nu­man b. Sa­bit'tir. Ya­şa­dı­ğı böl­ge iti­ba­riy­le ba­zı ri­va­yet­ler­de onun Türk asıl­lı ol­du­ğu söy­len­mek­te­dir. Ti­ca­ret­le uğ­ra­şan var­lık­lı bir in­san olan ba­ba­sı, Hz. Ali (r.a.)'nin ha­li­fe­li­ği sı­ra­sın­da onun ha­yır du­ası­nı al­mış­tır.

İmam-ı Azam genç yaş­ta Ku­ran'ı ez­ber­le­di. Arap di­li ve ede­bi­ya­tı, fı­kıh, ha­dis ve ke­lam ilim­le­rin­de ken­di­si­ni ge­liş­tir­di. Bu­lun­du­ğu yö­re­de­ki sap­kın di­ni gö­rüş­le­re sa­hip olan in­san­lar­la tar­tı­şa­rak bir­ço­ğu­nu ik­na et­me­yi ba­şar­dı. Böy­le­ce Ebu Ha­ni­fe is­mi du­yul­ma­ya baş­la­dı.

İl­mi, ze­kâ­sı, zühd ve tak­va­sı çok yük­sek­ti. İc­ti­ha­dın­da­ki yük­sek­lik, mez­he­bin­de­ki ko­lay­lık ve mü­kem­mel­lik bü­tün Müs­lü­man­lar ta­ra­fın­dan be­nim­sen­miş­tir.

O dö­nem­de fı­kıh ko­nu­sun­da bü­yük bir ih­ti­yaç var­dı. İmam-ı Azam ti­ca­re­ti bı­ra­ka­rak bu ko­nu­la­ra yö­nel­di. Bu ara­da ken­di­si­ni da­ha da ge­liş­ti­re­rek Ku­ran ve sünnet­ten hü­küm çı­kar­ma­ya, ha­dis ri­va­yet­le­ri­ni araş­tır­ma­ya, sa­ha­be­nin ih­ti­la­fa düş­tü­ğü ko­nu­la­rı öğ­ren­me­ye ko­yul­du.

30 yıl­lık med­re­se ha­ya­tı bo­yun­ca 4.000'den faz­la öğ­ren­ci ye­tiş­tir­di. İmam Ebu Yu­suf, İmam Mu­ham­med, Ha­san b. Zi­yad gi­bi her bi­ri baş­lı ba­şı­na müç­te­hid olan öğ­ren­ci­ler ye­tiş­tir­miş­tir.

İmam-ı Azam, ta­le­be­le­ri­ne şu esas­la­rı tat­bik et­tik­le­ri tak­dir­de ilim­le­ri­nin sağ­lam te­mel­le­re otur­a­bi­le­ce­ği­ni söy­le­miş­tir:

1) Bir ilim mec­li­si­ne de­vam et­mek ve bu mec­li­sin ge­nel ha­va­sı­nı te­nef­füs et­mek.

2) Alim­ler­le bir­lik­te ol­mak ve bu­lun­duk­la­rı çağ­da­ki her tür­lü fi­kir ha­re­ke­tiy­le te­mas­ta bu­lun­mak.

3) Ken­di­si­ne önem­li ve üs­tü ka­pa­lı me­se­le­le­ri açık­la­yan üs­ta­dı­nın ya­nın­dan ay­rıl­ma­mak.

İmam-ı Azam, bir çok İs­lam ali­mi ile bi­ra­ra­ya gel­dik­ten son­ra, ça­ğın en bü­yük alim­le­rin­den Ham­mad b. Ebu Sü­ley­man'a bağ­la­nır. Çok şey öğ­ren­di­ği ho­ca­sı ve­fat edin­ce bü­tün göz­ler ona çev­ri­lir.

 Irak va­li­si Ye­zid b. Hu­bey­re ta­ra­fın­dan İmam-ı Azam'a ka­dı­lık tek­lif edi­lir. İmam-ı Azam bu tek­li­fi red­de­din­ce gün­ler­ce sü­ren iş­ken­ce­ler­den son­ra hap­se­di­lir. Fa­kat hal­kın tep­ki­sin­den kor­kul­du­ğu için kı­sa bir sü­re son­ra ser­best bı­ra­kı­lır.

Uzun sü­re Hi­caz'da ya­şa­yan İmam-ı Azam, yö­ne­tim Ab­ba­si­ler'e ge­çin­ce tek­rar Kü­fe'ye dön­dü. Fa­kat Ab­ba­si yö­ne­ti­min­de de de­ği­şen pek bir ­şey ol­ma­mış­tı. Ab­ba­si Ha­li­fe­si El Man­sur ken­di­si­ne Bağ­dat ka­dı­lı­ğı tek­lif et­ti­ğin­de, onun ce­va­bı şöy­le ol­du: "Eğer ben bu va­zi­fe­yi ka­bul et­me­di­ğim tak­dir­de Fı­rat neh­rin­de bo­ğul­mak­la teh­dit edi­lir­sem, bo­ğul­ma­yı ter­cih ede­rim. Si­zin et­ra­fı­nız­da ik­ra­ma ih­ti­ya­cı olan çok­tur." Bu ce­vap üze­ri­ne Ab­ba­si Ha­li­fe­si El Man­sur, onu fi­kir­le­rin­den dön­dür­mek için gün­ler­ce iş­ken­ce yap­tır­dı. İş­ken­ce sı­ra­sın­da sağ­lı­ğı bo­zu­lun­ca İmam-ı Azam, Hic­ri 150 yı­lın­da Bağ­dat'ta ve­fat et­ti. Tür­be­si ha­la her yıl yüz­bin­ler­ce Müs­lü­man ta­ra­fın­dan zi­ya­ret edil­mek­te­dir.

 İmam-ı Azam'ın ölü­mün­den son­ra ta­le­be­le­ri, onun iç­ti­had­la­rı­nı, ri­va­yet et­ti­ği ha­dis­le­ri sis­tem­li bir ha­le ge­ti­re­rek ye­ni eser­ler oluş­tur­du­lar. İmam­la­rı­nın gö­rüş­le­ri­nin ışı­ğın­da ye­ni hü­küm­ler çı­ka­ra­rak İs­lam coğ­raf­ya­sı­na da­ğıl­dı­lar. Böy­le­ce İmam-ı Azam'ın gö­rüş­le­ri bir mez­hep ha­li­ni al­dı. Gü­nü­müz­de, Tür­ki­ye, Bal­kan­lar, Kaf­kas­ya, Si­bir­ya, Çin, Pa­kis­tan, Ar­na­vut­luk, Mı­sır, Fi­lis­tin, Su­ri­ye ve Irak'ta ya­şa­yan Müs­lü­man­lar Ha­ne­fi mez­he­bi­ne gö­re amel et­mek­te­dir­ler.

İmam-ı Azam'ın gü­nü­mü­ze ula­şan eser­le­rin­den ba­zı­la­rı şun­lar­dır: El-Fık­hu'l-Ek­ber, Ki­tâ­bü'l-Âlim ve'l-Mü­te­al­lim, Ki­tâ­bü'r-Ri­sâ­le, beş ta­ne el-Ha­şiy­ye ki­ta­bı, el-Ka­si­de­tü'n-Nu'mâ­niy­ye, Ma'ri­fe­tü'l-Me­zâ­hib,.

İmam-ı Azam Ebu Ha­ni­fe'nin eser­le­rin­den ba­zı alın­tı­lar ör­nek ver­mek ge­re­kir­se;

"Elin­den gel­di­ği ka­dar in­san­la­ra sev­gi gös­ter. Her­ke­se se­lam ver, is­ter­se aşa­ğı­ kim­se­ler ol­sun. Baş­ka­la­rıy­la bir mec­lis­te top­la­nır, ara­nız­da ba­zı me­se­le­ler mü­na­ka­şa edi­lir­se ve se­nin bil­di­ği­ne mu­ha­lif bir­ şey söy­le­nir­se sen on­la­ra mu­ha­le­fet et­me. şa­yet sa­na so­rar­lar­sa on­la­ra bil­di­ğin gi­bi ha­ber ver, son­ra bu hu­sus­ta şöy­le şöy­le baş­ka ka­vil de var­dır, de­li­li de şu­dur, di­ye­rek ken­di bil­di­ği­ni söy­le, böy­le­lik­le se­ni din­ler­ler ve se­nin il­min­den de­re­ce­ni an­lar­lar.

Sa­na ge­len­le­rin hep­si­ne baş­ka baş­ka bil­gi­ler ver, her ­bi­ri sen­den bir şey öğ­ren­sin. On­la­ra kıy­met­li şey­ler ver, ehem­mi­yet­siz şey­ler­le uğ­raş­ma. On­lar­la ar­ka­daş gi­bi ol, hat­ta şa­ka yol­lu la­ti­fe­ler yap. Zi­ra dost­luk ve sa­mi­mi­yet il­me de­va­mı sağ­lar. On­la­ra yu­mu­şak dav­ran hoş mu­ame­le et. On­lar­dan hiç­bi­ri­ne can sı­kın­tı­sı ve bez­gin­lik gös­ter­me. Ken­di­ni on­lar­dan bi­ri imiş gi­bi tut.

De­ne­me­dik­çe kim­se­nin dost­lu­ğu­na gü­ven­me. Al­çak ve ha­sis olan kim­sey­le dost ol­ma. Gü­zel ah­lak­lı ge­niş yü­rek­li ve der­ya gö­nül­lü ol. El­bi­sen te­miz ve ye­ni ol­sun. Bi­nek atın iyi ol­sun. Gü­zel ko­ku­lar kul­lan. Ye­mek ye­dir­mek­te cö­mert ol ve her­ke­si do­yur. Bir fit­ne fe­sad duy­dun mu onu ıs­lah için koş. Se­ni zi­ya­ret eden­le­ri de, et­me­yen­le­ri de sen zi­ya­ret et. Sa­na is­ter iyi­lik yap­sın­lar, is­ter kö­tü­lük sen da­ima iyi­lik yap. Af­fet ve ba­zı şey­le­re göz yum. Sa­na ezi­yet ve­ren şey­le­ri ter­ket, hak­kı ye­ri­ne ge­tir­me­ye ça­lış. Ar­ka­daş­la­rın­dan has­ta­la­nan­la­rı zi­ya­ret et, gö­re­me­dik­le­ri­nin du­ru­mu­nu so­ruş­tur. Sa­na gel­me­yen­ler­le sen ala­ka­dar ol." (Ebu Ha­ni­fe'nin Öğ­ren­ci­si Yu­suf'a va­si­ye­tin­den)

Bil­miş ol ki amel il­me uyar. Na­sıl ki aza gö­zün gör­me­si sa­ye­sin­de ha­re­ket eder. Az da­hi ol­sa amel ile ilim, çok amel ile ce­ha­let­ten da­ha fay­da­lı­dır. Bu şu­na ben­zer: Çöl­de bir ada­mın ya­nın­da az mik­tar azık bu­lun­sa bi­le doğ­ru yo­lu bi­li­yor­sa kur­tu­lur. Bu ada­mın du­ru­mu ya­nın­da çok azık bu­lu­nup da yo­lu bil­me­yen ada­mın du­ru­mun­dan da­ha ha­yır­lı­dır. Ce­nab-ı Hak şöy­le bu­yu­rur 'Hiç bi­len­ler­le bil­me­yen­ler bir olur muş Bu­nu an­cak akıl­lı olan­lar an­lar.' (Os­man Kes­ki­oğ­lu, Ebu Ha­ni­fe, M. Ebu Zeh­ra, s. 177 )

İmam-ı Azam'ın Ebu Yu­suf'a öğüt­le­ri­nin bir kıs­mı Er­zu­rum­lu İb­ra­him Hak­kı Haz­ret­le­ri'nin Ma­ri­fet­na­me isim­li ese­rin­de geç­mek­te­dir. Aşa­ğı­da­ki alın­tı­lar bu eser­den alın­mış­tır:

"İn­san­la­rın iyi­li­ği­ni is­te­yi­ci ol ve on­la­ra na­si­hat et. Halk, ha­re­ket­le­ri­ni be­ğe­nip se­nin­le gö­rüş­mek is­te­di­ğin­de on­la­rın soh­bet­le­ri­ne git. Mec­lis­le­rin­de in­san­la­rı ve ken­di­ni tev­kir ile ilim mü­za­ke­re ede­sin.

Her ta­le­ben ken­di­si­ni se­nin oğ­lun bil­sin. İl­me ça­lış­ma gay­ret­le­ri her ge­çen gün ço­ğal­sın. Se­ni din­le­me­yen avam­la ve pa­zar­da­ki­ler­le ko­nuş­ma. Doğ­ru­yu söy­le­mek­te kim­se­den çe­kin­me­ye­sin. İba­de­tin avam­dan çok ol­sun, az ol­ma­sın. Kü­für ve bid'at ehl-i ile otu­rup ko­nuş­ma, mü­sa­it or­tam olur­sa di­ne da­vet et. Bu na­si­hat­le­ri biz­den ca­nı gö­nül­den ka­bul et. Zi­ra bun­la­rı se­nin ve her­kes için va­si­yet et­tim. Bu yol­da gi­de­sin, hal­kı da Hak yo­lu­na ge­ti­re­sin."

 

Şa­fii Mez­he­bi ve İmam şa­fii

İmam şa­fii, Hic­ri 150 yı­lın­da Gaz­ze'de doğ­du. Ebu Ha­ni­fe'nin ve­fat et­ti­ği se­ne doğ­ma­sı İs­lam alim­le­rin­ce ma­ni­dar kar­şı­lan­mış­tır. İmam şa­fii kü­çük yaş­ta ba­ba­sı­nı kay­be­din­ce yok­sul­luk içe­ri­sin­de bir ço­cuk­luk dö­ne­mi ge­çir­di.

Mek­ke'ye ge­le­rek ha­dis eği­ti­mi al­ma­ya baş­la­dı. Kü­çük yaş­ta Ku­ran'ı ez­ber­le­di. Da­ha son­ra İmam Ma­lik'in ya­nı­na ge­le­rek ken­di­ni ta­ma­men fık­hi ko­nu­la­rı öğ­ren­me­ye ver­di.

34 ya­şın­da Ye­men va­li­si ta­ra­fın­dan şi­ilik pro­pa­gan­da­sı yap­tı­ğı if­ti­ra­sı ile hap­se­dil­di. şa­fii'ye bağ­lı do­kuz ki­şi öl­dü­rül­dü. şa­fii'nin öl­dü­rül­me­si ise nü­fuz sa­hi­bi ba­zı se­ven­le­ri­nin ara­ya gir­me­si ile son an­da ön­len­di.

İki yıl Mek­ke'de in­ce­le­me ve araş­tır­ma yap­tık­tan son­ra tek­rar Bağ­dat'a ge­ri dön­dü. Bu sı­ra­da şa­fii'nin ünü İs­lam ale­min­de du­yul­ma­ya baş­lan­mış­tı. Ken­di­si­ne da­ha ra­hat bir ça­lış­ma or­ta­mı ara­dı ve Mı­sır'ı ter­cih et­ti.

Mı­sır va­li­si ve hal­kı şa­fii'nin ül­ke­le­ri­ne ge­li­şi­ni se­vinç­le kar­şı­la­dı. Va­li ta­ra­fın­dan öm­rü­nün so­nu­na ka­dar ko­ru­na­rak, pey­gam­ber so­yu­na ay­rı­lan pay­dan his­se ve­ril­di. Öm­rü­nü İs­lam yo­lun­da ge­çi­ren, ar­dın­da bir çok eser bı­ra­kan, sa­yı­sız ta­le­be ye­tiş­ti­ren, dev­rin­de Mu'te­zi­le ve di­ğer sap­kın fır­ka­lar­la mü­ca­de­le eden İmam şafii, Hicri 204 yılında Mısır'da vefat etti. Ahkamül Kuran, Es-Sunen, Kitabu'l-üm, Müsned-i şafii adlı değerli eserler bırakmıştır. Irak, Doğu Anadolu, Hindistan, Filistin, Hicaz, Filipinler, Yemen, Mısır ve Suriye'den bir çok Müslüman şafii mezhebi ile amel etmektedir. İmam şafii, oluşturduğu mezhebinin kaynağını şöyle açıklamıştır: "Herkes peygamberlerimizin hadislerini bilmeyebilir. Ben Resulullah'ın sünnetine muhalif olarak bilmeden herhangi bir fikir ileri sürersem veya bir esas ortaya koyarsam, uyulması gereken Resulullah'ın sözüdür. İşte benim mezhebim budur. Resulullah'tan bir hadis rivayet ettiğim halde onunla amel etmezsem, hangi yer beni taşır ve hangi gök gölgelendirir. Peygamberin hadisinin başım gözüm üzerinde yeri vardır."

İmam şafii şöyle buyuruyor: "İçinizden biri bütün halkı memnun etmek isterse; yapamaz. Kul ihlas sahibi olmaya dikkat etmeli. Yaptığı her iyi amel Allah ile arasında kalmalı."

İlim talebi, fazilet bakımından nafile namazdan daha hayırlıdır. Zira nafile namazın faydası şahsa, ilmin faydası ise umuma aittir.

Bir kimse mümin kardeşine gizli öğüt verirse; tesirli nasihatte bulunmuş ve onu iyi huylarla süslemiş olur. Açıktan halk arasında öğüt vermeye kalkılırsa tesirsiz olur. Bir bakıma ayıplamış, dolayısıyla utandırmış olur. Ahiretin saadetini isteyen, ilimde ihlas sahibi olsun. Yaptığı işlerle öğüt vermeye çalışan da hidayetçi olur. Şu üç hal, din kardeşine dair sevgi işinde doğruluğa alamettir:

1) Bazı ufak hataları hoş görüp yüzüne vurmadan, olduğu gibi kabul etmek.

2) Bazı açıktan yapılan yersiz hareketleri varsa, üzerini kapamak.

3) Ken­di­si­ne kar­şı yan­lış ha­re­ket­te bu­lu­nur­sa ba­ğış­la­mak.

 

Ma­li­ki Mez­he­bi ve İmam Ma­lik

İmam Ma­lik bin Enes, en sağ­lam ri­va­yet­le­re gö­re Hic­ri 93 yı­lın­da Me­di­ne'de dün­ya­ya gel­miş­tir. Ha­dis il­miy­le uğ­ra­şan, bil­gi­li bir ai­le­nin ço­cu­ğu ol­ma­sı do­la­yı­sıy­la kı­sa sü­re­de bu ko­nu­da ken­di­si­ni ge­liş­tir­miş­tir. Kü­çük yaş­ta ün­lü alim İbn-i Hür­müz'ün ya­nı­na ve­ril­miş ve 13 yıl onun ya­nın­da kal­mış­tır. 17 ya­şın­da ders ver­me­ye baş­la­yın­ca ona gös­te­ri­len ala­ka, ho­ca­la­rı­na gös­te­ri­len ala­ka­dan faz­la ol­muş­tur. Ebu Ha­ni­fe, ken­di­sin­den 13 yaş bü­yük ol­du­ğu hal­de onun önün­de diz çö­ke­rek ders al­mış­tır.

İmam Ma­lik hak­kın­da ya­zı­lan eser­ler­de, ge­nel­de ha­fı­za ve ze­ka­sı­nın çok üs­tün ol­du­ğu an­la­tıl­mak­ta, sab­rı, ta­ham­mü­lü, ih­la­sı, fe­ra­se­ti ve hey­be­ti ör­nek ve­ril­mek­te­dir.

Ha­dis il­min­de önem­li bir ye­ri olan İmam Ma­lik ri­va­yet­le­rin sa­hih­li­ği ko­nu­sun­da çok ti­tiz­di. Ha­dis ri­va­yet eden­le­ri iyi­ce araş­tı­rır ve an­cak gü­ve­ni­lir olan­la­rın ri­va­yet­le­ri­ni alır­dı.

İmam Ma­lik fet­va ver­mek­te ace­le dav­ran­maz­dı. Ken­di­si­ne bir me­se­le so­rul­du­ğun­da, "Sen git ben bu me­se­le­yi araş­tı­ra­yım" der­di. Bu dav­ra­nı­şı­nın se­be­bi­ni so­ran­la­ra, "Ben fet­va­la­rın he­sa­bı­nı ve­re­ce­ğim. Çok çe­tin olan kı­ya­met gü­nün­den kor­ku­yo­rum" der­di.

Ebu Ha­ni­fe gi­bi İmam Ma­lik de ha­li­fe­ El Man­sur'un ga­za­bı­na uğ­ra­mış ve ha­pis­ha­ne­ler­de gün­ler­ce iş­ken­ce gör­müş­tür. Fa­kat, El Man­sur yıl­lar son­ra ha­ta­sı­nı an­la­ya­rak Hi­caz'da, İmam Ma­lik'ten özür di­le­miş­tir.

Öm­rü­nün son yıl­la­rı­nı ra­hat­sız­lık­lar­la ge­çi­ren İmam Ma­lik, Hic­ri 179'da Me­di­ne'de ve­fat et­miş­tir.

Gü­nü­müz­de, Trab­lus, Lib­ya, Tu­nus, Fas, Hi­caz, Mı­sır, Ce­za­yir ve Af­ri­ka sa­hil­le­rin­de Ma­li­ki mez­he­bi­ne men­sup Müs­lü­man­lar mev­cut­tur.

İmam Ma­lik'in en önem­li ese­ri 40 yıl­da yaz­dı­ğı "Mu­vat­ta"dır. 100 bin­den faz­la ha­dis üze­rin­de yap­tı­ğı ça­lış­ma­lar so­nu­cu bu ese­rin­de 1.720 ha­di­se yer ver­miş­tir. Be­di­üz­za­man Sa­id-i Nur­si, kül­li­ya­tın­da İmam-ı Ma­lik'ten ve bü­yük ese­ri Mu­vat­ta'dan öv­gü ile sö­z et­miş­tir.

 Han­be­li Mez­he­bi ve İmam Ah­med b. Han­bel

İmam Ah­med b. Han­bel, Hic­ri 164 yı­lın­da Bağ­dat'ta doğ­du. Ha­ya­tı, Ab­ba­si Dev­le­ti'nin en par­lak dö­nem­le­ri­ne rast­lar. Ba­ba­sı­nı kü­çük yaş­ta kay­bet­me­si­ne rağ­men çok par­lak bir tah­sil ha­ya­tı ge­çir­miş­tir. Bir­çok ün­lü alim­den ders al­ma­sı­na rağ­men en faz­la İmam-ı şa­fii'den et­ki­len­miş­tir. Bu yüz­den genç yaş­ta mem­le­ket mem­le­ket do­laş­ma­yı ge­rek­ti­re­cek zor bir ilim olan ha­dis il­miy­le uğ­raş­ma­ya baş­la­mış­tır.

Ken­di­si­ni ye­tiş­ti­ren ho­ca­la­rı­na kar­şı çok say­gı­lıy­dı. On­lar ha­yat­ta iken ha­dis­ler ko­nu­sun­da ken­di­si­ne ait hiç­bir gö­rü­ş açık­la­ma­dı ve ol­gun­luk ya­şı olan kırk ya­şı­na ge­le­ne ka­dar hiç­bir ko­nu­da fet­va ver­me­di. Böy­le­lik­le il­mi ve te­va­zu­su ile kı­sa sü­re­de say­gı du­yu­lan bir alim ola­rak anıl­ma­ya baş­lan­dı.

Onun soh­bet­le­ri­ni din­le­yen­ler ge­nel­de üç hu­su­sa dik­kat çe­ki­yor­lar­dı. Onun soh­bet­le­rin­de, va­kar, cid­di­yet, te­va­zu ve ru­hi hu­zur ha­kim­di. Kim­se ile alay et­me­yi sev­mez­di.

Ha­dis­le­ri, an­cak ri­va­yet et­me­si is­ten­di­ğin­de an­la­tır­dı. Yan­lış­lık yap­ma­mak için ha­dis­le­ri ak­lın­dan de­ğil, kay­na­ğın­dan okur­du.

Ta­le­be­le­ri­ne an­lat­tı­ğı ha­dis­le­rin özel­lik­le ya­zıl­ma­sı­nı is­ter­di. Ver­di­ği fet­va­lar yan­lış an­la­şı­lır dü­şün­ce­siy­le ya­zı­la­rak an­la­tıl­ma­sı­nı is­ter­di.

Öm­rü­nün so­nu­na ka­dar sap­kın akım­lar­la mü­ca­de­le et­ti. Bu yüz­den Ha­li­fe Mu'ta­sım ile ba­şı der­de gir­di. Tu­tuk­la­na­rak Bağ­dat'ta ha­pis­ha­ne­de kal­dı. Ya­şa­dı­ğı zor­luk­lar, onu hal­kın gö­zün­de da­ha da yük­sek bir ko­nu­ma ge­tir­di. Ser­best bı­ra­kıl­dık­tan son­ra bas­kı­lar de­vam et­ti. Soh­bet­le­ri ya­sak­lan­dı, na­maz kıl­mak için ca­mi­ye git­me­si­ne bi­le izin ve­ril­me­di. Ta­le­be­le­ri bi­rer bi­rer zin­da­na atıl­dı. Ayak­la­rı zin­cir­le­ne­rek Ha­li­fe­nin hu­zu­ru­na çı­ka­rıl­mak üze­re Bağ­dat'tan Tar­sus'a doğ­ru yo­la çı­ka­rıl­dı ve Hic­ri 128'de yol­da ve­fat et­ti.

Han­be­li mez­he­bi­nin çı­kı­şı sı­ra­sın­da Ha­ne­fi, Ma­li­ki, şa­fii mez­hep­le­ri­nin İs­lam ül­ke­le­rin­de yay­gın­laş­mış ol­ma­sı bu mez­he­bin ya­yıl­ma­sı­nı en­gel­le­miş­tir. Bu yüz­den mez­he­bi sa­de­ce Su­udi Ara­bis­tan'da yay­gın­dır.

İmam Ah­med b. Han­bel'in en önem­li ese­ri "Müs­ned"idir. Ha­dîs il­min­de üs­tün bir yet­ki­ye sa­hib­ti. Ez­be­rin­de bir mil­yon ha­dis-i şe­rif bu­lun­du­ğu ri­va­yet edi­lir. "Müs­ned"de otuz bin ha­dis var­dır. Bü­yük alim Ku­his­ta­nî'nin sö­zü­ne gö­re, ha­dis­le­rin sa­yı­sı el­li­bin ye­di yüz­dür. Zühd ve tak­va­sı, yük­sek ah­lâ­kı her tür­lü öv­gü­nün üs­tün­de­dir.

 

 


Mez­hep­ler Ara­sın­da İh­ti­laf Sa­nı­lan Ko­nu­lar

As­lın­da Müs­lü­man­lar için Ko­lay­lık­tır

Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at mez­hep­le­ri ara­sın­da­ki fark­lı­lık­lar İs­lam dün­ya­sı­na za­rar de­ğil ak­si­ne bü­yük fay­da sağ­la­mış­tır. Mez­hep imam­la­rı­nın her ­bi­ri ken­di iç­ti­ha­dı­nı an­lat­mış ama bir­bir­le­ri­ni or­ta­dan kal­dır­ma gi­bi bir yo­la git­me­miş­ler­dir. Ha­dis­te de be­lir­til­di­ği gi­bi say­gı için­de olu­şan bir ih­ti­la­fın rah­met ola­ca­ğı açık­tır ve ta­rih, bu­nun rah­met ol­du­ğu­nu gös­ter­miş­tir. Za­ru­ri du­rum­lar­da bir mez­hep men­su­bu­nun baş­ka bir mez­he­bi tak­lit ede­bil­me­si ko­lay­lı­ğı bu rah­me­tin en açık gös­ter­ge­si­dir.

Zi­ra Ömer b. Ab­du­la­ziz bu ko­nu ile il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

"Re­su­lul­lah'ın as­ha­bı­nın fık­hi me­se­le­ler­de ih­ti­la­fa düş­me­me­si­ni is­te­mez­dim. Çün­kü on­lar bir gö­rüş­te top­lan­sa­lar­dı in­san­lar zo­ra dü­şer­di. Bir kim­se on­lar­dan bi­ri­si­nin sö­zü­ne sa­rı­lır­sa, bu ken­di­si için sün­net olur." (Mu­ham­med Ebu Zeh­ra, İs­lam'da Si­ya­si, İti­ka­di ve Fık­hi Mez­hep­ler Ta­ri­hi, s. 21)

Ehl-i Sün­net iti­ka­dı içe­ri­sin­de, uy­gu­la­ma ala­nın­da­ki her tür­lü sa­mi­mi dü­şün­ce, iç­ti­hat ve yo­ru­mun İs­lam'ın de­ği­şik çev­re ve coğ­raf­ya­la­ra ya­yıl­ma­sı­nı ko­lay­laş­tır­dı­ğı bi­li­nen bir ger­çek­tir.

Sa­ha­be­nin fark­lı yo­rum­la­rı­na ze­min ha­zır­la­yan se­bep­le­rin en ba­şın­da ha­dis­le­rin de­ği­şik yo­rum­lan­ma­sı ge­lir. İs­lam'ın, Ku­ran'dan son­ra en önem­li kay­na­ğı sünnet, ya­ni ha­dis­ler­dir. Mez­hep imam­la­rı sünnete sa­rıl­ma­nın öne­mi üze­ri­nde dur­muş ve sünnetten ko­pan­la­rın hüs­ra­na uğ­ra­ya­ca­ğı­nı söy­le­miş­ler­dir.

Mez­hep imam­la­rı, Sün­net-i Se­niy­ye'ye uy­ma­nın öne­mi­ni şu söz­le­riy­le vur­gu­la­mış­lar­dır.

İmam-ı Azam, "İç­le­rin­de ha­dis­le meş­gul olan­lar bu­lun­du­ğu müd­det­çe in­san­lar kur­tul­muş­lar­dır. Ne za­man il­mi, ha­di­sin dı­şın­da arar­lar­sa, o za­man bo­zu­lur­lar. Al­lah'ın di­ni ile il­gi­li bir ko­nu­da şah­si gö­rü­şü­nü­ze gö­re hü­küm ver­mek­ten sa­kı­nı­nız, sün­ne­te ta­bi olu­nuz. Kim sün­net­ten ay­rı­lır­sa sa­pı­tır." (Eş-şa'ra­ni, el-Mi­za­nü'l Küb­ra, 1:51)

İmam şa­fii, "Re­su­lul­lah'tan bir ha­dis ri­va­yet et­ti­ğim hal­de o ha­dis­ten baş­ka bir hük­me va­rır­sam, be­ni han­gi gök­yü­zü göl­ge­len­di­rir, han­gi yer­yü­zü ta­şır."

İmam Ma­lik, "Sün­net­ler Nuh'un ge­mi­si gi­bi­dir. Kim o ge­mi­ye bi­ner­se kur­tu­lur, kim bin­mez­se bo­ğu­lur."

İmam Ah­med bin Han­bel, "Bir çok bid'at or­ta­ya çık­tı. Her kim ha­dis bil­mi­yor­sa o bid'at­la­ra dü­şer."

Ehl-i Sün­net mez­hep­ imam­la­rı­nın, sünnetin fa­zi­le­ti ko­nu­sun­da ara­la­rın­da bir ay­rı­lık yok­tur. An­cak ki­mi za­man bu ha­dis­le­ri an­la­ma­da bir­bi­rin­den fark­lı gö­rüş­ler or­ta­ya çık­mış­tır. Bu­nun ya­nı­sı­ra mez­hep imam­la­rı­nın ha­dis bil­gi­si­nin bir­bi­rin­den faz­la ve­ya fark­lı olu­şu de­ği­şik hü­küm­le­rin çık­ma­sı­na se­be­bi­yet ver­miş­tir. Mez­hep imam­la­rı bir ko­nu ken­di­le­ri­ne ulaş­tı­rıl­dı­ğın­da ilk ön­ce Ku­ran'a baş­vu­rur­lar­dı. Ku­ran'da o ko­nu ile il­gi­li hük­me rast­la­ma­dı­kla­rın­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne ba­kı­lır­dı. Sünnet­te de bu­lu­na­maz­sa sa­ha­be­nin o me­se­le­de­ki tav­rı­na ba­kı­lır­dı. Bun­dan da bir so­nuç alı­na­maz­sa, iç­ti­hat ile ka­rar ve­ri­lir­di. İç­ti­had­lar fark­lı ola­bil­di­ği için mez­hep­ler ara­sın­da ba­zı fark­lı­lık­lar mey­da­na gel­miş­tir.

Tek­nik ola­rak ha­dis­le­rin tam ola­rak bir ki­şi ta­ra­fın­dan bi­li­ne­bil­me­si im­kan­sız­dır. Ni­te­kim İmam şa­fii şöy­le söy­le­miş­tir.

"Sün­net­le­rin hep­si­ni bi­len, bil­me­di­ği ha­dis ol­ma­yan her­han­gi bi­ri­si­ni bil­mi­yo­rum. Bü­tün ha­dis alim­le­ri­nin ilim­le­ri bir ara­ya ge­ti­ri­lir­se o za­man bü­tün sün­net bi­lin­miş olur. Alim­le­rin ha­dis­le­ri da­ğı­nık ol­du­ğu­na gö­re, her ali­min bil­me­di­ği ha­dis el­bet­te ola­cak­tır. Bi­ri­nin bil­me­di­ği ha­dis­le­ri bir baş­ka­sı bil­mek­te­dir."

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ki­mi za­man yap­tı­ğı fi­il­ler ba­zı­la­rı­na gö­re zo­run­lu iba­det kap­sa­mın­da gö­rül­müş, ba­zı­la­rı­na gö­re na­fi­le ola­rak yo­rum­lan­mış­tır. Ehl-i Sün­net mez­hep­le­rin­de bu­nun bir çok ör­ne­ği bu­lun­mak­ta­dır. Ay­rı­ca Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in yap­tı­ğı bir ha­re­ke­ti tam an­la­ya­ma­mak ya da ha­re­ke­tin ya­rı­sın­dan iti­ba­ren şa­hit ol­mak ba­zı fark­lı­lık­la­ra se­be­bi­yet ver­miş­tir.

Sa­ha­be­le­rin söz­le­ri mez­hep­ler ara­sın­da­ki fark­lı­lık­la­rın di­ğer bir un­su­ru­dur. Me­se­la Ha­ne­fi ve Ma­li­ki­ler sa­ha­be­nin söz­le­ri­ni kı­ya­sa ter­cih eder­ler­ken şa­fi­iler sa­ha­be sö­zü­nü ba­zı du­rum­lar­da ka­bul et­mez­ler. Bu du­rum fark­lı fet­va­la­rın oluş­ma­sı­na ne­den olur.

Bü­tün bun­la­rın ya­nı­sı­ra fark­lı ik­li­min, coğ­ra­fi özel­lik­le­rin, örf ve adet­le­rin mez­hep­ler ara­sın­da­ki fark­lı­lı­ğın oluş­ma­sın­da bü­yük et­ken ol­du­ğu bir ger­çek­tir.

Mez­hep imam­la­rı, ih­ti­laf­la­rı­ şah­si ar­zu­la­rı­nın çok dı­şın­da tut­muş­lar ve yal­nız­ca Al­lah (cc) rı­za­sı­nı gö­zet­miş­ler­dir. Hep­si de sa­de­ce ken­di gö­rüş­le­ri­nin doğ­ru ol­du­ğu­nu id­dia et­me­miş, böy­le ol­ma­sı­nın da­ha uy­gun ola­bi­le­ce­ği­ni söy­le­miş­ler­dir.

Ni­te­kim İmam-ı Azam şöy­le söy­le­miş­tir:

"Bi­zim dü­şün­ce­miz bir gö­rüş­ten iba­ret­tir ve el­de et­ti­ği­miz en gü­zel gö­rüş­tür. Bi­ri­si bi­zim gö­rü­şü­mü­zün da­ha gü­ze­li­ni or­ta­ya ko­yar­sa, biz­den çok ona uyul­ma­sı ge­re­kir." (Mu­ham­med Ebu Zeh­ra, İs­lam'­da Si­ya­si, İti­ka­di ve Fık­hi Mez­hep­ler Ta­ri­hi, s. 354)

Mez­hep imam­la­rı­nın ha­yat­la­rı in­ce­len­di­ğin­de bir­bir­le­ri­ni in­cit­mek bir ya­na, da­ima bir­bir­le­rin­den is­ti­fa­de et­tik­le­ri ve ara­la­rın­da say­gı ba­ğı ol­du­ğu gö­rü­lür. Ömer Na­su­hi Bil­men, İl­mi­ha­lin­de bu say­gı­nın Ehl-i Sün­net'in bir ala­me­ti ol­du­ğu­nu şöy­le bil­dir­mek­te­dir:

... Bu dört müç­te­hi­de ait dört mez­heb­den her bi­ri­nin bağ­lı­la­rı, ken­di mez­heb­le­ri­nin da­ha doğ­ru, da­ha isa­bet­li, sün­net ve mas­la­ha­ta da­ha uy­gun ve da­ha el­ve­riş­li ol­du­ğu­na ina­nır. Ak­si hal­de o mez­he­bi seç­me­le­ri­nin bir ma­na­sı kal­maz. Bu­nun­la be­ra­ber di­ğer mez­heb­le­rin kıy­me­ti­ni azalt­mak da akıl­la­rın­dan geç­mez. Bu dört mez­he­bin dör­dü­ne de say­gı du­yar­lar. Bu say­gı Ehl-i Sün­net'in bir alâ­me­ti­dir. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, s.42)

Mez­hep­le­rin ara­la­rın­da­ki ih­ti­laf yı­kı­cı de­ğil ya­pı­cı­dır. Ay­rı­ca bu ih­ti­laf Al­lah (cc)'ın "ay­rı­lı­ğa düş­me­yin" em­riy­le çe­liş­mez, çün­kü da­ha ön­ce de be­lir­tti­ği­miz gi­bi mez­hep­le­rin bir­den faz­la olu­şu, ina­nan­lar için her za­man rah­met ol­muş­tur.

 

 


SÜN­NE­TİN MÜ­DA­FA­ASI

 

 

Sünnetin Delil Oluşu Bir Zarurettir

Be­di­üz­za­man, 11. Le­ma'da Sün­ne­t-i Se­niy­ye'yi şu şe­kil­de açık­lı­yor:

Re­sul-i Ek­rem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm fer­man et­miş: "Fe­sad-ı üm­me­tim za­ma­nın­da kim be­nim sün­ne­ti­me te­mes­sük et­se (sa­rıl­mak), yüz şe­hi­din ec­ri­ni, se­va­bı­nı ka­za­na­bi­lir." Evet Sün­net-i Se­niy­ye­'ye it­ti­ba, mut­la­ka gâ­yet kıy­met­dar­dır. Hu­su­san bid'at­la­rın is­ti­lâ­sı za­ma­nın­da Sün­net-i Se­niy­ye­'ye it­ti­ba et­mek da­ha zi­ya­de kıy­met­dar­dır. Hu­su­san fe­sad-ı üm­met za­ma­nın­da Sün­net-i Se­niy­ye'­nin kü­çük bir âdâ­bı­na mü­râ­at et­mek (uy­mak), ehem­mi­yet­li bir tak­vâ­yı ve kuv­vet­li bir îma­nı ih­sas edi­yor. Doğ­ru­dan doğ­ru­ya sün­ne­te it­ti­ba et­mek (tabi olmak), Re­sul-i Ek­rem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm'ı ha­tı­ra ge­ti­ri­yor. O ih­tar­dan o hâ­tı­ra, bir hu­zûr-u İlâ­hî hâ­tı­ra­sı­na in­kı­lab eder. Hat­ta en kü­çük bir mu­ame­le­de, hat­ta ye­mek, iç­mek ve yat­mak âdâ­bın­da Sün­net-i Se­niy­ye­'ye mü­râ­at et­ti­ği da­ki­ka­da, o âdi mu­ame­le ve o fıt­rî amel, se­vab­lı bir iba­det ve şer'î bir ha­re­ket olu­yor. Çün­ki o âdi ha­re­ke­tiy­le Re­sul-i Ek­rem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm'a it­ti­ba­ını (ta­bi ol­ma) dü­şü­nü­yor ve şe­ri­atın bir ede­bi ol­du­ğu­nu ta­sav­vur eder ve şe­ri­at sa­hi­bi o ol­du­ğu ha­tı­rı­na ge­lir. Ve on­dan şâ­ri-i ha­ki­kî olan Ce­nab-ı Hakk'a kal­bi mü­te­vec­cih olur, bir ne­vi hu­zur ve iba­det ka­za­nır.

İş­te bu sır­ra bi­na­en Sün­net-i Se­niy­ye'­ye it­ti­baı ken­di­ne âdet eden, âdâ­tı­nı (ya­pı­lan iş­ler) iba­de­te çe­vi­rir, bü­tün öm­rü­nü se­me­re­dar (gü­zel ne­ti­ce­ler do­ğu­ran) ve se­vab­dar ya­pa­bi­lir... (Le­ma­lar, 11. Le­ma, s. 48-60, En­var Neş­ri­yat)

Sün­netin de­lil olu­şu di­ni bir za­ru­ret­tir. Bu de­lil­ler çe­şit­li­dir ve hep­si de ke­sin­leş­miş, Ehl-i Sün­net alim­le­ri ta­ra­fın­dan it­ti­fa­ken ka­bul edil­miş­ler­dir. Sün­netin din­de de­lil ol­du­ğu­nu gös­te­ren ye­di mad­de var­dır.

1. İs­met (Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ha­ta yap­ma­ya­ca­ğı)

2. Sa­ha­be­nin, Hz. Pey­gam­ber (sav)'in sünneti­ne sa­rıl­ma­la­rı­nı Al­lah (cc)'ın tas­vip ve tas­dik et­me­si

3. Ku­ran-ı Ke­rim

4. Sün­net-i şe­rif

5. Ku­ran Sün­net-i Se­niy­ye ile an­la­şı­lır

6. Sün­ne­t de va­hiy kay­nak­lı­dır

7. İc­ma

 

Bi­rin­ci De­lil: İs­met

Bi­rin­ci de­lil, Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ma­sum ve ha­ta­dan uzak ol­ma­sı, ya­ni İs­met ma­ka­mın­da ol­ma­sı­dır. O, teb­li­ği ze­de­le­ye­cek şey­le­ri kas­ten yap­mak­tan ma­sum­dur ve yi­ne sa­hih gö­rü­şe gö­re bu ko­nu­da ha­ta ve ya­nıl­gı­ya düş­mek­ten de ko­run­muş­tur. Bu şu­nu ge­rek­ti­rir: Teb­liğ ile il­gi­li her ha­ber doğ­ru­dur, Al­lah (cc) Ka­tın­da­ki­ne uy­gun­dur ve ona ta­bi ol­mak va­cip­tir. Bü­tün bu ha­ber­ler ya­lan­dan ko­run­muş­tur.

Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ah­ka­ma (hü­küm­le­re) da­ir söy­le­di­ği söz­le­ri de yi­ne ya­lan­dan ko­run­muş, di­ni de­lil­ler­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz'in, "Ey in­san­lar ben si­ze an­cak Al­lah'ın em­ret­ti­ği­ni em­re­di­yor ve O'nun si­ze ya­sak­la­dık­la­rın­dan neh­ye­di­yo­rum." sö­zü, O'nun ha­ta­dan ko­run­muş ol­du­ğu­nun bir de­li­li­dir.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in teb­liğ ile il­gi­li ha­ber­le­rin­de ma­sum olu­şu, bü­tün sünnet çe­şit­le­ri­nin de­lil ol­du­ğu­nu is­pat et­me­de, tek ba­şı­na bi­ze yet­mek­te­dir. Çün­kü her bi­ri as­lın­da teb­liğ­dir. Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ha­ya­tı­nın ta­ma­mı, İs­lam'ın rü­kün­le­ri­ni oluş­tu­rur. Sos­yal ya­şan­tı­sı, ai­le ha­ya­tı, ar­ka­daş­la­rı, sa­vaş­la­rı, ye­me iç­me­si vs hep­si di­nin içer­sin­de ve di­ni açık­la­yan üm­me­te ör­nek teş­kil eden dav­ra­nış­lar bü­tü­nü­dür.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in teb­li­ğe ait ha­ber­le­rin dı­şın­da, teb­li­ği ze­de­le­ye­cek şey­ler­den ko­run­muş ol­ma­sı, onun bü­tün bu fi­il, tas­vip, emir ve tav­si­ye­le­ri ve ne­hiy­le­ri­nin de biz­zat de­lil ol­ma­sı­nı ge­rek­li kıl­mak­ta, bu­nun için baş­ka bir ha­be­re ih­ti­yaç du­yul­ma­mak­ta­dır. Kut­lu Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) ha­ta yap­mak­tan ko­run­muş­tur, İs­met ma­ka­mı ile şe­ref­len­di­ril­miş­tir.

 

İkin­ci de­lil: Sa­ha­be­nin, Hz. Pey­gam­ber (sav)'in

sünneti­ne sa­rıl­ma­la­rı­nı Al­lah (cc)'ın tas­vip ve

tas­dik et­me­si

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), üm­me­ti­ni sünneti­ne sa­rıl­ma­ya teş­vik edip on­la­rı, ken­di­si­ne mu­ha­le­fet­ten sa­kın­dı­rı­yor­du. Sa­ha­be-i Ki­ram da her ko­nu­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in em­ri­ne ka­tık­sız­ca ita­at edi­yor, O'na uyu­yor, bü­tün söz, fi­il ve tas­vip­le­rin­de ken­di­si­ne ta­bi olu­yor­du. O'ndan (sav) ge­len her şe­yi ita­at ge­rek­ti­ren ko­nu­lar ola­rak alı­yor ve her ha­re­ke­ti­ni di­ni bi­rer de­lil ola­rak al­gı­lı­yor­lar­dı.

Dün­ye­vi me­se­le­ler­de iç­ti­hat ge­rek­ti­ren bir ko­nu ol­du­ğun­da da bu­nun ni­çin ve na­sıl ol­du­ğu ko­nu­sun­da Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'e da­nı­şıp, is­ti­şa­re edi­yor­lar­dı.

Ba­zen de bir hü­küm ken­di­le­ri ta­ra­fın­dan an­la­şıl­ma­yın­ca, hik­me­ti­ni an­la­mak için onu Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'e so­rup ha­ki­ka­ti­ni an­la­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar­dı.

Bu­nun­la bir­lik­te on­lar, baş­la­rı­na ge­len bir ha­di­se­de, çö­züm için sa­de­ce Ku­ran ile ye­tin­mi­yor­lar­dı. Her ko­nu­da sor­ma im­ka­nı bul­duk­la­rı müd­det­çe Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'e da­nı­şı­yor­lar­dı.

Sa­ha­be­ler­den bi­ri­si, uzak­ta bu­lun­du­ğun­da ba­şı­na bir ha­di­se ge­lir­se, bu ko­nu­nun çö­zü­mü için ön­ce Ku­ran'da ce­va­bı­nı araş­tı­rır, on­da bu­la­maz­sa sünnette araş­tı­rır, ora­da da bir ce­vap bu­la­maz­sa ken­di gö­rü­şüy­le iç­ti­hat eder­di. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ya­nı­na dön­dü­ğü za­man da du­ru­mu ken­di­si­ne arz eder, eğer iç­ti­ha­dın­da isa­bet­li ise tas­dik gö­rür, ha­ta­lı ise Re­sul­lul­lah (sav) ha­ta­sı­nı gös­te­rir, böy­le­ce o da ha­ta­sın­dan dö­ner­di.

Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) ve Sa­ha­be-i Ki­ram za­ma­nın­da ce­re­yan eden bü­tün olay­la­rı Ce­nab-ı Al­lah (cc) tas­vip et­miş ve bu dav­ra­nış­la­rın­da ha­ta et­tik­le­ri­ni açık­la­ma­mış­tır. Vah­yin in­di­ği bir dö­nem­de Ce­nab-ı Al­lah (cc)'ın bir şe­yi tas­vip et­me­si va­hiy de­re­ce­sin­de kuv­vet­li bir de­lil­dir.

 

Üçün­cü de­lil: Ku­ran-ı Ke­rim

Al­lah (cc)'ın hak Ki­ta­bı Ku­ran-ı Ke­rim, sünnetin de­lil olu­şu­nu ke­sin ola­rak ifa­de eden bir­çok ayet-i ke­ri­me ile do­lu­dur.

Bu ayet-i ke­ri­me­ler bir­kaç gru­ba ay­rı­lır. Ba­zen bir ayet bir­den faz­la gru­ba da da­hil ola­bil­mek­te­dir.


Bi­rin­ci Grup Ayet­ler:

Bun­lar Hz. Pey­gam­ber (sav)'e iman et­me­nin va­cip ol­du­ğu­nu gös­te­ren ayet­ler­dir.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'e iman ile an­la­tıl­mak is­te­nen, O'nun pey­gam­ber­li­ği­ni ve Ku­ran'da zik­ri geç­sin geç­me­sin, O'nun Al­lah (cc) Ka­tın­dan ge­tir­di­ği bü­tün şey­le­ri tas­dik ve ka­bul et­mek­tir. Pey­gam­be­re uy­ma­ma­nın ve ver­di­ği hük­me ra­zı ol­ma­ma­nın iman­la bağ­daş­ma­ya­ca­ğı­nı ifa­de eden ayet­ler de bu grup­tan­dır:

 

"Şu hal­de Al­lah'a, O'nun Re­sû­lü'ne ve in­dir­di­ği­miz nur (Kur'an)a iman edin. Al­lah yap­tık­la­rı­nız­dan ha­ber­dâr­ dır." (Teğabün Suresi,

 

De ki: "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. O'na iman edin ki hidayete ermiş olursunuz." (Araf Suresi, 158)

 

Kadı ıyaz (544/1149) demiştir ki: "Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'e (sav) iman, kesin bir farzdır. ıman ancak onunla tamam olur ve ancak onunla sıhhat bulur."

İmam Şafi (204/819) demiştir ki: "Allah Teala, kendisine ve Resulü'ne imanı, diğer bütün amellerin başlangıcı ve kamil imanın kaynağı yapmıştır. Bir kul Allah'a iman edip de Resulü'ne iman etmezse, imanı tamam ve sahih olmaz. Hatta kabul görmez."

İbn Kayyim el Cevziyye (751/1350) ise bu konuda şöyle demektedir: "Allah Teala, Ashab-ı Kiram'ın, Hz. Peygamber ile toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılmıştır. Dolayısıyla O'nun izni olmadan ilmi bir mezhebe ve hükme gitmemeleri imanın bir gereği olmaktadır..." (El Muvakkiin, 1, 58)

 

İkinci Grup Ayetler:

Bu gruptaki ayetler, Hz. Peygamber (sav)'in, Allah (cc)'ın hükmüne uygun olarak Kuran'ı açıklayıcı ve şerh edici olduğunu ve Hz. Peygamber (sav)'in ümmetine kitabı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini gösteren ayetlerdir. ımam afi ve diğer alimler hikmete sünnet anlamını vermişlerdir.

Ayetlerde Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

 

Biz Ki­tab'ı an­cak, hak­kın­da ih­ti­la­fa düş­tük­le­ri şe­yi on­la­ra açık­la­man ve ina­nan bir kav­me rah­met ve hi­da­yet ol­ma­sı dı­şın­da (baş­ka bir amaç­la) in­dir­me­dik. (Nahl Su­re­si, 64)

 

An­dol­sun ki Al­lah, mü'min­le­re, iç­le­rin­de ken­di­le­rin­den on­la­ra bir pey­gam­ber gön­der­mek­le lü­tuf­ta bu­lun­muş­tur. (Ki O) On­la­ra ayet­le­ri­ni oku­yor, on­la­rı arın­dı­rı­yor ve on­la­ra Ki­ta­bı ve hik­me­ti öğ­re­ti­yor. On­dan ön­ce on­lar apa­çık bir sa­pık­lık için­dey­di­ler. (Al-i İm­ran Su­re­si, 164)

 

İmam şa­fi de­miş­tir ki: "Al­lah Te­ala, Ki­tap de­yin­ce Ku­ran'ı, hik­met ile de -gö­rüş­le­ri­ne ka­tıl­dı­ğın ehl-i Ku­ran alim­le­ri gi­bi- Hz. Pey­gam­ber (sav)'in sün­ne­ti­ni kas­tet­miş­tir. Bu gö­rüş Ku­ran'ın ifa­de­si­ne uy­mak­ta­dır. Al­lah en iyi­si­ni bi­lir. Çün­kü Ku­ran, ön­ce Ku­ran'ı, pe­şin­den de Hik­met'i zik­ret­miş­tir. Al­lah Te­ala da ken­di­le­ri­ne, Ki­tap ve Hik­met'i öğ­ret­mek­le kul­la­rı­na yap­tı­ğı ih­sa­nı zik­ret­mek­te­dir. Al­lah, en doğ­ru­su­nu bi­lir. Bu­ra­da­ki hik­me­tin Hz. Pey­gam­ber (sav)'ın sün­ne­tin­den baş­ka bir şey ol­du­ğu­nu söy­le­mek de uy­gun de­ğil­dir. Se­be­bi şu­dur: Al­lah Te­ala hik­me­ti Ku­ran'la yan ya­na zik­ret­miş­tir. Ay­rı­ca Pey­gam­be­ri­ne ita­ati ve her­ke­se onun em­ri­ne uy­ma­yı farz kıl­mış­tır. Allah'ın Ki­ta­bı ve Re­su­lü'nün sün­ne­tin­den baş­ka hiç­bir söz için farz de­nil­me­si ca­iz de­ğil­dir." (İmam şa­fii, er Ri­sa­le, 78)

 

Üçün­cü Grup Ayet­ler:

Bu grup­ta­ki ayet­ler, Hz. Pey­gam­ber (sav)'e emir ve ne­hiy­le­rin­de mut­lak ola­rak uy­ma­nın va­cip, O'na ita­atin Al­lah (cc)'a ita­at ol­du­ğu­nu gös­te­ren, ken­di­si­ne mu­ha­le­fet­ten ve sünneti­ni de­ğiş­tir­mek­ten sa­kın­dı­ran ayet­ler­dir:

 

Al­lah'a ve el­çi­si­ne ita­at edin, ki mer­ha­met olu­na­sı­nız.  (Al-i İm­ran Su­re­si, 132)

 

Ey iman eden­ler, Al­lah'a ita­at edin, Re­sûl'e ita­at edin ve ken­di amel­le­ri­ni­zi ge­çer­siz kıl­ma­yın. (Mu­ham­med Su­re­si, 33)

 

Al­lah'a ita­at edin, pey­gam­be­re de ita­at edin ve sa­kı­nın. Eğer yüz çe­vi­rir­se­niz, bi­lin ki, el­çi­mi­ze dü­şen, an­cak apa­çık bir teb­liğ­dir. (Ma­ide Su­re­si, 92)

 

İbn Kay­yim el Cev­ziy­ye (751/1350) de­miş­tir ki: "Al­lah Te­ala Ken­di­si­'ne ve Re­su­lü'ne ita­ati em­ret­ti. Pey­gam­be­re em­ret­tik­le­ri­ni, Ki­tab'a ar­zet­mek­si­zin bi­za­ti­hi ken­di­si­ne ita­atin va­cip ol­du­ğu­nu bil­dir­mek için 'pey­gam­be­re de ita­at edi­niz' bu­yu­ra­rak "ita­at" em­ri­ni tek­rar­la­dı. Hz. Pey­gam­ber (sav) bir emir ver­di­ği za­man, o emir Ku­ran'da bu­lun­sun bu­lun­ma­sın, mut­lak ve müs­ta­kil ola­rak ken­di­si­ne ita­atin va­cip ol­du­ğu­nu bil­dir­di. Çün­kü O'na, Ki­tap ve be­ra­be­rin­de ben­ze­ri de­ğer­de sün­net ve­ril­miş­tir."

Ku­ran'da Rab­bi­miz Re­sul'e ita­atin öne­miy­le il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

Sa­na iyi­lik­ten her ne ge­lir­se Al­lah'tan­dır, kö­tü­lük­ten de sa­na ne ge­lir­se o da ken­din­den­dir. Biz se­ni in­san­la­ra bir el­çi ola­rak gön­der­dik; şa­hid ola­rak Al­lah ye­ter. Kim Re­sûl'e ita­at eder­se, ger­çek­te Al­lah'a ita­at et­miş olur. Kim de yüz çe­vi­rir­se, Biz se­ni on­la­rın üze­ri­ne ko­ru­yu­cu gön­der­me­dik. (Ni­sa Su­re­si, 79-80)

 

Dör­dün­cü Grup Ayet­ler:

Bu grup­ta­ki ayet­ler, Hz. Pey­gam­ber (sav)'den bil­di­ri­len bü­tün söz ve ha­re­ket­ler­de O'na ta­bi ol­ma­nın ve ken­di­si­ni ör­nek al­ma­nın va­cip ol­du­ğu­nu, Al­lah (cc)'ın mu­hab­be­ti­nin tah­si­si için O'na uy­ma­nın ge­rek­li ol­du­ğu­nu gös­te­ren ayet­ler­dir.

 

De ki: "Eğer siz Al­lah'ı se­vi­yor­sa­nız ba­na uyun; Al­lah da si­zi sev­sin ve gü­nah­la­rı­nı­zı ba­ğış­la­sın. Al­lah ba­ğış­la­yan­dır, esir­ge­yen­dir." (Al-i İm­ran Su­re­si, 31)

An­dol­sun, si­zin için, Al­lah'ı ve ahi­ret gü­nü­nü uman­lar ve Al­lah'ı çok­ça zik­re­den­ler için Al­lah'ın Re­sû­lü'nde gü­zel bir ör­nek var­dır. (Ah­zab Su­re­si, 21)

 

Mu­ham­med b. Ali Ha­kim et Tir­mi­zi de­miş­tir ki: "Hz. Pey­gam­ber (sav)'i ör­nek al­mak, O'na uy­mak sün­ne­ti­ne ta­bi ol­mak ve söz­de ve­ya fi­il­de ken­di­si­ne mu­ha­le­fet et­me­mek­tir." 

 

Dör­dün­cü De­lil: Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Sün­neti

Sün­netin de­lil olu­şu­nu gös­te­ren bir­çok ha­dis-i şe­rif ve ri­va­yet­ler var­dır. Bun­la­rı da üç grup­ta top­la­ya­bi­li­riz:

 

Bi­rin­ci grup ha­dis­ler:

Hz. Pey­gam­ber (sav) ken­di­si­ne, Ku­ran ve onun dı­şın­da ha­dis ola­rak vah­ye­di­len şey­ler­de ya­lan söy­le­mek­ten uzak­tır.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in açık­la­dı­ğı ve or­ta­ya koy­du­ğu hü­küm­ler, Al­lah Te­ala (cc)'nın hük­müy­le oluş­muş­tur. O'nun Ka­tın­dan gel­miş­tir. Re­su­lul­lah (sav)'ın bi­za­ti­hi ken­din­den de­ğil­dir.

Sün­net'le amel, Ku­ran ile amel de­mek­tir.

Al­lah Te­ala (cc), üm­me­te Hz. Pey­gam­ber (sav)'in sö­zü­nü alıp uy­gu­la­ma­yı, O'nun em­ri­ne ita­ati ve sünnetine uy­ma­yı em­ret­miş­tir.

Kim, Hz. Pey­gam­ber (sav)'e ita­at eder, sünneti­ne uyar­sa, Al­lah (cc)'a ita­at et­miş, hi­da­ye­t bul­muş olur.

İman, an­cak O'nun ge­tir­di­ği şey­le­re bü­tü­nüy­le uy­mak­la ta­mam olur. O'ndan hak­kın dı­şın­da bir şey çık­maz. Hi­da­yet yo­lu­nun en ha­yır­lı­sı, O'nun ge­tir­di­ği yol­dur.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ge­tir­me­di­ği ve tas­vip et­me­di­ği, in­san­la­rın ken­di he­va ve he­ves­le­ri­ne gö­re icat et­tik­le­ri her­şey, bi­dat­tir, ka­bul gör­mez, uy­gu­lan­maz.

İmam Bey­ha­ki, Med­hal ad­lı ki­ta­bın­da, Tal­ha bin Nü­day­le'nin şöy­le de­di­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir:

"Kıt­lık ol­du­ğu yıl, (aşı­rı pa­ha­lı­lık kar­şı­sın­da) ba­zı­la­rı, Hz. Pey­gam­ber (sav)'e ge­le­rek, "Ya Re­su­lul­lah! Biz­ler için fi­yat­la­ra narh ko­yun" de­di­ler. Hz. Pey­gam­ber (sav) de: "Allah, em­ret­me­di­ği bir sünneti (uy­gu­la­ma­yı) siz­le­re sün­net ola­rak koy­ma­mı ben­den is­te­mi­yor. Fa­kat siz, Allah'tan lut­fuy­la si­ze ge­niş­lik ver­me­si­ni is­te­yi­niz."

İbn-i Hib­ban (354/966), Ab­dul­lah bin Ömer'den O'nun şöy­le de­di­ği­ni işit­ti­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir:

Hz. Pey­gam­ber (sav) bu­yur­du­lar ki: "Her amel için bir dinç­lik ve iş­ti­yak za­ma­nı var­dır. Kim ön­ce­ki ame­lin­de­ki dinç­lik ve iş­ti­ya­kı ke­si­lin­ce ye­ni ame­lin­de be­nim sünneti­me yö­ne­lir­se o, doğ­ru­yu bul­muş olur. Kim de sünnetin dı­şı­na yö­ne­lir­se he­lak ol­muş olur." (Ah­met ibn-i Han­bel, Müs­ned, 2, 158)

İbn Ab­dül­berr, Ke­sir b. Amr b. Avf'dan, o da ba­ba­sın­dan, o da de­de­sin­den, O'nun şöy­le de­di­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir:

Hz. Pey­gam­ber (sav) şöy­le bu­yur­du: "Si­ze ken­di­si­ne ya­pış­tı­ğı­nız za­man as­la sa­pıt­ma­ya­ca­ğı­nız iki şey bı­rak­tım: Al­lah'ın ki­ta­bı ve Re­su­lü'nün sünneti." (Su­yu­ti, Ca­mi­us Sa­ğir, ha­dis no: 3282)

Bey­ha­ki, Med­hal'de, Ab­dul­lah b. Amr (ra)'dan, O'nun şöy­le de­di­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'den duy­du­ğum her şe­yi ez­ber­le­mek is­te­ye­rek ya­zı­yor­dum. Ku­reyş be­ni bun­dan neh­yet­ti ve: "Sen Re­su­lul­lah (sav)'tan duy­du­ğun her şe­yi ya­zı­yor­sun. Hal­bu­ki o da bir in­san, kız­gın­lık, ve hoş­nut­luk hal­le­rin­de ko­nuş­tu­ğu olur (hep­si­nin ya­zıl­ma­sı doğ­ru ol­maz)" de­di­ler. Bu­nun üze­ri­ne ben de yaz­ma­yı bı­rak­tım. Du­ru­mu Allah Re­su­lü'ne (sav) söy­le­dim, o da bu­yur­du­lar ki: "Yaz, nef­si­mi kud­re­ti elin­de tu­tan Al­lah'a ye­min ede­rim ki, on­dan (eliy­le ağ­zı­na işa­ret et­ti) hak­tan baş­ka­sı çık­maz." (İbn Ab­dül­berr, Be­yan-ül İlm, 2, 27)

 

İkin­ci grup ha­dis­ler:

Bu grup­ta­ki ha­dis­le­rin or­tak ko­nu­la­rı, mü­min­le­rin, Hz. Pey­gam­ber (sav)'in sünneti­ne uy­ma­la­rı ile doğ­ru­yu bu­la­cak­la­rı, sa­de­ce Ku­ran'ı alıp onun­la amel­den neh­ye­dil­me ve sünneti terk ede­rek ken­di gö­rü­şü ile ye­tin­mek­ten neh­ye­dil­me ola­rak özet­le­ne­bi­lir.

Müs­lim, Ra­fi b. Hu­deyç'den (ra) Ra­su­lul­lah'ın (sav) şöy­le bu­yur­du­ğu­nu ri­va­yet et­miş­tir:

"Siz dün­ya iş­le­ri­ni iyi bi­lir­si­niz. Ben de din­le il­gi­li iş­le­ri en iyi bi­le­nim. Si­ze di­ni­niz­le il­gi­li bir şey em­ret­ti­ğim za­man onu alıp ya­pı­nız." (Müs­lim, Fe­da­il, 140)

 

Üçün­cü grup ha­dis­ler:

 Bu grup­ta­ki ha­dis­ler ise, Hz. Pey­gam­ber (sav)'in söz­le­ri­nin din­len­me­si, on­la­rın ez­ber­len­me­si ve on­la­rı ken­di as­rın­da ya­şa­yan­la­rın, da­ha son­ra ge­le­cek olan­la­ra teb­liğ et­me­siy­le il­gi­li emir­le­ri­ni ve bu işi ya­pan­la­ra bü­yük bir ecir (mü­ka­fat) va­adi­ni ifa­de eden­ler­dir.

O'nun bu emir­le­ri, sünnetin de­lil ol­ma­sı­nı ge­rek­li kıl­mak­ta­dır.

Bey­ha­ki (451/1066) de­miş­tir ki: "şa­yet sünnetin de­lil olu­şu sa­bit ve za­ru­ri ol­ma­say­dı, Hz. Pey­gam­ber (sav), ve­da hut­be­sin­de, ken­di­si­ni din­le­yen­le­re, din­le­ri­ni il­gi­len­di­ren iş­le­ri öğ­ret­tik­ten son­ra: "Dik­kat! Söz­le­ri­mi teb­liğ edin, de­mez­di."

El Mak­di­si, El Hüc­ce'de, Ebu Hu­rey­re (ra)'den: Hz. Pey­gam­ber (sav)'in şöy­le bu­yur­du­ğu­nu ri­va­yet eder: "Kim üm­me­tim için ken­di­le­ri­ne di­ni iş­le­rin­de fay­da­sı ola­cak kırk ha­dis ez­ber­ler­se, kı­ya­met gü­nü alim­ler­le be­ra­ber haş­re­di­lir." (Ebu Nu­aym, Hil­ye, 4, 189)

 

Be­şin­ci De­lil: Ku­ran, Sün­net-i Se­niy­ye ile an­la­şı­lır

Ken­di­si­ne bir va­hiy gel­me­yen ve Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan va­hiy­le des­tek­len­me­yen hiç­bir kim­se­nin, sa­de­ce Ku­ran'dan, İs­lam di­ni­nin hü­küm ve taf­si­la­tı­nı an­la­ma­sı müm­kün de­ğil­dir. Bu­nun için o kim­se­ye va­hiy yo­luy­la ge­len ve­ya Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ken­di iç­ti­ha­dıy­la Ku­ran'dan çı­kar­dı­ğı ve Al­lah Te­ala (cc)'nın tas­vip et­ti­ği sünnete bak­ma­sı ge­re­kir. An­cak bu şe­kil­de, Al­lah (cc)'ın mu­ra­dı­nı an­la­mak ve Ku­ran'dan, hü­küm­le­rin taf­si­la­tı­nı çı­kar­mak müm­kün olur. Çün­kü bu­nun için tek yol sünnet­tir.

Şa­yet Sün­net, de­lil (hü­küm­ler­de kay­nak) ol­ma­say­dı, müç­te­hit­ler­den hiç­bi­ri­nin ona bak­ma­sı ve bu ko­nu­da on­dan des­tek al­ma­sı sa­hih ol­maz ve hiç­bir kim­se, mü­kel­lef ol­du­ğu şe­yi an­la­maz­dı. Bu du­rum­da hü­küm­ler yok olur, tek­lif or­ta­dan kal­kar­dı. Zik­re­di­len bu ko­nu­lar­da, bir müç­te­hi­din tek ba­şı­na, ken­di gö­rü­şüy­le ha­re­ket et­me­si müm­kün de­ğil­dir. Çün­kü Ku­ran, icaz­da en yük­sek nok­ta­da, be­la­gat ve fe­sa­hat­ta en ile­ri se­vi­ye­de ol­du­ğu için pek yük­sek ma­na­lar ve söy­le­yen­le ken­di­si­ne vah­ye­di­le­nin dı­şın­da kim­se­nin bil­me­ye­ce­ği, ço­ğu bi­ze ka­pa­lı, pek çok sır­lar ve ilim ha­zi­ne­le­ri ih­ti­va et­mek­te­dir.

Hz. Pey­gam­ber (sav) Ku­ran'ın açık­la­yı­cı­sı­dır, be­şer ken­di bil­gi­si ile sa­de­ce Ku­ran'a ba­ka­rak hü­küm çı­ka­ra­maz, Ku­ran'ı açık­la­mak pey­gam­be­re ve­ril­miş bir gö­rev­dir. Yü­ce Rab­bi­miz Ku­ran'da: "... Na­ma­zı dos­doğ­ru kı­lan, ze­ka­tı ve­ren…" (Ba­ka­ra Su­re­si, 177) bu­yur­mak­ta­dır.

Bu ayet­ten, na­maz ve ze­ka­tın farz ol­du­ğu an­la­şıl­mak­ta­dır. Fa­kat farz ola­rak kı­lı­na­cak bu na­ma­zın ma­hi­ye­ti ve key­fi­ye­ti ne­dir? Ne za­man ya­pı­lır? Kaç re­kat kı­lı­nır? Ki­me farz­dır? gi­bi de­tay­la­rı an­cak Sün­net-i Se­ni­yye ile an­la­ya­bi­li­riz, uy­gu­la­nı­şı­nı bi­ze gös­te­ren bi­zi ay­dın­la­tan ha­dis-i şe­rif­ler­le bi­le­bi­li­riz.

Ay­nı şe­kil­de ze­ka­tı ele ala­lım. Ze­kat ne­dir? Ki­me farz­dır? Han­gi mal­lar­dan ve­ril­me­li­dir? Mik­ta­rı ve farz ol­ma şart­la­rı ne­ler­dir? gi­bi ko­nu­lar da na­maz ko­nu­sun­da­ki gi­bi­dir.

Baş­ka bir ayet-i ke­ri­me­de Rab­bi­miz şöy­le bu­yu­ru­yor:

 

"Öy­ley­se ak­şa­ma gir­di­ği­niz va­kit de, sa­ba­ha er­di­ği­niz va­kit de Al­lah'ı tes­bih edip (yü­cel­tin)" (Rum Su­re­si, 17)

 

Bu ayet­ten tes­bi­hin va­cip, vak­ti­nin de kı­sa­ca sa­bah, ak­şam ve yat­sı ol­du­ğu­nu an­lı­yo­ruz. An­cak bu­ra­da­ki tes­bih­ten kas­te­di­len tam ola­rak ne­dir? "Na­maz kı­lı­nız" aye­tin­de­ki na­maz mı­dır? Yok­sa "sub­ha­nAl­lah" de­mek gi­bi mi­dir? Eğer Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'den bir bil­gi gel­me­sey­di, bu ifa­de­nin sa­bah, ak­şam ve yat­sı na­ma­zıy­la il­gi­li ol­du­ğu­nu an­la­ya­maz­dık.

İn­fak et­mek ile il­gi­li bir ayet­te ise Rab­bi­miz şöy­le bu­yu­ru­yor.

 

"Al­tı­nı ve gü­mü­şü bi­rik­ti­rip de Al­lah yo­lun­da har­ca­ma­yan­lar... On­la­ra acık­lı bir aza­bı müj­de­le." (Tev­be Su­re­si, 34)

 

Bu ayet­te in­fak­la ne kas­te­di­li­yor? Bu in­fak şek­li, aye­tin na­zil ol­du­ğu za­man Sa­ha­be­nin an­la­dı­ğı gi­bi bü­tün ma­lın in­fak edil­me­si mi­dir? Yok­sa bir kıs­mı­nın ve­ril­me­si mi­dir? Eğer bir kıs­mı ise ne ka­da­rı­dır? Bü­tün bun­lar da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­riy­le an­la­şı­la­bi­le­cek ko­nu­lar­dır.

Bu bah­si ge­çen­ler gi­bi sos­yal ha­yat­ta kar­şı­mı­za çı­kan yüz­ler­ce ko­nu ayet-i ke­ri­me­ler­de zik­re­dil­me­di­ğin­de bi­ze on­la­rı an­cak kut­lu Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) açık­lar. Müs­lü­man­la­rın iba­det şe­kil­le­ri­ni be­lir­ler, on­la­rın ne­ler ve na­sıl ol­duk­la­rı­nı, na­sıl uy­gu­la­na­cak­la­rı­nı an­la­tır, ken­di ha­ya­tın­da uy­gu­la­ya­rak ör­nek teş­kil eder.

İbn Hazm, El İh­kam isim­li ese­rin­de şöy­le de­mek­te­dir:

"Ku­ran'ın han­gi aye­tin­de, öğ­le na­ma­zı­nın far­zı­nın dört ve ak­şa­mın üç ol­du­ğu­nu, rü­ku­nun ve sec­de­nin, kı­ra­atin ve sec­de­nin ve se­la­mın ya­pı­lış şek­li­ni, oruç­ta sa­kı­nı­la­cak şey­le­ri, al­tın, gü­müş, ko­yun, sı­ğır ve de­ve ze­kat­la­rı­nın ne şe­kil­de ol­du­ğu­nu ve bun­la­rın ne ka­da­rın­dan ne ka­dar ze­kat alı­na­ca­ğı­nı, Hac­cın vak­ti, Ara­fat'ta vak­fe, ora­da ve Müz­de­li­fe'­de­ki na­maz, taş­la­rın atıl­ma­sı, ih­ra­mın şek­li, Hac­da sa­kı­nı­la­cak şey­ler gi­bi Hac­la il­gi­li amel­le­ri, hır­sı­zın eli­nin ke­sil­me­si­ni, ha­ram olan yi­ye­cek­le­ri, ha­yvan bo­ğaz­la­ma ve kes­me­nin usu­lü­nü, had­le­rin hü­küm­le­ri­ni, bo­şan­ma­nın na­sıl vu­ku bu­la­ca­ğı­nı, alış ve­riş hü­küm­le­ri­ni, fa­izin na­sıl oluş­tu­ğu­nu, hü­küm ve da­va­la­rın te­fer­ru­atı­nı, ye­min çe­şit­le­ri­ni, ha­pis se­bep­le­ri­ni, me­hir­ler ve di­ğer fık­hi me­se­le­le­rin açık­la­ma­sı­nı bu­la­bi­li­riz.

Ku­ran'da bir­ta­kım hü­küm­ler var­dır ki, on­la­rı an­la­mak için tek mü­ra­ca­at kay­na­ğı Hz. Pey­gam­ber (sav)'den ge­len na­kil­ler­dir. İc­ma da bir kay­nak­tır, fa­kat o ba­zı me­se­le­ler­de hük­me me­dar olur. Biz bü­tün bun­la­rı Ki­tab-ı Me­ra­tib ad­lı ese­ri­miz­de top­la­yıp zik­ret­tik. De­mek ki, za­ru­ri ola­rak ha­di­se baş­vur­mak la­zım­dır." (İbn Hazm, El İh­kam, 2. 79-80)

Al­lah (cc)'ın hak ki­ta­bı Ku­ran-ı Ke­rim'i sa­de­ce ak­lı­mız­la an­la­ya­ma­ya­ca­ğı­mız ko­nu­sun­da ve sün­net ol­ma­dan bu­nun müm­kün ol­ma­dı­ğı hu­su­sun­da pek çok ha­dis va­rit ol­muş­tur. Yi­ne bu ko­nu­da Sa­ha­be ve on­lar­dan son­ra­ki­ler­den sa­yı­sız ha­ber­ler ri­va­yet edil­miş­tir. Hep­si de ay­nı ko­nu­da it­ti­fak ha­lin­de­dir. Bu ri­va­yet­le­re ör­nek­ler şöy­le­dir:

Bey­ha­ki, El Med­hal isim­li ese­rin­de, La­le­kai ise es Sün­ne'de, Hz. Ömer (ra)'in şöy­le de­di­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir: "Ken­di gö­rü­şüy­le hü­küm çı­ka­ran­lar­dan sa­kı­nın. şüp­he­siz on­lar, sün­net düş­ma­nı­dır­lar. Re­su­lul­lah (sav)'ın ha­dis­le­ri­ni ez­ber­le­mek ve öğ­ren­mek ken­di­le­ri­ne zor gel­di­ği için ken­di gö­rüş­le­riy­le ko­nuş­ma­ya baş­la­dı­lar. Böy­le­ce ken­di­le­ri hak­tan sap­tı, baş­ka­la­rı­nı da sap­tır­dı­lar."

Ebu Ha­tim (354/965), İbn Me­sud'un (ra) şöy­le de­di­ği­ni nak­le­der: "Her şe­yin il­mi Ku­ran'da mev­cut­tur, fa­kat in­san­la­rın gö­rü­şü onu bu­lup çı­kar­mak­tan aciz­dir."

Ah­met ibn Ham­bel (ra), İm­ran b. Hu­sayn (ra)'ın şöy­le de­di­ği­ni nak­le­der: "Ku­ran in­di, Re­su­lul­lah (sav) da bir­ta­kım sün­net­ler or­ta­ya koy­du ve: "Bi­ze (Ku­ran ve sün­ne­te) uyu­nuz. Val­la­hi eğer bu­nu yap­maz­sa­nız, sa­pı­tır­sı­nız, bu­yur­du."

Bey­ha­ki, El Med­hal'in­de, şe­bib bin Ebi Fu­da­ne el Mek­ki yo­luy­la, İm­ran bin Hu­sayn'dan (ra) şu­nu ri­va­yet et­miş­tir: "İm­ran (ra) şe­fa­at­ten bah­set­ti. Ce­ma­at­ten bir adam sö­ze ka­rı­şa­rak: "Ya Eba Nü­ceyd, sen bi­ze Ku­ran'da de­li­li­ni bu­la­ma­dı­ğı­mız bir­ta­kım ha­dis­ler­den bah­se­di­yor­sun" de­di. Bu sö­zü du­yan İm­ran (ra) kız­dı ve ada­ma:

"Sen Ku­ran'ı oku­dun mu?" di­ye sor­du. Adam: "evet" de­di. İm­ran (ra): "Pe­ki söy­le ba­ka­lım, sen Ku­ran'da yat­sı­nın far­zı­nın dört, ak­şa­mın üç, öğ­le ve ikin­di­nin dört re­kat ol­du­ğu­na rast­la­dın mı?" di­ye sor­du. Adam: "ha­yır" de­di. İm­ran (ra): "Siz bü­tün bun­la­rı kim­den alıp öğ­ren­di­niz? Siz biz­den, biz de Hz. Pey­gam­ber (sav)'den öğ­ren­me­dik miş Al­lah Te­ala, Ku­ran'da: 'Beyt-i Atik'i (Ka­be'yi) ta­vaf edi­niz' bu­yur­mak­ta­dır. Pe­ki Ku­ran'da 'ye­di de­fa ta­vaf edi­niz, ma­kam-ı İb­ra­him'in ar­ka­sın­da iki re­kat na­maz kı­lı­nız' di­ye bir emir bu­la­bi­lir mi­si­niz? Pe­ki Ku­ran'da: "Pey­gam­ber si­ze ne ver­diy­se alın, si­ze ne­yi ya­sak­la­dıy­sa on­dan da ka­çı­nın" bu­yur­du­ğu­nu duy­ma­dı­nız mı?" de­di.

İbn Ab­dil­berr ve Bey­ha­ki, El Med­hal'de, Ey­yub es Sah­ti­ya­ni'den şu­nu nak­le­der­ler: "Bir adam, Mu­tar­rıf b. Ab­dul­lah'a "Bi­ze sa­de­ce Ku­ran'dan bah­se­din, ha­dis an­la­tıp dur­ma­yın" de­di. Mu­tar­rıf ada­ma: "Val­la­hi biz, ha­dis­le­ri Ku­ran'ın ye­ri­ne an­lat­mı­yo­ruz. Bi­la­kis, ha­dis­le­ri an­lat­mak­ta­ki ga­ye­miz, Ku­ran'ı en iyi bi­le­nin bil­dik­le­ri­ni nak­let­mek­tir." di­ye ce­vap ver­di."

La­le­kai, es Sü­nne ad­lı ese­rin­de, Ah­met ibn-i Han­bel'in şöy­le de­di­ği­ni nak­le­der: "Ha­dis­ler bi­zim ya­nı­mız­da Re­su­lul­lah'tan (sav) ge­len ri­va­yet­ler­dir. On­lar Ku­ran'ı açık­­lar. On­lar Ku­ran'ın işa­ret et­ti­ği ma­na­la­rın de­lil­le­ri­dir."

Ca­bir (ra) de­miş­tir ki: "Re­su­lul­lah (sav) ara­mız­da iken ken­di­si­ne va­hiy ge­li­yor ve ken­di­si, ge­len aye­tin ma­na ve yo­ru­mu­nu bi­li­yor­du. Son­ra O, ayet­le na­sıl amel eder­se, biz de öy­le­ce amel edi­yor­duk."

Re­su­lul­lah (sav)'ın em­ret­ti­ği sünnetin, Ku­ran'ı an­la­ma­mı­zı, Ku­ran'ı uy­gu­la­ya­bil­me­mi­zi sağ­la­yan bir rah­met ol­du­ğu bu ayet-i ke­ri­me­ler­den, ha­dis-i şe­rif­ler­den ve ri­va­yet­ler­den an­la­şı­lı­yor.

 

Al­tın­cı De­lil: Sün­net de va­hiy kay­nak­lı­dır

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'den sa­dır olan şey­ler, ya Al­lah (cc)'tan ge­len hü­küm­le­ri teb­liğ için or­ta­ya kon­muş söz ve­ya fi­il­ler­dir ve­ya teb­li­ğin dı­şın­da­ki dav­ra­nış­lar­dır.

 

Bi­rin­ci kı­sım:

Bu, ke­sin va­hiy­dir. Bi­lin­di­ği gi­bi Al­lah (cc) Re­su­lü, bu kı­sım­da ha­ta ve ya­nıl­ma­dan ko­run­muş­tur. Ha­ne­fi alim­le­ri bu­na "vahy-i za­hir" de­mek­te­dir­ler.

Bu kı­sım­da­ki va­hiy ba­zen onun İla­hi va­hiy ol­du­ğu­nu gös­te­ren bir la­fız­la be­ra­ber ve­ya baş­ka tür­lü iner. İla­hi va­hiy ol­du­ğu­nu ifa­de eden la­fız­la bir­lik­te ge­len, ya ta­ab­büd (kul­luk) ya i'caz ve­ya mey­dan oku­ma ifa­de eder ki bu, Ku­ran'­dır.

İ'caz ve te­had­di özel­li­ği ta­şı­ma­yan va­hiy ise laf­zı­nın da in­zal edil­di­ği­ni söy­le­yen gö­rü­şe gö­re ha­dis-i kut­si­dir. Bu­nun da va­hiy ol­du­ğu­na şüp­he yok­tur. Çün­kü Hz. Pey­gam­ber (sav), "Rab­bül İz­zet bu­yur­du ki:..." gi­bi söz­ler­le Al­lah (cc)'tan ha­ber ver­mek­te­dir. Bu da ya­lan­dan ma­sum bir ha­ber­dir. Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ha­be­ri, Ku­ran'ın Al­lah (cc)'ın ke­la­mı ol­du­ğu­nu gös­ter­di­ği gi­bi, bu­nun da Al­lah (cc)'ın ke­la­mı ol­du­ğu­nu gös­te­rir.

İnen va­hiy­le bir­lik­te, onun Al­lah (cc)'a ait ol­du­ğu­nu gös­te­ren bir söz yok­sa, o ha­dis-i ne­be­vi­dir. Hz. Pey­gam­ber (sav)'e ait ha­dis ve uy­gu­la­ma­la­rın va­hiy ol­du­ğu­nu, şu ayet-i ke­ri­me­ler gös­ter­mek­te­dir:

 

O, he­va­dan (ken­di is­tek, dü­şün­ce ve tut­ku­la­rı­na gö­re) ko­nuş­maz. O (söy­le­dik­le­ri), yal­nız­ca vah­yo­lun­mak­ta olan bir va­hiy­dir. (Necm Su­re­si, 3-4)

 

... Ben, yal­nız­ca ba­na vah­yo­lu­na­na uya­rım. Eğer Rab­bi­me is­yan eder­sem, ger­çek­ten ben, bü­yük gü­nün aza­bın­dan kor­ka­rım. (Yu­nus Su­re­si, 15)

 

... Al­lah, sa­na Ki­ta­bı ve hik­me­ti in­dir­di ve sa­na bil­me­dik­le­ri­ni öğ­ret­ti. Al­lah'ın üze­ri­niz­de­ki faz­lı çok bü­yük­tür. (Ni­sa Su­re­si, 113)

 

Da­ha ön­ce be­lirt­ti­ği­miz gi­bi ayet­te ge­çen "hik­met" sünnet­tir.

Ebu Da­vud ve Bey­ha­ki, bu ri­va­ye­ti şu la­fız­lar­la tah­ric ve tes­bit et­miş­ler­dir: "Ceb­ra­il (as) Hz. Pey­gam­ber (sav)'e Ku­ran'ı in­dir­di­ği gi­bi sün­ne­ti de in­di­ri­yor. Ku­ran'ı öğ­ret­ti­ği gi­bi sün­ne­ti de öğ­re­ti­yor­du." (Da­rı­mi, Mu­kad­di­me, 49)

 

İkin­ci kı­sım:

Bu kı­sım, Hz. Pey­gam­ber (sav)'in Al­lah (cc)'tan teb­liğ kas­tı bu­lun­ma­yan söz ve dav­ra­nış­lar­ıdır. Bun­la­r da, ya Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan tas­dik edil­miş­tir ve­ya edil­me­miş­tir.

Eğer Al­lah Te­ala (cc), Hz. Pey­gam­ber (sav)'in bir fi­ili­ni tas­vip et­miş­se -o fi­il, bi­za­ti­hi va­hiy­le ta­lim edil­me­miş de ol­sa- va­hit du­ru­mun­da ve hük­mün­de­dir. Çün­kü bir fi­ilin Al­lah (cc) ta­ra­fın­dan tas­vip edil­me­si onun ger­çek, doğ­ru ve Al­lah (cc)'ın rı­za­sı­na uy­gun ol­du­ğu­nu gös­te­rir. Ay­rı­ca Ce­nab-ı Al­lah (cc) bi­ze, Hz. Pey­gam­ber (sav)'den sa­dır olan her söz ve fi­ile uy­ma­mı­zı, her fi­ili açık va­hiy­le bil­dir­me­miş ol­sa da, O'na uy­ma­mı­zı em­ret­miş­tir. Şu hal­de bir kim­se, Hz. Pey­gam­ber (sav)'den va­hiy­le bil­di­ril­me­yen bir fi­ili­ni alıp tat­bik et­se, bu­nu, Al­lah (cc)'ın "O'na uyu­nuz" em­ri­ne im­ti­sal ede­rek yap­mış ola­cak­tır. Bu du­rum­da O'nda gö­rü­len bu tür­den şey­ler, hiç şüp­he­siz ha­ki­kat­te ken­di­si­ne vah­ye­dil­miş ol­mak­ta­dır.

İmam Su­yu­ti'den (911/1505) ya­pa­ca­ğı­mız şu na­kil, bu ko­nu­yu des­tek­ler ma­hi­yet­te­dir.

O de­miş­tir ki: şa­fii ve Bey­ha­ki, Ta­vus ad­lı eser­de Hz. Pey­gam­ber (sav)'in şöy­le bu­yur­du­ğu­nu ri­va­yet et­miş­ler­dir: "Ben, an­cak Al­lah'ın Ki­ta­bı'nda he­lal kıl­dı­ğı­nı he­lal kı­lar ve an­cak O'nun Ki­ta­bı'nda ha­ram kıl­dık­la­rı­nı ha­ram kı­la­rım" (Ebu Da­vud, Sü­nen, 5: Tır­mi­zi, İlim, 10: İbn-i Ma­ce, Mu­kad­di­me, 2: Su­yu­ti'nin nak­li için, Mif­ta­hu'l Cen­ne, 19)

Bey­ha­ki şöy­le der:

"Ha­dis­te ge­çen "Al­lah'ın Ki­ta­bı" ifa­de­si eğer sa­hih­se Re­su­lul­lah (sav) bu­nun­la ken­di­si­ne vah­ye­di­le­ni kas­tet­miş­tir. Ken­di­si­ne vah­ye­di­len de iki kı­sım­dır: 1. Vah­yi Met­luv (Ku­ran) 2. Vah­yi Gay­ri Met­luv (Al­lah'tan ken­di­si­ne ve­ri­len Ku­ran dı­şın­da bil­gi ve il­ham­lar)"

İbn-i Me­sud (ra) da, İmam şa­fii (ra) gi­bi, ayet-i ke­ri­me­den Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­ni ka­bul ede­nin, as­lın­da Al­lah (cc)'ın Ki­ta­bı'nın em­ri­ni ka­bul et­miş ola­ca­ğı­nı söy­le­miş­tir. Çün­kü Re­su­lul­lah (sav)'a ta­bi ol­ma­nın zo­run­lu olu­şu, Ku­ran'ın or­ta­ya koy­du­ğu bir hü­küm­dür.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in iç­ti­ha­dı­na da­ya­nan ve Al­lah (cc)'ın tas­vip et­ti­ği hü­küm­ler, bu ikin­ci kıs­ma gir­mek­te­dir. Ha­ne­fi alim­le­ri bu­na "vahy-i ba­tın" der­ler.

 

Ye­din­ci De­lil: İc­ma

İs­lam'ın ilk dö­nem­le­rin­den, bu­gü­ne ka­dar ko­nu­ya il­mi ve vic­da­ni ba­kan hiç­bir müç­te­hit ima­mın, sünnete uy­ma­yı, onun­la de­lil ge­tir­me­yi ve ge­re­ğin­ce amel et­me­yi in­kar et­ti­ği­ni gö­re­me­yiz. Bi­la­kis on­la­rın sünnete sım­sı­kı sa­rıl­dık­la­rı­nı, onun çiz­di­ği is­ti­ka­met­te ha­re­ket et­tik­le­ri­ni, baş­ka­la­rı­nı sünnet­le ame­le teş­vik ve ona mu­ha­le­fet­ten me­n et­tik­le­ri­ni, ken­di­le­ri ve baş­ka­la­rı için hü­küm­le­rin­de ona da­yan­dık­la­rı­nı gör­mek­te­yiz. Ay­rı­ca sünnete mu­ha­le­fet eden ve­ya onu ha­fi­fe ala­na şid­det­le kar­şı çık­tık­la­rı­nı, sünneti, Ku­ran'ın ta­mam­la­yı­cı­sı ve bir açık­la­yı­cı­sı gör­dük­le­ri­ni, ken­di­le­ri, ön­le­ri­ne sa­hih ve ak­si hü­küm bil­di­ren bir ha­dis gel­di­ğin­de, Ki­tap ve­ya di­ğer de­lil­ler­den bi­ri­ne da­ya­na­rak el­de et­tik­le­ri iç­ti­hat gö­rüş­le­rin­den he­men ona dön­dük­le­ri­ni ve onu na­zar-ı dik­ka­te al­dık­la­rı­nı gör­mek­te­yiz.

Bu ko­nu­da Se­lef­ten, şu söz nak­le­dil­miş­tir: "Sa­hih bir ha­dis bu­lun­du­ğun­da, be­nim mez­he­bim odur. Ona ters ters dü­şen sö­zü­mü, kal­dı­rıp du­va­ra çar­pı­nız." (Sub­ki, Mec­mu­at-ur Re­sa­il-i Mü­ni­ri­ye, 2, 98)

Müç­te­hit­le­rin ço­ğun­dan bu ma­na­da söz­ler nak­le­dil­miş­tir.

Ha­dis eh­li için, müç­te­hit­le­rin ve ge­nel ola­rak alim­le­rin or­tak gö­rü­şü şu­dur: "Ehl-i ha­dis, din için en bü­yük yar­dım­cı, sal­dır­gan­la­rın hü­cu­mu­na ve din­siz­le­rin şüp­he­le­ri­ne kar­şı en kuv­vet­li ko­ru­yu­cu­dur­lar. On­la­ra, an­cak bi­dat eh­li, fa­cir ve ka­fir düş­man olur."

Sün­netin de­lil olu­şun­da İs­lam alim­le­ri ara­sın­da ic­ma ha­sıl ol­muş, bu ko­nu­da söz bir­li­ği sağ­la­nıp ke­sin hük­me va­rıl­mış­tır.

 

 

 


BÜ­YÜK İS­LAM ALİM­LE­Rİ ve ÇE­ŞİT­Lİ

GÖ­RÜŞ­LE­Rİ

 

 

Ehl-i Sün­net ko­nu­sun­da gö­rüş­le­ri­ne baş­vu­ru­la­cak ki­şi­le­rin ba­şın­da, eser­le­ri "Kü­tüb-i Sit­te" adıy­la anı­lan al­tı bü­yük ha­dis ki­ta­bı­nın ya­za­rı olan İs­lam alim­le­ri ge­lir:

 

İmam Bu­ha­ri

Hic­ri 194 yı­lın­da Bu­ha­ra'da doğ­du. Dö­ne­min bü­yük din ali­mi olan ba­ba­sı Eb'ül Ha­san İs­ma­il'in ve­fa­tı üze­ri­ne, an­ne­si­nin ko­ru­ma­sı al­tın­da ço­cuk­luk dö­ne­mi­ni ge­çir­di. Ye­di ya­şın­da ha­dis eği­ti­mi al­ma­ya baş­la­mış ve on ya­şı­na gel­di­ğin­de ez­ber­le­di­ği ha­dis sa­yı­sı 70 bi­ni bul­muş­tur. Mek­ke, Me­di­ne, Ni­şa­bur ve Bas­ra'da­ki ün­lü alim­ler­den ders­ler al­mış, bu yüz­den adı Bu­ha­ra'nın dı­şın­da da du­yul­ma­ya baş­lan­mış­tır. Ara­la­rın­da Müs­lim, Ebu Da­vud, Tir­mi­zi, İb­ni Sa­id'in de bu­lun­du­ğu bir­çok ün­lü İs­lam ali­mi O'nun eser­le­ri­ni gü­ve­ni­lir kay­nak ola­rak ka­bul et­miş ve fi­kir­le­rin­den is­ti­fa­de et­miş­tir. Ha­dis ko­nu­sun­da gel­miş geç­miş en bü­yük üs­tad ol­du­ğu her­kes ta­ra­fın­dan ka­bul gör­müş­tür.

İmam Bu­ha­ri 600 bin ha­dis üze­rin­de ça­lış­ma yap­mış, ese­rin­de ise bu­nun sa­de­ce 7.275 ta­ne­si­ne yer ver­miş­tir. 16 yıl sü­ren bu ça­lış­ma­sı ken­di ala­nın­da en gü­ve­ni­lir kay­nak eser ola­rak ka­bul edi­lir.

"El-Ca­miu's Sa­hih" ad­lı ese­ri da­ha son­ra Ah­med Ze­hi­di ta­ra­fın­dan "Sa­hih-i Bu­ha­ri Muh­ta­sa­rı (Tec­rid-i Sa­rih)" adı al­tın­da kı­sal­tıl­mış olup, 2.000'den faz­la ha­dis bu eser­de yer al­mış­tır.

İmam Bu­ha­ri, ar­dın­da yüz­yıl­lar bo­yu Müs­lü­man­la­ra yol gös­te­re­cek bir eser bı­ra­ka­rak Hic­ri 256 yı­lın­da ve­fat et­miş­tir.

 

İmam Müs­lim

İmam Müs­lim, Hic­ri 204 yı­lın­da Ni­şa­bur'da doğ­du. 14 ya­şın­da ha­dis ders­le­ri al­ma­ya baş­la­dı. Irak, Hi­caz, Mı­sır ve Şam'a gi­de­rek ha­dis ko­nu­sun­da ya­pı­lan ça­lış­ma­la­rı in­ce­le­di. Gez­di­ği yer­ler­de­ki ha­dis kay­nak­la­rın­dan ve bu ko­nu­da­ki çe­şit­li ça­lı­şma­lar­dan ya­rar­lan­mış ve bun­la­rın içe­ri­sin­de en çok İmam Bu­ha­ri'nin eser­le­rin­den et­ki­len­di­ği­ni söy­le­miş­tir.

Ha­dis ko­nu­sun­da yap­mış ol­du­ğu ça­lış­ma­lar­da, ha­dis­le­ri nak­le­dil­di­ği şe­kil­de kul­lan­mış, yan­lış an­la­şıl­ma­ya ne­den ol­ma­mak için bun­la­rın bir har­fi­ne da­hi do­kun­ma­mış­tır. "Ca­miu's Sa­hih" ya ­da "Sa­hih-i Müs­lim" adı ve­ri­len ese­rin­de 300 bin sa­hih ha­dis­ten fay­da­lan­mış ve bu­nun sa­de­ce 3.030 ta­ne­si­ni Sa­hi­hi­ne al­mış­tır. Bu ça­lış­ma­sı Sa­hih-i Bu­ha­ri'den son­ra en gü­ve­ni­lir ha­dis ki­ta­bı ola­rak ka­bul edil­mek­te­dir. O'nun ter­tip­le­di­ği es-Sa­hih ad­lı ha­dis kül­li­ya­tı, ün­lü al­tı ha­dis ki­ta­bı (Kü­tüb-i Sit­te)'nin ikin­ci­si ola­rak asşr­lar­dşr İs­lam dün­ya­sş­na hiz­met ver­mek­te­dir.

İmam Müs­lim'in ho­ca­sı Ab­dül­ve­hhab El-Fer­ra'nın onun hak­kın­da şöy­le de­di­ği ri­va­yet edi­lir:

"Müs­lim, hal­kın alim­le­rin­den ve ilim da­ğar­cık­la­rın­dan bi­ri­si­dir. O'nun hak­kın­da ha­yır­dan baş­ka bir şey bil­mi­yo­rum."

 


İmam Tir­mi­zi

İmam Tir­mi­zi, Hic­ri 209 ta­ri­hin­de Ma­ve­ra­ün­ne­hir'de Tir­miz de­ni­len böl­ge­de dün­ya­ya gel­miş­tir. Ho­ra­san, Irak ve Hi­caz'da eği­tim gör­düy­se de asıl tah­si­li­ni Bu­ha­ra'da yap­mış­tır. Ha­dis ko­nu­sun­da­ki eği­ti­mi, Bu­ha­ri ve Müs­lim'den al­mış­tır.

Tir­mi­zi sa­de­ce ha­dis­le­ri top­la­mak­la kal­ma­mış ay­nı za­man­da ha­dis il­mi­nin ge­liş­me­si­ne kat­kı­da bu­lun­muş­tur. "Sa­hih-i Tir­mi­zi" ad­lı ese­rin­de 3.962 ha­dis mev­cut­tur. Bu eser, sa­ha­sın­da gü­ve­ni­lir kay­nak­lar ara­sın­da gös­te­ril­mek­te­dir.

Sa­hih-i Tir­mi­zi'nin di­ğer ha­dis ki­tap­la­rın­dan en ba­riz fark­lı­lı­ğı ko­nu dü­ze­ni­dir. Kü­çük­lü bü­yük­lü her ko­nu bir­bi­ri­ne ka­rış­ma­ya­cak şe­kil­de ay­rı ay­rı ele alın­mış­tır. Sa­ha­be­le­rin ha­ya­tı­na da­ir ya­zıl­mış ilk eser Tir­mi­zi'ye ait­tir.

 

Ebu Da­vud

Hic­ri 202 ta­ri­hin­de dün­ya­ya gel­miş­tir. Tıp­kı Bu­ha­ri ve Müs­lim gi­bi, o de­vir İs­lam dün­ya­sı­nın he­men ta­ma­mı­nı do­laş­mış ve 50'den faz­la bil­gin­den ders al­mış­tır. Bu­ha­ri ve Müs­lim'in ça­lış­ma­la­rın­dan fay­da­lan­mış­tır. Ha­dis ko­nu­sun­da ça­lış­ma ya­pan­lar da Ebu Da­vud'un eser­le­rin­den fay­da­lan­mış­lar­dır. İs­lam ule­ma­sı ta­ra­fın­dan bir­çok ko­nu­da tak­dir edil­miş ve il­mi ile amel eden alim­ler ara­sın­da gös­te­ril­miş­tir.

"Sü­nen-i Ebu Da­vud" isim­li ese­rin­de 500 bin ha­dis ara­sın­dan 4.800 ha­di­se yer ver­miş­tir. Ha­dis se­çi­min­de özel­lik­le hü­küm­ler­le il­gi­li olan­la­ra ön­ce­lik gös­ter­miş­tir. Eser­le­ri fark­lı mez­hep­le­re men­sup araş­tır­ma­cı­lar ta­ra­fın­dan ka­bul gör­müş­tür.

 

İmam Ne­sai

Hic­ri 225 yı­lın­da Ho­ra­san'da dün­ya­ya gel­miş­tir. İs­lam ilim mer­kez­le­ri­ni ge­zip do­laş­mış ve bir­çok alim­den ha­dis ders­le­ri al­mış­tır. Eser­le­ri gü­nü­mü­ze ka­dar gel­miş­ olup ha­la kay­nak ola­rak kul­la­nıl­mak­ta­dır.

Mı­sır'dan Şam'a gel­di­ğin­de Eme­vi ik­ti­da­rı­nın bas­kı­sı­na uğ­rar ve iş­ken­ce so­nu­cu öl­dü­rü­lür. Kab­ri­nin Sa­fa ile Mer­ve ara­sın­da ol­du­ğu söy­len­mek­le bir­lik­te ke­sin bir bil­gi yok­tur.

El-Müc­te­ba ad­lı ese­ri ha­dis ko­nu­sun­da di­ğer eser­le­re na­za­ran da­ha has­sas bir ça­lış­ma­dır. Kü­tüb-i Sit­te'nin üçün­cü ki­ta­bı­dır.

 

İbn-i Ma­ce

Hic­ri 209 yı­lın­da Kaz­vin'de doğ­muş­tur. Ha­dis sa­ha­sın­da bel­li bir se­vi­ye­ye gel­mek is­te­yen di­ğer alim­ler gi­bi o da Ho­ra­san, Bas­ra, Mek­ke, Şam ve Mı­sır'ı zi­ya­ret et­miş­tir. "İb­n-i Ma­ce Su­nen"den baş­ka ta­rih ve tef­sir ki­tap­la­rı da yaz­mış­tır. Ün­lü ese­ri, Kü­tüb-i Sit­te'nin al­tın­cı ese­ri ola­rak ka­bul edil­miş­tir. Ba­zı alim­ler ise İmam Ma­lik'in "Mu­vat­ta" isim­li ese­ri­ni al­tın­cı eser ola­rak dü­şün­müş­ler­dir.

"İb­n-i Ma­ce Su­nen" isim­li ese­rin­de ge­çen 4.341 ha­dis­ten 1.339'u di­ğer ha­dis ki­tap­la­rın­da kul­la­nıl­ma­yan ha­dis­ler­dir.

 


İmam Ga­za­li

Hüc­ce­tül-İs­lam ebu Ha­mid bin Mu­ham­med Ga­za­li, İs­lam dün­ya­sı­nın fı­kıh ve ta­sav­vuf yo­lun­da­ki en bü­yük si­ma­la­rın­dan bi­ri­si­dir. Hic­ri 450 (mi­la­di 1058) yı­lın­da İran'ın Tus şeh­rin­de dün­ya­ya gel­miş­tir. Ba­ba­sı dar ge­lir­li ol­ma­sı­na rağ­men Ga­za­li'nin iyi ye­tiş­ti­ril­me­si­ne bü­yük özen gös­ter­miş­ti.

Tus'da­ki eği­ti­mi­ni ta­mam­la­yan Ga­za­li, Gur­cun'a ge­çe­rek tah­si­li­ne de­vam et­ti. Ana­do­lu'da­ki si­ya­si oto­ri­te­nin sar­sıl­ma­sı Ga­za­li'yi et­ki­le­di. Bu yüz­den Ni­şa­bur'a ge­çe­rek en ün­lü alim­ler­den Ebü'l Me­ali el Cü­vey­ni'nin ta­le­be­si ol­du. Ho­ca­sı­nın ölü­mün­den son­ra, Ni­za­mül Mülk ta­ra­fın­dan ni­za­mi­ye med­re­se­si­ne atan­dı. Kı­sa sü­re içe­ri­sin­de ge­niş bir halk kit­le­si­ne se­si­ni du­yur­ma im­ka­nı bul­du. Ta­le­be­le­ri­nin sa­yı­sı her ge­çen gün ar­tı­yor­du.

Hic­ri 488'te ge­çir­di­ği bir ra­hat­sız­lık so­nu­cun­da med­re­se­de­ki gö­re­vin­den ay­rı­la­rak on se­ne in­san­lar­dan uzak bir ha­yat ge­çir­di. Bu dö­ne­min he­men ar­dın­dan Bağ­dat'a ta­le­be­le­ri­nin ya­nı­na dö­ne­rek, "İh­yau Ulu­mi'd Din" isim­li ese­ri­ni ta­le­be­le­ri­ne okut­ma­ya baş­la­dı. Bu es­na­da Ana­do­lu'da­ki İs­la­mi bir­lik bo­zu­lun­ca Sel­çuk­lu ve­zi­ri ta­ra­fın­dan tek­rar Tus'a ça­ğı­rıl­dı. Sul­tan Sen­cer ta­ra­fın­dan ko­ru­na­rak ken­di­si­ne 12 yıl bo­yun­ca bü­tün im­kan­lar se­fer­ber edil­di. Hic­ri 505 (Mi­la­di 1111)'de so­na eren öm­rü­nün son gü­nü­ne ka­dar ilim ve teb­li­ği bı­rak­ma­dı.

İmam Ga­za­li'nin fi­kir­le­ri İs­lam dü­şün­ce ta­ri­hin­de bir dö­nüm nok­ta­sı ol­muş­tur. Özel­lik­le öm­rü­nün son yıl­la­rın­da Ehl-i Sün­net'e mu­ha­lif fır­ka­lar­la mü­ca­de­le et­miş ve bir­çok sap­kın in­sa­nı bu yol­dan çe­vir­miş­tir. İmam Ga­za­li bir ese­rin­de şöy­le söy­le­mek­te­dir:

Müs­lü­man­lık ün­va­nın­da de­di­ği­miz gi­bi, ma­ri­fe­tin ha­ki­ka­tın­da bir nu­mu­ne ve ni­şan var­dır, bu­nu eh­li olan an­lar. Dün­ya ile ala­ka­sı ol­ma­yan­lar, onun­la uğ­raş­ma­yan­lar ve öm­rün­de Al­lah'ı ara­mak ve is­te­mek­ten baş­ka bir şey­le uğ­raş­ma­yan­lar ha­riç, bu­nun ha­ki­ka­tı­nı kim­se ara­ya­maz. Bu da zor ve uzun bir iş­tir. O hal­de her­ke­sin gı­da­sı ola­na işa­ret ede­lim. Bu da Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­dır. Bu iti­ka­dı kal­bin­de bu­lun­du­ran­lar için bu iti­kat, sa­adet ve kur­tu­luş to­hu­mu ola­cak­tır. (Kim­ya-i Sa­adet, Ehl-i Sün­net İti­ka­dı­nı Doğ­ru Öğ­ren­mek)

 

İmam-ı Ga­za­li'nin baş­lı­ca eser­le­ri:

1- İh­yau Ulu­mi'd Din (Di­ni İlim­le­rin İh­ya­sı), Ga­za­li'nin en meş­hur ve en bü­yük ese­ri­dir. Bu ki­tap­ta fı­kıh ve ta­sav­vuf ko­nu­la­rı ele alın­mış­tır. Her kı­sım 4 ki­tap­ ol­mak üze­re, top­lam 40 kitaptan oluşmaktadır. ıhya, yazılışından bu yana ıslam aleminin en çok okunan kitapları arasındadır.

2- El Iktisad fi'l-ıtikat (ıtikatta ıktisat), itikat konularını ele alır.

3- Tehafütü'l Felasife (Filozofların Tutarsızlıkları), Aristo'nun felsefesine yaptığı eleştirileri derlediği kitaptır.

4- Kimya-i Saadet (Mutluluk Kimyası), iman, amel, ahlak ve tasavuftan bahseder. ıhya'nın Farsça yazılmış bir özeti mahiyetindedir.

5- Bidayetü'l Hidaye (Hidayetin Başlangıcı), halkın anlayacağı tarzda yazılmış, din ve ahlak bilgilerinin anlatıldığı bir kitaptır.

İmamı Gazali'nin küçüklü büyüklü tüm eserlerinin toplamı 75'i bulmaktadır.

 


Seyyid Erzurumlu İbrahim Hakkı

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri 1703'te Erzurum'a bağlı Hasankale kasabasında dünyaya gelmiştir. Dedesi peygamber soyundan olması dolayısıyla ıbrahim Hakkı Hazretleri anne tarafından "seyyid"dir.

İbrahim Hakkı Hazretleri babası ile birlikte gittiği Siirt'in Tillo ilçesinde ısmail Fakirullah'la tanışarak bir süre orada yaşar. Babası derviş Osman Efendi vefat edince tekrar Erzurum'a döner. Burada tahsiline kaldığı yerden devam eder. Erzurum müftüsü Muhammed Hazık'tan Arapça ve Farsça dersleri alır. Türkçe, Arapça ve Farsçayı ilerleterek bu dillerde şiir yazabilecek seviyeye gelir.

1728'de tekrar Siirt'e dönerek İsmail Fakirullah'ın sohbetlerine devam eder ve kızı ile evlenerek damadı olur. 1728 yılında Hac dönüşü büyük ıslam alimlerinin eserlerinden alıntılarla oluş­tur­du­ğu "Lub­bül Ku­tup"u ya­zar.

1747 yı­lın­da Sul­tan I. Mah­mud ta­ra­fın­dan sa­ra­ya da­vet edi­lin­ce sa­ray kü­tüp­ha­ne­sin­den is­ti­fa­de et­me im­ka­nı bu­lur. İs­tan­bul dö­nü­şü Er­zu­rum'da kü­çük ri­sa­le­ler yaz­ma­ya baş­lar. İkin­ci İs­tan­bul se­ya­ha­tin­den son­ra ken­di­si­ni ta­ma­men ki­tap ça­lış­ma­la­rı­na ve­re­rek Ha­san­ka­le'de­ki evi­ne çe­ki­lir.

Hac­ca ikin­ci gi­di­şin­de Ha­lep, Şam, Mek­ke, Me­di­ne ve Ku­düs'te­ki ün­lü İs­lam alim­le­riy­le te­mas­lar ku­ra­rak bil­gi alış­ve­ri­şin­de bu­lu­nur.

Se­ya­hat­ten dö­nü­şün­de Ma­ri­fet­na­me ad­lı ün­lü ese­ri­ni ka­le­me alır. Bu ese­ri­nin dı­şın­da 54 ta­ne da­ha önem­li ese­ri bu­lun­mak­ta­dır. 1780'de Si­irt'te ve­fat eder. Ce­na­ze­si şey­hi İs­ma­il Fa­ki­rul­lah için yap­tır­dı­ğı tür­be­ye def­ne­di­lir.

Sey­yid İb­ra­him Hak­kı'nın ba­zı söz­le­ri şun­lar­dır:

Gü­zel ah­la­kın en gü­ze­li, sa­na gel­me­ye­ne se­nin git­men­dir. Sa­na zul­me­de­ni se­nin af­fet­men­dir. Ko­nu­şur­san doğ­ru­yu söy­le. Söz ve­rir­sen tut. İyi­lik ya­par­san giz­le. Baş­ka­sın­dan kö­tü huy gör­dün­se onun em­sal­le­rin­den sa­kın.

Her­ke­se se­lam ver­mek en gü­zel has­let­tir. Te­va­zu­nun se­me­re­si yük­sel­mek­tir. Hik­me­tin ba­şı in­san­lar­la iyi ge­çin­mek­tir. Hal­kın ayıp­la­rı­nı ara­ya­nın ayıp­la­rı du­yu­lur. Na­si­hat ka­bul eden yüz ka­ra­sın­dan kur­tu­lur.

Al­lah Ka­tın­da gü­nah olan şey­de kul­la­ra ita­at ol­maz. Ya­lan söy­le­yen kim­se­den ha­yır umul­maz. Hal­kın se­nin­le ko­nuş­ma­sın­dan haz du­yu­yor­san sen de on­lar­la öy­le ko­nuş. Özür di­le­ye­nin öz­rü­nü ka­bul ey­le. Sen bü­yük­le­ri­ne say­gı­lı ol ki sen­den kü­çük­ler de se­ni say­sın­lar. En fay­da­lı ha­zi­ne gö­nül­ler­de­ki sev­gi­dir. (Ma­ri­fet­na­me)

 

İmam-ı Rab­ba­ni

Asıl adı Ah­met Fa­ruk-i Ser­hen­di'dir.

1564 yı­lın­da Hin­dis­tan'a bağ­lı Ser­hend'de doğ­du. Ba­ba ta­ra­fın­dan Hz. Ömer'in so­yu­na da­yan­dı­ğı için el-Fa­ru­ki la­ka­bı ile ta­nı­nır.

Ehl-i Sün­net çiz­gi­sin­de­ki ta­sav­vu­fun bü­yük si­ma­la­rın­dan bi­ri­si­dir. Ta­sav­vu­fta Nak­şi­ben­di şeyh­le­rin­den Mu­ham­med Ba­ki Bil­lah haz­ret­le­ri­ne in­ti­sab et­ti. Dö­ne­min Hint-Türk hü­küm­da­rı Ek­ber şah ile di­nin özü­nü boz­du­ğu ge­rek­çe­siy­le ba­zı ko­nu­lar­da ça­tış­mış ve 1619 yı­lın­da Gu­val­yar'da bir ka­le­ye hap­se­dil­miş­tir.

Her tür­lü sap­kın akım­la­ra kar­şı Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­nı des­tek­le­di­ği için, "iki­bin yı­lın ye­ni­le­yi­ci­si" un­va­nı­na la­yık gö­rül­müş­tür. Dost­la­rı ve ta­le­be­le­ri­ne yaz­dı­ğı mek­tup­la­rın bi­ra­ra­ya ge­ti­ril­di­ği "Mek­tu­bat", İs­lam ta­sav­vu­fu­nun en önem­li kay­nak­la­rın­dan bi­ri­si­dir. İmam-ı Rab­ba­ni'nin ba­zı söz­le­ri şöy­le­dir:

İn­sa­nın ön­ce­lik­le iti­ka­dı­nı dü­zelt­me­si ge­re­kir. Bu dü­zelt­me de, fır­ka-i na­ci­ye olan Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­atin gö­rüş­le­ri­ne uy­gun ola­rak ya­pıl­ma­lı­dır. Amel­de gev­şek­li­ğin bir mağ­fi­ret ümi­di var­dır, iti­kad­de gev­şek­li­ğin as­la mağ­fi­ret­te ye­ri yok­tur.

Bil­in­sin ki; iki ci­ha­nın sa­ade­ti­ni ka­zan­mak an­cak Re­su­lul­lah'a ta­bi ol­ma­ya bağ­lı­dır. O'na ta­bi ol­mak şu şe­kil­de olur: İn­san­lar ara­sın­da İs­lam'ın hü­küm­le­ri­ni ye­ri­ne ge­ti­rip ic­ra et­mek, ha­vas­tan ve avam­dan, kü­für adet­le­ri­ni kal­dır­mak, ha­vas­tan ve avam­dan, kü­für ala­met­le­ri­ni kal­dı­rıp ip­tal et­mek.

Amel iş­le­me­nin za­ma­nı genç­lik­tir. Ak­lı olan bu fır­sa­tı ka­çır­maz ve fır­sa­tı ga­ni­met bi­lir. Zi­ra in­san yaş­lı­lık za­ma­nı­na kal­ma­ya­bi­lir. Kal­dı­ğı­nı far­ze­de­lim, der­le­nip to­par­lan­ma­ya mü­yes­ser ol­ma­ya­bi­lir. Böy­le bir der­le­nip to­par­lan­ma­nın ol­du­ğu­nu far­ze­de­lim; bir amel iş­le­me­ye gü­cü yet­mez. Zi­ra o za­man za­afın ve ac­zin bas­tır­dı­ğı za­man­dır...

... Yet­miş üç fır­ka­dan her bi­ri tek tek, di­ne ta­bi ol­duk­la­rı­nı id­dia edip ken­di­le­ri­ni ne­cat bu­lan züm­re­den sa­yar­lar."... Her fır­ka el­le­rin­de­ki ile bö­bür­le­nir (Mü'mi­nun Su­re­si, 53) me­alin­de­ki ayet on­la­rın ha­li­ni doğ­ru­lar. Re­su­lul­lah Efen­di­mi­zin be­yan bu­yur­du­ğu, fır­ka-i na­ci­ye­yi di­ğer­le­rin­den ayır­te­den özel­li­ği Pey­gam­be­ri­miz şöy­le açık­lı­yor: "... On­lar, ben ve as­ha­bı­mın üze­rin­de bu­lun­du­ğu­muz hal üze­rin­de olan­lar­dır." Re­su­lul­lah Efen­di­miz'in ken­di­si­ni an­lat­ma­sı ye­ter­li iken, as­ha­bı­nı da zik­ret­me­si şu ma­na­ya gel­mek­te­dir: "Be­nim yo­lum as­ha­bı­mın git­ti­ği yol­dur. Kur­tu­luş yo­lu, on­la­rın yo­lu­na ta­bi ol­ma­ya bağ­lı­dır."

Re­su­lul­lah Efen­di­miz'e ta­bi ol­mak id­di­ası; as­ha­bı­nın yo­lu­na ta­bi ol­ma­dan boş bir id­di­adır. Hiç şüp­he yok­tur ki Pey­gam­ber Efen­di­mi­zin as­ha­bı­nın yo­lu­nda de­vam eden­ler, Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at'­tir. Al­lah bun­la­rın sa'­yi­ni meş­kur ey­le­sin. İş­te, fır­ka-i na­ci­ye bun­lar­dır. şia ve Ha­ri­ci­ler gi­bi, Re­su­lul­lah Efen­di­mi­zin as­ha­bı­na taa'n eden­ler, on­la­rın yo­lu­na ta­bi ol­mak­tan el­bet­te mah­rum­dur.

Mu­te­zi­le için da­hi ay­nı hü­küm ve­ri­lir. Bu, son­ra­dan çı­kan bir yol­dur. Ehl-i Sün­net ol­ma­yan di­ğer fır­ka­lar ay­nı kı­ya­sa ta­bi­dir. (Mek­tu­bat-ı Rab­ba­ni)

 

Sey­yid Ab­dul­ka­dir Gey­la­ni

Ab­dul­ka­dir Gey­la­ni; Muh­yid­dîn, Kutb-i Rab­bâ­nî, Kutb-i a'zam, Gavs, Gavs-ül a'zam, Sul­tân-ul-ev­li­yâ (ev­li­ya­la­rın sul­ta­nı) ola­rak da anı­lır. Kün­ye­si Ebu Mu­ham­med'dir. Ab­dul­ka­dir Gey­la­ni, hem sey­yid, hem şe­rif­dir. 1078 yı­lın­da İran'ın Gey­lan şeh­rin­de dün­ya­ya gel­di. Din eği­ti­mi­ne bu­ra­da baş­la­dı. Da­ha son­ra Gey­lan'dan Bağ­dat'a ge­çe­rek eği­ti­mi­ne bu­ra­da de­vam et­ti. Han­be­li mez­he­bi­ni se­çe­rek fı­kıh­ta bu mez­hep üze­rin­de yo­ğun­laş­tı. Ebu Sa­id med­re­se­sin­de ders­ler ver­di­ği sı­ra­lar­da ta­sav­vuf­la ta­nış­tı. Ta­sav­vuf­ta­ki yo­lu­na onun is­mi­ne iza­fe­ten "Ka­di­riy­ye" adı ve­ril­di.

Ço­ğun­lu­ğu va­az ve na­si­hat­le­rin­den olu­şan El-Gun­ye, El-Fet­hü'r Rab­ba­ni, El Fü­tü­hül Gayb bi­ze ka­dar ula­şan ki­tap­la­rı ara­sın­da­dır. Ab­dul­ka­dir Gey­la­ni Haz­ret­le­ri 1166 yı­lın­da Bağ­dat'ta ve­fat et­ti. Her yıl mil­yon­lar­ca ki­şi ta­ra­fın­dan zi­ya­ret edi­len kab­ri, şu an­da Bağ­dat'ta ge­niş bir kül­li­ye içe­ri­sin­de­dir.

Ab­dul­ka­dir Gey­la­ni Haz­ret­le­ri­nin ba­zı söz­le­ri şöy­le­dir:

Ku­ran ile amel et­mek se­ni Ku­ran'ın mev­ki­ine yük­sel­tir, ora­ya otur­tur. Sün­net (Pey­gam­be­ri­mi­zin ha­dis­le­ri) ile amel et­mek se­ni Al­lah'ın Re­su­lü Pey­gam­ber Efen­di­mi­ze yük­sel­tir. Re­su­lul­lah, kal­bi ile ve ma­ne­vi him­me­tiy­le, Allah dost­la­rı­nın kal­bi çev­re­sin­den bir an bi­le ay­rıl­maz. Al­lah dost­la­rı­nın kalp­le­ri­ni gü­zel­leş­ti­ren, ko­ku­la­yıp bu­har­la­yan odur. On­la­rın öz­le­ri­ni tas­vi­ye eden, men­fi duy­gu­lar­dan te­miz­le­yen ve tez­yin eden odur.

Sen Al­lah'ı zik­ret ki, O'da se­ni zik­ret­sin. Al­lah'ı zik­ret ki o zi­kir gü­nah­la­rı­nı dök­sün. Gü­nah­sız ola­rak ka­la­sın. Gü­nah­sız ita­at­kar bir mü­min ola­sın. İş­te o za­man o se­ni zik­re­der. O zi­kir se­ni öy­le sa­rar ve meş­gul eder ki, bir şey is­te­ye­cek va­kit bu­la­maz­sın. Bü­tün ga­yen ve mak­su­dun o olur.

Ey aha­li! İs­lam ağ­lı­yor. Eli­ni ba­şı­na koy­muş; şu fa­cir­ler­den, şu fa­sık­lar­dan, şu bid'at eh­lin­den, şu za­lim­ler­den, şu ya­lan­cı şa­hid­lik li­ba­sı giy­miş­ler­den, sa­hip bu­lun­ma­dık­la­rı fa­zi­let­le­ri ken­di­le­rin­de var gös­te­ren şu ku­ru id­di­acı­lar­dan, ya­ka sil­ki­yor. On­la­ra kar­şı ih­las sa­hi­bi müs­lü­man­lar­dan yar­dım ta­lep edi­yor.

Yi­yip iç­men, ve­da yi­yip iç­me­si ol­sun. Ai­le ara­sın­da bu­lu­nu­şun ve­da bu­lu­nu­şu ol­sun. Mü­min kar­de­şin­le bu­luş­man ve­da bu­luş­ma­sı ol­sun. Kal­bi­ne hep ema­net ol­du­ğu­nu, da­ima ve­da et­me ha­lin­de bu­lun­du­ğu­nu nak­şet. Ka­de­ri baş­ka­sı­nın elin­de bu­lu­nan kim­se na­sıl ema­net ve ve­da et­me ha­lin­de ol­maz ki? Zi­ra ya­rın ne ola­ca­ğı­nı, iş­le­rin ne­re­ye va­ra­ca­ğı­nı, ka­de­ri­nin ken­di­si­ne ne­ler ge­ti­re­ce­ği­ni bil­me­mek­te­dir. Öy­ley­se he­men töv­be et, bir da­ha iş­le­me­me­ye az­mey­le. On­lar­dan sıy­rıl, se­ri adım­lar­la Mev­la'na koş. Tev­be et­ti­ğin za­man hem za­hi­rin hem ba­tı­nın tev­be et­miş ol­sun. Tev­be, Al­lah Ka­tın­da mak­bul kul ol­ma­nın te­me­li­dir. Ha­lis bir tev­be ile ve Al­lah'tan ha­ki­kat­tan ha­ya et­mek su­re­tiy­le üze­rin­de­ki gü­nah el­bi­se­ni çı­kar, at. Ey Allah'ın yo­lu­nu ar­ka­sı­na atıp dün­ya iş­le­ri­ne iti­na gös­te­ren ki­şi! Se­ni in­san­la­rı mem­nun eden, fa­kat Al­lah'ı ken­di­si­ne öf­ke­len­di­ren ki­şi ola­rak gö­rü­yo­rum. Hiç şüp­he yok ki ya­kın­da sen o dün­ya­dan alı­na­cak­sın. Ölüm se­ni ora­dan ayı­ra­cak. Se­ni ya­ka­la­ma­sı pek elem­li, pek şid­det­li ve pek çe­şit­li olan zat ya­ka­lar ve ora­dan alır. Bir an­da her­şe­yi­ni kay­be­der ve her­şe­yin­den ay­rı­lır­sın. (Fet­hü'r-Rab­ba­ni)

 

Şah-ı Nak­şi­ben­d Haz­ret­le­ri

Asıl adı Mu­ham­med Ba­ha­ud­din'dir. 1318 yı­lın­da Bu­ha­ra ya­kın­la­rın­da doğ­du. Ha­ce­gan Ta­ri­ka­tı şey­hi Mu­ham­med Ba­ba Sem­ma­si'nin ma­ne­vi ter­bi­ye­si al­tın­da ye­tiş­ti. Genç­li­ğin­de Se­mer­kand'a gi­den şah-ı Nak­şi­ben­d Haz­ret­le­ri Ha­ne­fi mez­he­bin­den­dir. Ah­lak ve ilim üze­ri­ne ça­lış­ma­la­rı ve soh­bet­le­ri ile bü­yük kit­le­le­ri pe­şin­den sü­rük­le­miş­tir.

Ku­ru­cu­su ol­du­ğu Nak­şi­ben­di ta­ri­ka­tı, İmam Rab­ba­ni za­ma­nın­da Hin­dis­tan'a ya­yıl­dı. Ta­ri­kat İs­tan­bul'un fet­hi­nden son­ra Os­man­lı­lar ta­ra­fın­dan be­nim­sen­di. İs­tan­bul'da çok faz­la sa­yı­da Nak­şi­ben­di der­ga­hı bu­lun­ma­sı fi­kir­le­ri­nin halk ara­sın­da ne ka­dar yay­gın­laş­tı­ğı­nın gös­ter­ge­siy­di.

Şah-ı Nak­şi­ben­d Haz­ret­le­ri'nin ha­ya­tı bo­yun­ca sa­vun­du­ğu ha­ki­kat, İs­lam'ın te­me­li ya­ni Al­lah (cc)'ın ki­ta­bı­na sa­rıl­ma­yan­la­rın ve Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in emir­le­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­me­yen­le­rin kur­tu­lu­şa eri­şe­me­ye­cek­le­ri­dir. Ona gö­re Ki­tap ve sünnetin çiz­di­ği da­ire­den çık­ma­ma­lı­dır. Bu çiz­gi­ye uy­ma­yan ki­şi­ye uy­mak doğ­ru de­ğil­dir. Çün­kü ta­ri­kat Ku­ran ve Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in sünneti ile ha­yat bu­lur. Şah-ı Nak­şi­ben­d Haz­ret­le­ri bir ese­rin­de Re­su­lul­lah (sav)'a bağ­lı­lı­ğı­nı şöy­le ifa­de edi­yor:

"Bir iş ki Re­su­lul­lah yap­mış­tır, ay­nen ben de öy­le amel et­tim ve hiç bir sün­ne­ti ih­mal et­me­dim. Hep­si­ni ye­ri­ne ge­tir­dim ve ne­ti­ce­si­ni bul­dum. Ken­dim­de onun ese­ri­ni gör­düm."

 

Mev­la­na Ha­lid-i Bağ­da­di Haz­ret­le­ri

1778'de Bağ­dat ya­kın­la­rın­da­ki Zur şeh­rin­de doğ­du. Bir çok ün­lü alim­den tef­sir, ha­dis, fı­kıh ve ta­sav­vuf der­si al­dı. Ho­ca­sı ve­fat edin­ce onun ye­ri­ne ders ver­me­ye baş­la­dı. Ders­le­ri­ne tüm İs­lam ale­min­den bin­ler­ce ki­şi ka­tıl­dı. Se­kiz se­ne ders ver­dik­ten son­ra ön­ce şam'a son­ra Hi­caz'a git­ti.

1809 yı­lın­da şeyh Mu­ham­med Deh­le­vi'den da­vet alan Mev­la­na Ha­lid, bu çağ­rı­ya uya­rak Hin­dis­tan'a git­ti. Bu­ra­da­ki eği­ti­mi­ni ta­mam­la­dık­tan son­ra tek­rar Bağ­dat'a dön­dü. 1826 yı­lın­da şam'da ve­fat et­ti. Ce­na­ze na­ma­zı­nı Ha­ne­fi mez­he­bi­nin bü­yük alim­le­rin­den İbn-i Abi­din kıl­dır­dı.

Mev­la­na Ha­lid Haz­ret­le­ri bir ese­ri­nin baş­lan­gıç bö­lü­mü­ne, Mek­tu­bat-ı Rab­ba­ni'den şu alın­tı­yı yap­mış­tı:

İyi­ce dü­şün­me­li ve an­la­ma­lı­dır ki, her­ke­se her ni­me­ti gön­de­ren, yal­nız Al­lah'dır. Her şe­yi va­re­den an­cak O'dur. Her var­lı­ğı her an var­lık­ta dur­du­ran hep odur. Kul­lar­da­ki üs­tün ve iyi sı­fat­lar, O'nun lüt­fu ve ih­sa­nı­dır. Al­lah cen­net­te­ki son­suz ni­met­le­re, bit­mez tü­ken­mez zevk­le­re ve ken­di rı­za­sı­na, sev­gi­si­ne ka­vu­şa­bil­me­miz için, sev­gi­li pey­gam­be­re uy­ma­mı­zı em­re­di­yor."

Va­rol­du­ğun müd­det­çe, Al­lah'ın emir ve ya­sak­la­rı­na iyi ya­pış. Si­ze Al­lah'ı çok an­ma­nı­zı, O'na sı­ğın­ma­nı­zı ge­çi­ci dün­ya­ya gö­nül ver­me­me­ni­zi de­vam­lı ve son­suz olan ahi­re­te çok rağ­bet et­me­ni­zi, ölü­mü, ka­bir­de­ki yal­nız­lı­ğı, he­sap gü­nü­ne tam ola­rak ha­zır­lan­ma­yı, Sün­net-i Se­niy­ye­ye ya­pış­ma­yı, bid'at­lar­dan yüz çe­vir­me­yi, müs­lü­man­la­rın ba­şa­rı­sı, din düş­man­la­rı­nın ve mür­ted­le­rin he­zi­me­ti için dua et­me­yi tav­si­ye ede­rim. (Mev­la­na Ha­lid'in Di­yar­ba­kır­lı bir ya­kı­nı­na yaz­dı­ğı mek­tup­tan)

 

Ah­med Zi­ya­ed­din Gü­müş­ha­ne­vi

1813 ta­ri­hin­de Gü­müş­ha­ne'de doğ­du. 10 ya­şın­da Trab­zon'a ge­le­rek alim­ler­den ders al­ma­ya baş­la­dı. Ağa­be­yi­nin as­ke­re git­me­si se­be­biy­le bir sü­re ba­ba­sı ile bir­lik­te ti­ca­ret­le uğ­raş­tı. Ai­le­si­nin mu­ha­le­fe­ti­ne rağ­men 1831 yı­lın­da İs­tan­bul'a yer­le­şe­rek tah­si­li­ne ora­da de­vam et­ti. Dev­rin ile­ri ge­le­nle­rin­den bir­ço­ğu onun soh­bet­le­rin­den et­ki­len­di. Bun­lar ara­sın­da Sul­tan II. Ab­dul­ha­mid Han da var­dı.

Öm­rü­nün 28 se­ne­si­ni ki­tap ça­lış­ma­la­rı­na ayı­ran Gü­müş­ha­ne­vi, 16 yıl biz­zat teb­liğ fa­ali­ye­tin­de bu­lun­muş­tur. Sa­yı­la­rı bir mil­yo­nu aşan ta­le­be­le­ri­nin atıl du­ran ser­vet­le­ri­ni bir ara­ya ge­ti­re­rek or­tak bir "yar­dım­laş­ma ve ya­tı­rım fo­nu" kur­dur­muş­tur. Bu ya­tı­rım­lar sa­ye­sin­de bir mat­baa, ya­yı­ne­vi, için­de 18.000 ki­ta­bın bu­lun­du­ğu 4 ay­rı kü­tüp­ha­ne ve çe­şit­li va­kıf­lar kur­dur­muş­tur.

Sün­net-i Se­niy­ye'ye bü­yük önem ver­di­ği bi­li­nen Gü­müş­ha­ne­vi Haz­ret­le­ri sü­rek­li ola­rak ta­le­be­le­ri­ne ha­dis ko­nu­sun­da ders­ler ver­miş­tir.

Gü­müş­ha­ne­vi Haz­ret­le­ri, dö­ne­mi­nin en ön­de ge­len İs­lam alim­le­rin­den­di. Ül­ke ça­pın­da kü­tüp­ha­ne­ler kur­du­ra­rak ve eği­tim fa­ali­ye­ti­ne biz­zat ken­di­si ka­tı­la­rak Müs­lü­man­la­rın iler­le­ye­bil­me­si için elin­den ge­len bü­tün gay­re­ti gös­ter­miş­tir. 93 har­bi ola­rak bi­li­nen 1877-78 Os­man­lı-Rus sa­va­şın­da cep­he­de sa­vaş­mış ve as­ke­ri­mi­ze mo­ral des­te­ği ver­miş­tir

1880 yı­lın­da Mı­sır se­ya­ha­ti dö­nü­şün­de Gü­müş­ha­ne­vi der­ga­hı­nı Ha­li­fe­si Ha­san Hil­mi Efen­di'ye bı­ra­ka­rak sa­de­ce Cu­ma soh­bet­le­rin­de bu­lun­muş­tur. 13 Ma­yıs 1893 yı­lın­da yaz ay­la­rı­nı ça­dır ku­ra­rak ge­çir­di­ği Bey­koz'da­ki Yu­şa te­pe­sin­de ve­fat et­miş­tir.

Ho­ca Efen­di'nin eser­le­rin­den ba­zı­la­rı:

Ca­mi'ul Usul, özel­lik­le Nak­şi­ben­di ta­ri­ka­tı­nın in­ce­lik­le­ri­nin an­la­tıl­dı­ğı bir ki­tap­tır. İçe­ri­sin­de Ehl-i Sün­net'e uy­gun bü­tün ta­sav­vuf akım­la­rı­nın iti­bar et­ti­ği ki­tap­lar­dan der­le­me­ler bu­lun­mak­ta­dır.

Ru­hu'l-ari­fin, Ta­sav­vuf içe­ri­sin­de­ki ma­kam­lar an­la­tıl­mış­tır.

Mec­mu'atü'l-ah­zab, Ta­sav­vuf eh­li­nin gün­lük iba­det­le­ri­nin an­la­tıl­dı­ğı bir ki­tap­tır.

Ki­ta­bü'l-ari­fin, Bu ki­tap­ta dua ko­nu­su an­la­tıl­mış­tır.

 

Be­di­üz­za­man Sa­id Nur­si

1873 Yı­lın­da Bit­lis'in Hi­zan ka­sa­ba­sı­nın Nurs kö­yün­de dün­ya­ya ge­lir. 9 ya­şın­da di­ni eği­ti­me baş­la­ma­sı­na rağ­men mi­za­cı se­be­biy­le med­re­se eği­ti­mi­ne alı­şa­ma­ya­rak ay­rı­lır. 12 ya­şın­da Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in rü­ya­sın­da ona ba­zı tav­si­ye­ler­de bu­lun­ma­sı üze­ri­ne tah­sil ha­ya­tı­na de­vam eder. 21 ya­şın­da Do­ğu il­le­rin­de adı­nı du­yu­rur ve ken­di­si­ Be­di­üz­za­man (ça­ğın gü­zel­li­ği) ola­rak anı­lır. Ha­ya­tın­da­ki en bü­yük ide­al­le­rin­den bi­ri­si Van'da açıl­ma­sı­nı is­te­di­ği Med­re­se­tü'z Zeh­ra Üni­ver­si­te­si'ydi. 1907 yı­lın­da İs­tan­bul'a ge­le­rek Sul­tan II. Ab­dul­ha­mid'e pro­je­si­ni an­la­tır fa­kat ken­di­si­ni ik­na ede­mez. Bu­nun üze­ri­ne Fa­tih'te­ki şe­ker­ci Han'da bir oda tu­ta­rak bu­ra­ya yer­le­şir.

31 Mart olay­la­rı ile bağ­lan­tı­sı ol­ma­dı­ğı hal­de olay­lar sı­ra­sın­da tu­tuk­la­nır ve mah­ke­me­de be­ra­at eder. 31 Mart olay­la­rın­dan son­ra İs­tan­bul'dan ay­rı­la­rak, Van, Tif­lis, şam, Bey­rut ve İz­mir'de ça­lış­ma­la­rı­na de­vam eder.

Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı'nın baş­la­ma­sı ile bir­lik­te Teş­ki­lat-ı Mah­su­sa'da gö­rev alır. 1916 yı­lın­da mi­lis ko­mu­ta­nı ola­rak Pa­sin­ler'de sa­va­şır ve esir dü­şer. Bol­şe­vik Dev­ri­mi sı­ra­sın­da­ki kar­ga­şa dö­ne­min­den is­ti­fa­de ede­rek ka­çar ve bü­yük zor­luk­lar­la İs­tan­bul'a gel­me­yi ba­şa­rır.

Sa­id Nur­si'nin ha­ya­tı, as­lın­da ken­di­si­ne des­tek ver­me­di­ği şeyh Sa­id is­ya­nı ile de­ğiş­ti. Sa­id Nur­si is­ya­na ni­çin des­tek ver­me­di­ği­ni şöy­le an­la­tı­yor:

"Türk mil­le­ti asır­lar­dan be­ri İs­la­m'ın bay­rak­tar­lı­ğı­nı yap­mış­tır. Çok ve­li­ler ve şe­hid­ler ye­tiş­tir­miş­tir. Böy­le bir mil­le­tin to­run­la­rı­na kı­lıç çe­kil­mez. Biz müs­lü­ma­nız, on­lar­la kar­de­şiz, kar­de­şi kar­deş­le çar­pış­tır­ma­yı­nız. Bu şer'an ca­iz de­ğil­dir. Kı­lıç ha­ri­ci düş­ma­na çe­ki­lir, da­hil­de kı­lıç kul­la­nıl­maz. Bu za­man­da ye­ga­ne kur­tu­luş ça­re­miz, Ku­ran ve iman ha­ki­kat­le­riy­le ten­vir (nur­lan­ma) ve ir­şad et­mek­tir. En bü­yük düş­ma­nı­mız olan ceh­li iza­le et­mek­tir. Te­şeb­bü­sü­nüz­den vaz­ge­çi­niz, zi­ra akim ka­lır. Bir­kaç ca­ni yü­zün­den bin­ler­ce ma­sum er­kek ve ka­dın te­lef ola­bi­lir."

Her­şe­ye rağ­men yö­re­nin bir­çok ön­de ge­le­ni ile bir­lik­te Be­di­üz­za­man hak­kın­da da so­ruş­tur­ma açı­la­rak İs­tan­bul'a ge­ti­ril­di. Ora­dan Eğ­ri­dir il­çe­si­nin Bar­la kö­yü­ne sür­gün edil­di. Bu köy­de Ku­ran'ı tef­sir et­ti­ği Ri­sa­le-i Nur Kül­li­ya­tı'nın dört­te üçü­nü ka­le­me al­dı.

Ta­le­be­le­ri­nin sa­yı­sı­nın art­ma­sıy­la bir­lik­te Es­ki­şe­hir'e gön­de­ri­le­rek Be­di­üz­za­man'ın yar­gı­lan­ma­sı­na ora­da de­vam edil­di. Bu­ra­da 11 ay hap­se mah­kum ol­du. Üze­rin­de­ki bas­kı­lar ­da art­ma­ya baş­la­dı. 1934 yı­lın­da Bar­la'dan Is­par­ta'ya nak­le­dil­di. Ora­dan 120 ar­ka­da­şıy­la ce­za­sı­nı ta­mam­la­dık­tan son­ra Kas­ta­mo­nu'ya sür­gün edil­di.

1943 yı­lın­da ye­ni­den tu­tuk­la­na­rak An­ka­ra'ya gön­de­ril­di. Ar­dın­dan Is­par­ta ve De­niz­li'de hak­kın­da so­ruş­tur­ma­lar açıl­dı. 126 ar­ka­da­şıy­la bir­lik­te do­kuz ay tu­tuk­lu kal­dık­tan son­ra so­ruş­tur­ma­la­rın hep­sin­den be­ra­at et­ti. Hak­kın­da­ki be­ra­at ka­rar­la­rı­na rağ­men bas­kı­lar bir tür­lü bit­me­di. Af­yon'da so­nuç­la­nan 20 ay­lık mah­ku­mi­yet ka­ra­rı üst mah­ke­me ta­ra­fın­dan bo­zul­du.

1951 yı­lın­da bir der­gi­de ya­yın­la­nan ya­zı­sı üze­ri­ne hak­kın­da da­va açı­lın­ca 27 se­ne uzak kal­dı­ğı İs­tan­bul'a gel­me im­ka­nı bul­du. Be­di­üz­za­man bu mah­ke­me­den de be­ra­at et­ti.

1956 yı­lın­da Ri­sa­le-i Nur kül­li­ya­tın­da suç un­su­ru bu­lu­na­ma­dı­ğı için kül­li­ya­tın ya­yın­lan­ma­sı­na izin ve­ril­di. Öm­rü­nün son gün­le­rin­de bü­tün yur­du do­la­şan Be­di­üz­za­man Sa­id Nur­si, İs­tan­bul'dan Ur­fa'ya yap­tı­ğı uzun yo­lcu­luk­tan son­ra 1960 yı­lın­da ve­fat et­ti. 27 Ma­yıs Dar­be­si'nin he­men ar­dın­dan ce­na­ze­si Ur­fa'dan alı­na­rak uçak­la Is­par­ta'ya ge­ti­ri­le­rek bi­lin­me­yen bir ye­re def­ne­dil­di.

Eser­le­ri:

- Söz­ler

- Mek­tu­bat

- Lem'alar

- Şu­alar

- Mes­ne­vi-i Nu­ri­ye

- Asa-yı Mu­sa

- Kas­ta­mo­nu La­hi­ka­sı

- Bar­la La­hi­ka­sı

- Emir­dağ La­hi­ka­sı

- İşa­re­tü'l İcaz

- Sik­ke-i Tas­dik-i Gay­bi

- Hut­be-i şa­mi­ye

- Mü­na­za­rat

- İki Mek­teb-i Mu­si­be­tin şe­ha­det­na­me­si

Eser­le­rin­den ba­zı alın­tı­lar:

"Sün­net-i Se­niy­ye­'ye ta­bi ol­mak mut­la­ka çok kıy­met­li­dir. Özel­lik­le bid'at­la­rın ço­ğal­dı­ğı za­man­da sün­ne­te ta­bi ol­mak çok kıy­met­li­dir. Özel­lik­le üm­me­tin fe­sa­dı za­ma­nın­da Sün­net-i Se­niy­ye'­nin ada­bı­na uy­mak mü­him bir tak­va­yı ve kuv­vet­li bir ima­nı oluş­tu­ru­yor." (Le­ma­lar, s.48)

"Sün­net­le­ri san­ki gök­ten sar­kan ve uza­nan ip­ler gi­bi gör­düm ki on­la­ra ya­pı­şan yük­se­lir ve sa­ade­te ka­vu­şur. Mu­ha­le­fet edip de ak­la da­ya­nan­lar ise, uzun bir mi­na­re ile gö­ğe çık­mak ah­mak­lı­ğın­da bu­lu­nan fi­ra­vun gi­bi bir fi­ra­vun olur." (Mes­ne­vi-i Nu­ri­ye, s. 72)

"Ya­ra­tı­cı­mız bi­ze en bü­yük öğ­ret­men ve en mü­kem­mel üs­tad ve şa­şır­maz ve şa­şırt­maz en doğ­ru reh­ber ola­rak Hz. Mu­ham­med'i ta­yin et­miş­tir. Ve son el­çi ola­rak gön­der­miş­tir." (Asa-yı Mu­sa, s. 34)

"Hz. Mu­ham­med'in özel­li­ği, İs­lam ale­mi­nin bü­yük ağa­cı­nın kay­na­ğı, çe­kir­de­ği, ha­ya­tı, me­da­rı­dır." (Le­ma­lar, s.311)

"Ve­la­yet yol­la­rı için­de en gü­ze­li, en doğ­ru yo­lu, en par­la­ğı, en zen­gi­ni, Sün­net-i Sen­ni­ye'­ye ta­bi ol­mak­tır." (Mek­tu­bat, s.495)

İs­lam di­ni için dı­şa­rı­dan ge­len za­rar­lı akım­lar ne ka­dar teh­li­ke­li ise ken­di bün­ye­sin­den ge­len sap­kın ve za­rar­lı akım­lar o de­re­ce teh­li­ke­li­dir. Be­di­üz­za­man Sa­id Nur­si iş­te bu içe­ri­den ge­len teh­li­ke­le­re şöy­le işa­ret et­miş­tir:

"Ba­na ız­dı­rap ve­ren, yal­nız İs­la­m'ın ma­ruz kal­dı­ğı teh­li­ke­ler­dir. Es­ki­den teh­li­ke­ler ha­riç­ten ge­lir­di; onun için mu­ka­ve­met ko­lay­dı. şim­di teh­li­ke­ler içe­ri­den ge­li­yor. Kurt göv­de­nin içi­ne gir­di. şim­di mu­ka­ve­met güç­leş­ti. Kor­ka­rım ce­mi­ye­tin bün­ye­si bu­na da­yan­maz; çün­kü düş­ma­nı sez­mez. Can da­ma­rı­nı ko­pa­ran, ka­nı­nı içen en bü­yük has­mı­nı dost zan­ne­der. Ce­mi­ye­tin ba­si­ret gö­zü kör­le­şir­se, iman ka­le­si teh­li­ke­de­dir. İş­te be­nim ız­dı­ra­bım, ye­ga­ne ız­dı­ra­bım bu­dur. Yok­sa şah­sı­mın ma­ruz kal­dı­ğı zah­met ve me­şak­kat­le­ri dü­şün­me­ye bi­le vak­tim yok­tur. Keş­ke bun­dan bin kat me­şak­ka­te ma­ruz kal­sam da, iman ka­le­si­nin is­tik­ba­li se­la­met­te ol­sa..."

(Bü­tün alın­tı­lar sa­de­leş­ti­ri­le­rek ve­ril­miş­tir)

 

Sü­ley­man Hil­mi Tu­na­han

Sü­ley­man Hil­mi Tu­na­han, 1888 yı­lın­da Si­lis­ti­re'de dün­ya­ya gel­di. İs­tan­bul med­re­se­le­rin­de dö­ne­min en ün­lü ho­ca­la­rın­dan eği­tim ala­rak üs­tün de­re­ce­ler­le me­zun ol­du. 1930 yı­lın­dan iti­ba­ren Di­ya­ne­t'in kad­ro­sun­dan Sul­ta­nah­met, Ye­ni­ca­mi, şeh­za­de­ba­şı, Ka­sım­pa­şa ca­mi­le­rin­de va­iz­lik yap­tı.

Ha­ya­tı bo­yun­ca hak­kın­da çe­şit­li so­ruş­tur­ma­lar açıl­mış ve hep­sin­den be­ra­at et­miş­tir. Ku­ran'ın unu­tul­ma­ya baş­la­dı­ğı bir dö­nem­de ken­di­si­ni genç­le­rin di­ni eği­ti­mi­ne ada­mış­tır. Bü­tün ça­lış­ma­la­rı Ho­ca Efen­di­nin Ku­ran öğ­re­ni­mi­ne ver­di­ği­ öne­min be­lir­gin gös­ter­ge­le­ri­nden­dir.

Ta­le­be­le­ri­ne de­vam­lı ola­rak Ku­ran ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in çiz­gi­sin­den ay­rıl­ma­ma­la­rı­nı ve genç­le­ri bu çiz­gi­nin dı­şın­da­ki sap­kın akım­lar­dan ko­ru­ma­la­rı­nı tav­si­ye eden Sü­ley­man Hil­mi Tu­na­han, 1959 yı­lın­da şe­ker has­ta­lı­ğın­dan ve­fat et­ti.

Ho­ca Efen­di ve ta­le­be­le­ri, iti­kat­ta İmam Ma­tu­ri­di Haz­ret­le­ri­ne, amel­de ise İmam Ha­ni­fe'ye bağ­lı­dır. Sü­ley­man Efen­di İmam Rab­ba­ni Haz­ret­le­ri­nin çiz­di­ği ta­sav­vuf çiz­gi­si içe­ri­sin­de­dir.

Da­ma­dı ve ta­le­be­si Ke­mal Ka­çar, Sü­ley­man Efen­di'nin üs­tün şah­si­ye­ti­ni şöy­le an­la­tı­yor:

"Sü­ley­man Efen­di'nin ba­tın il­min­de, ya­ni ta­sav­vuf­ta­ki ma­ne­vi cep­he­si, şüp­he­siz eh­li­ne ma­lum­dur. Za­hi­ri akıl ve ze­ka ile müm­kün ol­maz. Öy­le ki, bir in­san müs­lü­man ola­bi­lir, tah­sil­li ve akıl­lı ola­bi­lir, hat­ta iç ha­ya­tı mün­kir ol­maz da yi­ne ta­sav­vuf ve ir­şa­da ehil bir zat ile kar­şı­laş­tı­ğı hal­de, o zat ila­hi ira­de ile ken­di­si­ni ona bil­dir­mez­se dün­ya­lar bir ara­ya gel­se onun feyz­le­rin­den ha­ber­dar ola­maz. Bi­zim ise ken­di­si­nin ma­ne­vi cep­he­si üze­rin­de zer­re­ce te­red­dü­tü­müz yok­tur. Biz bu nok­ta­yı ül­me'l ya­kin de­ğil hak­ke'l ya­kin bi'l fi­il ya­şa­mış ola­rak bi­li­yo­ruz." (Hı­zır Yıl­maz, Sü­ley­man­cı­lık Hak­kın­da Bir İn­ce­le­me, s. 11)

 

Sey­yid Ab­dül­ha­kim Ar­va­si

1865 yı­lın­da Van'ın Baş­ka­le il­çe­sin­de dün­ya­ya gel­di. Ba­ba­sı Mus­ta­fa Efen­di ken­di­si­ni İs­la­mi eği­ti­me ada­mış bir ta­sav­vuf ada­mı­dır. Ab­dül­ha­kim Ar­va­si Efen­di, Rüş­di­ye tah­si­lin­den son­ra Irak'ın çe­şit­li böl­ge­le­rin­de tef­sir, ha­dis, fı­kıh, ke­lam eği­ti­mi gör­dü.

 14 ya­şı­na gel­di­ğin­de Fe­him Efen­di'den ta­sav­vuf eği­ti­mi al­ma­ya baş­lar ve onun ma­iye­ti­ne gi­rer. Bel­li bir ol­gun­lu­ğa eriş­tik­ten son­ra 20 ya­şın­da mem­le­ke­ti­ne ge­ri dö­ner. Bu­ra­da bü­tün va­rı­nı yo­ğu­nu bir med­re­se ve bir kü­tüp­ha­ne ya­pı­mı­na har­car. Bu­ra­da ta­le­be­le­ri­nin her tür­lü ih­ti­ya­cı­nı üc­ret­siz ola­rak kar­şı­lar. Fa­kat Ab­dül­ha­kim Haz­ret­le­ri­nin kur­du­ğu med­re­se Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da Er­me­ni ve Rus bir­lik­ler ta­ra­fın­dan yağ­ma­la­nır, so­nun­da Van'dan hic­ret et­mek zo­run­da ka­lır. An­cak be­ra­ber hic­ret et­ti­ği 150 ya­kı­nın­dan sa­de­ce 29'u sağ ola­rak İs­tan­bul'a ula­şa­bil­miş­tir.

Ab­dül­ha­kim Efen­di 1919 yı­lın­da ken­di­si ve ya­kın­la­rı için tah­sis edi­len İs­tan­bul, Eyüp'te bir med­re­se­ye yer­le­şir. Yi­ne bu dö­nem­de Sü­ley­ma­ni­ye Med­re­se­sin­de ta­sav­vuf ho­ca­lı­ğı­na baş­lar.  1924-25 yıl­la­rın­da tek­ke ve za­vi­ye­le­rin ka­pa­tıl­ma­sı üze­ri­ne Ab­dül­ha­kim Efen­di­nin gö­re­vi­ne son ve­ri­lir.

1930 yı­lın­da Me­ne­men Olay­la­rın­dan son­ra tu­tuk­la­nır ve be­ra­at eder. Ar­dın­dan Be­yoğ­lu Ağa Ca­mii ve Be­ya­zıd Ca­mi­in­de va­az ver­me­ye baş­lar. Öm­rü­nün son yıl­la­rın­da çe­şit­li tu­tuk­la­ma ve sür­gün­le­re ma­ruz ka­lır. Yi­ne bu yıl­lar­da İs­lam şa­iri Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­rek'in hi­da­ye­ti­ne ve­si­le olur.

1943 yı­lın­da An­ka­ra'da ve­fat eder. Ho­ca Efen­di'nin ce­na­ze­si de ya­şan­tı­sı gi­bi sa­de ve mü­te­va­zi ol­muş­tur.

Ab­dül­ha­kim Efen­di ar­dın­da Er-Ri­ya­zü't-Ta­sav­vu­fiy­ye ve Ra­bı­ta-i şe­ri­fe ad­lı iki eser bı­rak­mış­tır. Bu­nun dı­şın­da mek­tup­la ver­di­ği ce­vap­lar ve soh­bet­le­rin­den der­le­nen fi­kir­le­ri de ya­yın­lan­mış­tır.

 

Mah­mud Sa­mi Ra­ma­za­noğ­lu

Eren­köy Ce­ma­ati'nin şey­hi ola­rak bi­li­nen M. Sa­mi Ra­ma­za­noğ­lu 1892 yı­lın­da Ada­na'da dün­ya­ya gel­di. Da­ru'l Fü­nun Hu­kuk Mek­te­bi­ni bi­rin­ci­lik­le bi­tir­dik­ten son­ra ta­sav­vuf üze­ri­ne yo­ğun­laş­tı. Bir sü­re ca­mi­ler­de va­az­lar ver­di ve ti­ca­ret­le il­gi­len­di. Bir sü­re şam'da ika­met et­tik­ten son­ra fa­ali­yet­le­ri­ne İs­tan­bul Eren­köy'de­ki Zih­ni Pa­şa Ca­mi­in­de de­vam et­ti. Bu­ra­da yo­ğun bir ir­şad fa­ali­ye­tin­de bu­lu­nan Sa­mi Ra­ma­za­noğ­lu 1979 yı­lın­da Su­udi Ara­bis­tan'a hic­ret et­ti. Ya­şa­mı­nı in­san­la­ra İs­lam di­ni­ni teb­liğ et­me­ye vak­fe­den Sa­mi Efen­di öm­rü­nün ka­lan kıs­mı­nı ge­çir­di­ği Su­udi Ara­bis­tan'da ve­fat et­ti.

 

Meh­met Za­hid Kot­ku

Meh­met Za­hid Efen­di 1897'de Bur­sa'da doğ­du. Ai­le­si Kaf­kas kö­ken­li­dir. Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da 18 ya­şın­da olan Kot­ku as­ke­re alın­dı. Üç yıl cep­he­de üç yıl İs­tan­bul'da ge­ri hiz­met­te ol­mak üze­re top­lam al­tı yıl or­du­ya hiz­met et­ti. Or­du­da­ki gö­re­vin­den son­ra Gü­müş­ha­ne Tek­ke­si­ne gi­de­rek 27 ya­şın­da ica­zet al­dı. Tek­ke­le­rin ka­pa­tıl­ma­sın­dan son­ra ev­len­di ve Bur­sa'da imam­lık gö­re­vi­ne baş­la­dı. Son gö­rev ye­ri olan Fa­tih'te­ki İs­ken­der­pa­şa Ca­mi­in­de 22 se­ne bo­yun­ca ta­le­be ye­tiş­tir­di. 1980 yı­lın­da ve­fat et­ti. Ce­na­ze na­ma­zı İs­tan­bul Sü­ley­ma­ni­ye Ca­mi­in­de Ana­do­lu'nun en uzak şe­hir­le­rin­den ve Av­ru­pa'dan ge­len­ler­le bir­lik­te mu­az­zam bir ka­la­ba­lık ta­ra­fın­dan kı­lın­dı.

İr­şad ça­lış­ma­la­rı yıl­lar­ca sü­ren Meh­met Za­hid Efen­di'nin ce­ma­ati­nin sa­yı­sı ve­fa­tın­dan son­ra da art­ma­ya de­vam et­ti. En uzak il­ler­de hat­ta Tür­ki­ye'nin dı­şın­da da ken­di­si­ni se­ven bir kit­le oluş­tu.

Meh­met Za­hid Kot­ku'nun ca­mi­den yap­tı­ğı hiz­met­le­rin ağır­lı­ğı­nı soh­bet­le­ri oluş­tur­mak­tay­dı. İl­mi­hal bil­gi­le­ri­nin ya­nı­sı­ra Müs­lü­man­la­rı il­gi­len­di­ren gün­de­lik ko­nu­lar­da ta­le­be­le­ri­ni ay­dın­la­tır­dı. Ca­mi hut­be­le­rin­de ver­miş ol­du­ğu va­az­lar, yaz­dı­ğı ki­tap­lar ve yap­mış ol­du­ğu soh­bet­ler­le Türk genç­li­ği­nin mu­kad­de­sat­çı ye­tiş­me­sin­de önem­li bir rol oy­na­mış­tır. Ken­di­si­ne gös­te­ri­len bü­yük il­gi­nin te­me­lin­de, il­min­den is­ti­fa­de edil­me­si­nin ya­nı­sı­ra hoş­gö­rü­lü ve te­va­zu­lu bir in­san ol­ma­sı­nın bü­yük et­ki­si var­dır.

Ho­ca Efen­di, Müs­lü­man ül­ke­le­rin en önem­li me­se­le­le­rin­den bi­ri olan sa­na­yi­de ge­ri kal­mış­lı­ğı­n çö­zü­le­bil­me­si için bü­yük ça­ba sarf et­miş­tir. Gü­müş Mo­tor Fab­ri­ka­sı­nın ku­rul­ma­sı­na ön­cü ol­muş an­cak bu te­şeb­büs, tec­rü­be ek­sik­li­ği ve tek­nik ye­ter­siz­lik­ler so­nu­cu ba­şa­rı­sız­lık­la so­nuç­lan­mış­tır.

Meh­med Za­hid Kot­ku'nun bir sö­zü şöy­le­dir:

Bü­tün iş­ler­de Sün­net-i Sen­iy­ye'­ye son de­re­ce ri­ayet­kar ol­ma­lı. Za­ru­ret ol­ma­dık­ça sün­net­ler­den hiç­bi­ri­si ter­k e­dil­me­me­li­dir. Ge­rek ye­mek­te, ge­rek gi­yim­de, ge­rek­se gö­rü­şüp ko­nuş­ma­lar­da ve ba­hu­sus na­maz­lar­da­ki sün­net­le­re ve ab­dest­te­ki ta­ha­ret­te­ki sün­net­le­re bir­ de adab-ı mu­aşe­re­te çok dik­kat et­me­li­yiz. (Tev­be ad­lı ese­rin­den)

Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­rek

Bü­yük mü­te­fek­kir Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­rek, 1904 yı­lın­da Kah­ra­man­ma­raş­lı kök­lü bir ai­le­nin ço­cu­ğu ola­rak İs­tan­bul Çem­ber­li­taş'ta dün­ya­ya gel­di. 1912'de Ge­dik­pa­şa'da bir Fran­sız oku­lu­na ya­zıl­dı. Son­ra yi­ne ay­nı semt­te bu­lu­nan Ame­ri­kan Ko­le­ji'ni bi­tir­di. An­ne­si­nin has­ta­lı­ğı se­be­biy­le ta­şın­dık­la­rı Hey­be­li­ada'da­ki Bah­ri­ye Mek­te­bi­ne gir­di. 1917 yı­lın­da Da­rül­fü­nun'da Fel­se­fe eği­ti­mi­ne baş­la­dı. 1924 yı­lın­da Pa­ris, Sor­bon Üni­ver­si­te­si'ne gön­de­ril­di ve bir yıl son­ra eği­ti­mi­ni ya­rı­da bı­ra­ka­rak ge­ri dön­dü.

Mi­za­cı onun bir iş­te sü­rek­li ola­rak ça­lış­ma­sı­nı en­gel­li­yor­du. Bu yüz­den Pa­ris dö­nü­şü baş­la­dı­ğı gö­re­vin­den 1938 yı­lın­da ay­rıl­dı. 1941 yı­lın­da Dev­let Gü­zel Sa­nat­lar Aka­de­mi­si ve Ro­bert Ko­lej'de ho­ca­lık yap­tı. Yi­ne bu ta­rih­ler­de ya­zar ve şa­ir ola­rak Ba­bı­ali'de gö­rev al­ma­ya baş­la­dı.

İs­la­m'ın özü­nü an­la­ma­sı yi­ne bu yıl­la­ra rast­la­mak­ta­dır. Bü­yük Do­ğu Ha­re­ke­ti adı ile baş­lat­tı­ğı ha­re­ket kı­sa sü­re içe­ri­sin­de din düş­man­la­rı­nın kor­ku­lu rü­ya­sı ha­li­ne gel­di. 1943-1972 yıl­la­rı ara­sın­da Ana­do­lu'nun bü­tün il­le­ri­ni ka­rış ka­rış ge­ze­rek kon­fe­rans­lar ver­di. Hak­kın­da se­kiz da­va açıl­dı. Bu da­va­lar so­nu­cun­da üç yıl al­tı ay ce­za­evin­de kal­dı. 1984 yı­lın­da ve­fat ede­ne ka­dar fik­ri mü­ca­de­le­si­ne de­vam et­ti.

Mü­ca­de­le­si sa­de­ce din düş­man­la­rı ile ol­ma­mış, din adı­na or­ta­ya çı­ka­rak di­ne is­te­ye­rek ya­ da is­te­me­ye­rek bü­yük za­rar­lar ve­ren sap­kın akım­lar­la da mü­ca­de­le et­miş­tir. "Doğ­ru Yo­lun Sa­pık Kol­la­rı" adın­da­ki ki­ta­bı bir çok in­sa­nı bu sap­kın akım­la­rın et­ki­sin­den kur­tar­mış­tır.

Ne­cip Fa­zıl, bu önem­li ese­rin­de bü­tün sap­kın fır­ka­la­rın gö­rüş­le­ri­ni an­lat­mış ve doğ­ru yol ola­rak Re­su­lul­lah (sav)'ın ve sa­ha­be­nin yo­lu olan "Ehl-i Sün­net ve'l Ce­ma­at"i gös­ter­miş­tir.

Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­rek'in ba­zı söz­le­ri şöy­le­dir:

"Sa­pık kol­la­rın yel­pa­ze­va­ri açıl­dı­ğı, mo­da­laş­tı­ğı ve bir cüm­büş ha­va­sı içe­ri­sin­de te­pin­di­ği ikin­ci ve üçün­cü hic­ri asır­lar, sün­net ve ce­ma­at ehl-i cad­de­sin­de yo­lun bü­tün öl­çü­le­ri­ni abi­de­leş­ti­ren iki za­fer ta­kı­na şa­hid ol­du.

İs­la­mi iti­kad esas­la­rıy­la be­ra­ber iş ve amel ka­nun­la­rı­nı is­ti­ka­met­len­di­ren dört ge­çit­li bir tak ile, doğ­ru­dan doğ­ru­ya iman ve iti­kat yön­le­ri­ni per­çin­le­yen iki ge­çit­li baş­ka bir tak... Bi­ri iş ve amel­de di­ğe­ri iman ve iti­kat­ta...

İş ve amel­de: İmam Ma­lik, İmam Azam, İmam şa­fii, İmam Ah­med Bin Han­bel;

İman ve iti­kat­ta: İmam Ma­tu­ri­di, İmam Eş'ari.

Bun­lar doğ­ru yo­lun hu­dut bek­çi­si ka­ra­kol­la­rı­nı tem­sil ve sün­net ve ce­ma­at ehl-i za­bı­ta­sı­nı teş­kil eder­ler.

Ki­tap, Ku­ran, sün­net ise Al­lah'ın Re­su­lü'nün her sö­zü, her em­ri, her ha­re­ke­ti...

 

İc­ma-i üm­me­tin, ya­ni üm­met­lik vas­fı­na en la­yık ve en üs­tün de­re­ce sa­ha­bi­le­rin, üze­rin­de bir­leş­tik­le­ri top­lu hü­küm­ler...

Kı­yas bel­li baş­lı din alim­le­ri­nin nis­bet yo­luy­la bu­luş­la­rı...

De­re­ce­ler yu­ka­rı­ya doğ­ru bir­bi­rin­de erir ve ni­ha­yet tek mut­lak­ta top­la­nır. Al­lah'ın ki­ta­bın­da ve ya­nı­ ba­şın­da Pey­gam­be­rin sün­ne­ti...

İş­te sün­net ve ce­ma­at eh­li­nin yo­lu, bu kah­ra­man­la­rın bin­bir fe­sad çiz­gi­si ara­sın­da dü­pe­düz mey­da­na çı­kar­dı­ğı cad­de­dir. Bu cad­de­de hem iti­kat, hem amel, dört ge­çit­li za­fer ta­kı­nı yük­sel­ten­ler, ken­di­le­rin­den son­ra iti­kat mi­mar­la­rı­nın da çe­kir­de­ği­ni ge­tir­miş ola­rak dış cep­he­nin en bü­yük mü­hen­dis­le­ri..." (Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­rek, Doğ­ru Yo­lun Sa­pık Kol­la­rı: Arın­ma Ça­ğın­da İs­lam, s. 95)

 

 

 


DİN­DE FARZ­LAR

 

 

Her Müs­lü­ma­nın, otu­züç far­zı bil­me­si la­zım­dır. Otu­züç farz şun­lar­dır:

İma­nın şar­tı: 6

İs­lam'ın şar­tı: 5

Na­ma­zın far­zı: 12

Ab­des­tin far­zı: 4

Gus­lün far­zı: 3

Te­yem­mü­mün far­zı: 3

 

İMA­NIN ŞART­LA­RI

İman esas­la­rı ay­rın­tı­lı ola­rak al­tı mad­de ha­lin­de sı­ra­la­nır.

Bun­lar:

1) Al­lah (cc)'ın var­lı­ğı­na ve bir­li­ği­ne,

2) Al­lah (cc)'ın me­lek­le­ri­ne,

3) Al­lah (cc)'ın ki­tap­la­rı­na,

4) Al­lah (cc)'ın pey­gam­ber­le­ri­ne,

5) Ahi­ret gü­nü­ne,

6) Ka­de­re, her şe­yin Al­lah (cc)'ın tak­di­ri ile ol­du­ğu­na, inan­mak­tır.

 

İS­LAM'IN ŞART­LA­RI:

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ha­di­sin­de bil­dir­di­ği beş te­mel iba­det İs­lam'ın şart­la­rı­dır. Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yu­rur:

"İs­lâm, beş şey üze­ri­ne ku­rul­muş­tur: Al­lah'tan baş­ka ilâh ol­ma­dı­ğı­na, Mu­ham­med'in Al­lah'ın ku­lu ve el­çi­si ol­du­ğu­na şe­hâ­det et­mek; na­maz kıl­mak; ze­kât ver­mek, Kâ'be'yi hac­cet­mek ve Ra­ma­zan oru­cu­nu tut­mak." (Bu­hâ­rî, İmân, 1, 2; Müs­lîm, İmân, 19, 22; Tir­mi­zi, İmân, 3; Ne­sâî, İmân, 13)

 

NA­MAZ

Pey­gam­be­ri­miz (sav), ahi­ret­te mu­ha­se­be­si ya­pı­la­cak ilk ame­lin na­maz ol­du­ğu ve ku­lun na­maz­la­rı ta­mam­sa kur­tu­la­ca­ğı­nı ak­si tak­dir­de hüs­ra­na uğ­ra­ya­ca­ğı­nı he­ber ver­miş­tir. (Tir­mi­zi)

Hz. Ömer'den ri­va­yet edi­len bir ha­dis şöy­le­dir:

"Re­su­lul­lah'a Al­lah'ın en çok sev­di­ği sa­lih amel ne­dir?" di­ye so­ru­lu­yor. Hz. Mu­ham­med (sav): "Vak­tin­de kı­lı­nan na­maz­dır. Kim na­ma­zı­nı ter­ke­der­se onun di­ni yok­tur. Na­maz di­ni­n di­re­ği­dir di­ye bu­yu­ru­yor." (Bey­ha­ki)

 Bir ayet­te Rab­bi­miz na­maz­la il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

Sa­na Ki­tap'tan vah­ye­di­le­ni oku ve na­ma­zı dos­doğ­ru kıl. Ger­çek­ten na­maz, çir­kin utan­maz­lık­lar (fah­şa)dan ve kö­tü­lük­ler­den alı­ko­yar. Al­lah'ı zik­ret­mek ise mu­hak­kak en bü­yük (iba­det)tür. Al­lah, yap­tık­la­rı­nı­zı bi­lir. (An­ke­but Su­re­si, 45)

Na­maz, ca­mi­de bir din gö­rev­li­si "imam"ın ön­ler­li­ğin­de top­lu hal­de kı­lı­na­bi­le­ce­ği gi­bi tek ba­şı­na da kı­lı­na­bi­lir. An­cak, Cu­ma na­ma­zı ile bay­ram na­maz­la­rı ce­ma­at­le kı­lı­nır. Müs­lü­man, is­tek­le­ri­ni tek ba­şı­na dua ede­rek Yü­ce Allah (cc)'a su­nar. İş­le­di­ği gü­nah­la­rın ba­ğış­lan­ma­sı­nı da, ara­da hiç bir va­sı­ta ol­ma­dan, doğ­ru­dan doğ­ru­ya Al­lah (cc)'tan is­ter.

Pey­gam­be­ri­miz (sav) na­maz ko­nu­sun­da çok ti­tiz dav­ran­mış, ayak­ta du­ra­cak ha­li kal­ma­yın­ca­ya ka­dar na­maz kıl­ma­ya de­vam et­miş­tir. Bir sa­ha­be cen­net­le müj­de­len­di­ği hal­de ni­çin ken­di­si­ni bu ka­dar yor­du­ğu­nu sor­du­ğun­da Re­su­lul­lah (sav) şöy­le ce­vap ver­miş­tir: "şük­re­den bir kul ol­ma­ya­yım mı?" (Ah­med)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in na­maz ile il­gi­li ba­zı ha­dis­le­ri şun­lar­dır:

"Beş va­kit na­maz, ka­pı­sı­nın önün­de akıp gi­den ve in­sa­nın her gün için­de beş de­fa yı­kan­dı­ğı su­yu gür ne­hir gi­bi­dir." (Müs­lim)

"Na­maz, in­san ile kü­für ara­sın­da bir per­de­dir. Na­ma­zı ter­ket­mek bu per­de­yi kal­dır­mak­tır." (Müs­lim)

"On­lar­la bi­zim ara­mız­da ala­met-i fa­ri­ka na­maz­dır. Bi­na­ena­leyh, na­ma­zı ter­ke­den ka­fir­le­re ben­ze­miş­tir." (Tir­mi­zi)

"Ce­ma­at­le kı­lı­nan na­ma­zın se­va­bı yal­nız ba­şı­na kı­lı­nan na­maz­dan yir­mi de­re­ce ef­dal­dir." (Bu­ha­ri)

"Mü­min­ler yat­sı na­ma­zı ile sa­bah na­ma­zın­da­ki se­va­bı bil­se­ler­di emek­le­ye­rek de ol­sa bu na­maz­la­rı ce­ma­at­le kıl­ma­ya ge­lir­ler­di." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

"Bir kim­se evin­de gü­zel­ce te­miz­le­nir ve Al­lah'ın farz­la­rın­dan bi­ri­ni ifa et­mek mak­sa­dıy­la mes­cit­ler­den bi­ri­ne gi­der­se, at­tı­ğı adım­lar­dan bi­ri gü­nah­la­rı­nı si­ler di­ğe­ri de onun de­re­ce­si­ni yük­sel­tir." (Müs­lim)

"Re­su­lul­lah (sav) bu­yur­du­lar ki: "Na­maz­da en çok se­vap alan kim­se, en uzak olan­la­rı­dır, yü­rü­me yö­nüy­le en uzak­tan ge­len­ler, imam­la kı­lın­ca­ya ka­dar na­ma­zı bek­le­yen kim­se, he­men kı­lıp son­ra da uyu­yan­dan da­ha çok se­va­ba maz­har­dır." (Bu­ha­ri, Ezan 31)

"Ca­mi­ye de­vam ede­nin ima­nı­na şe­ha­det edi­niz." (Tir­mi­zi)

"Bir za­man ge­le­cek mes­cit­ler­de dün­ya iş­le­ri ko­nu­şa­cak­lar, Al­lah Ka­tın­da on­la­rın bir de­ğe­ri yok­tur. Sa­kın on­lar­la dü­şüp kalk­ma­yın." (Bey­ha­ki)

Re­su­lul­lah (sav) her farz na­ma­zın ar­ka­sın­dan şu du­ayı okur­du:

"Ye­ga­ne olan Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. O'nun hiç­bir or­ta­ğı yok­tur. Mülk O'nun­dur. Hamd O'na mah­sus­tur. O'nun her­şe­ye gü­cü ye­ter. Al­lah'ım se­nin ver­di­ği­ne hiç en­gel yok­tur. Se­nin ver­me­di­ği­ni ve­re­bi­le­cek yok­tur. Hiç kim­se­ye sa­hip ol­du­ğu ma­kam ve ser­ve­ti, sa­na kar­şı ko­yup fay­da ver­mez." (Bu­ha­ri-Müs­lim-Ne­sei)

Re­su­lul­lah her na­ma­zın ar­ka­sın­dan otuz üç ke­re "Süb­hanAl­lah", otuz üç ke­re "El­ham­dü­lil­lah" ve otuz üç ke­re "Al­la­hu Ek­ber" de­yip yü­ze ta­mam­la­mak için şu du­ayı oku­ma­ya teş­vik et­miş­tir: La ila­he il­lal­la­hü vah­de­hü la şe­ri­ke leh. Le­hül mül­kü ve le­hül ham­dü ve hü­ve ala kül­li şe in ka­dir. (Bir olan Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. O'nun or­ta­ğı yok­tur. Hamd O'na mah­sus­tur. O'nun her­şe­ye gü­cü ye­ter). (Müs­lim)

Na­maz­la il­gi­li en önem­li hu­sus, hu­şu için­de kı­lın­ma­sı­dır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) na­maz­da­ki hu­şu­yu ya­ka­la­ma­mız için bi­ze şöy­le bir tav­si­ye­de bu­lun­muş­tur:

"Na­maz kıl­dı­ğın va­kit, nef­si­ne, he­va­sı­na ve öm­rü­ne ve­da eden, Mev­la­sı­na te­vec­cüh eden gi­bi na­maz kıl." (İbn-i Ma­ce)

Hz. Ay­şe, Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in na­maz ko­nu­su­nun üze­rin­de ne ka­dar ti­tiz­lik­le dur­du­ğu­nu şöy­le an­lat­mak­ta­dır:

"Pey­gam­ber Efen­di­miz bi­zim­le, biz de onun­la ko­nu­şur, gü­ler ve soh­bet eder­dik. Fa­kat na­maz vak­ti ge­lin­ce, aza­met-i İla­hi'den ola­cak, san­ki O bi­zi bil­mez ve biz ­de O'nu bil­mez ve bir­bi­ri­mi­zi ta­nı­maz gi­bi olur­duk."

 

Na­ma­zın Va­kit­le­ri

Na­maz, gü­nün be­lir­li 5 vak­tin­de ya­pı­lan bir iba­det­tir. Gün­lük iba­det­ten baş­ka, haf­ta­da bir Cu­ma gün­le­rin­de ve yıl­da iki de­fa bay­ram gün­le­rin­de ce­ma­at ha­lin­de top­lu ola­rak na­maz kı­lı­nır.

1. Sa­bah Na­ma­zı (2 Re­kat Sün­net, 2 Re­kat Farz)

2. Öğ­le Na­ma­zı (4 Re­kat Sün­net, 4 Re­kat Farz, 2 Re­kat son Sün­net)

3. İkin­di Na­ma­zı (4 Re­kat Sün­net, 4 Re­kat Farz)

4. Ak­şam Na­ma­zı (3 Re­kat Farz, 2 Re­kat Sün­net)

5. Yat­sı Na­ma­zı (4 Re­kat Sün­net, 4 Re­kat Farz, 2 Re­kat Son Sün­net) (Vitr na­ma­zı*)

*Vi­tir Na­ma­zı: Vi­tir na­ma­zı, üç re­kat­lı bir na­maz­dır. Yat­sı na­ma­zı­nın son sünnetin­den son­ra kı­lı­nır. Na­ma­zı­nın vak­ti, yat­sı na­ma­zı­nın vak­ti ile ay­nı­dır, yat­sı na­ma­zı­nın vak­ti­nin bi­ti­mi ve sa­bah na­ma­zı­nın vak­ti­nin baş­lan­gı­cı ile son bu­lur.

Vi­tir na­ma­zı­na, "ni­yet et­tim Al­lah (cc) rı­za­sı için bu gün­kü vi­tir na­ma­zı­nı kıl­ma­ya" di­ye ni­yet edi­lir. Nor­mal ola­rak iki rek'at kı­lı­nır. İki re­ka­tın so­nun­da­ki otu­ruş­ta "et-Ta­hiy­yât" oku­duk­tan son­ra üçün­cü re­ka­ta kal­kı­lır. Bes­me­le ile Fa­ti­ha ve bir mik­tar Kur'ân okun­duk­tan son­ra, Al­la­hu ek­ber de­yip tek­bir alı­nır, el­ler bağ­la­nır ve Ku­nut du­ası oku­nur. Son­ra "Al­la­huek­ber" di­ye­rek rü­kû ve sec­de­le­re gi­di­lir. On­dan son­ra otu­ru­lur ki, bu son otu­ruş­tur. Bu otu­ruş­ta "et-Te­hiy­yât", "sal­li-ba­rik" ve "Rab­be­nâ" du­ala­rı oku­nur ve iki ta­ra­fa se­lâm ve­ri­lir (İbn Abi­din, Red­du'l-Muh­tar, Mı­sır, 1966, II, 5, vd).

Vi­tir na­ma­zı Kur'an'da geç­me­mek­te­dir. Fa­kat hak­kın­da çe­şit­li ha­dis­ler mev­cut­tur. Ba­zı­sı­nın me­âli şöy­le­dir:

"Ey Kur'ân eh­li, vi­tir na­ma­zı­nı kı­lın! Çün­kü Al­lah tek­tir, tek'i se­ver" (Bu­hâ­rî, De­avât, 69; Müs­lim, Zi­kir, 5-6; Ne­sâî, Kı­yâ­mü'l-Leyl, 27; Tir­mi­zî, Vi­tir, 2; Ebu­Dâ­vud, Vi­tir, 1)

Al­lah si­ze bir na­ma­zı da­ha faz­la­dan ilâ­ve et­miş­tir. Bu na­maz da vi­tir na­ma­zı­dır. Vi­tir na­ma­zı­nı, yat­sı ile sa­bah vak­ti do­ğun­ca­ya ka­dar ge­çen za­man için­de krlın" (Ah­med b. Han­bel, el-Müs­ned,180, 206, 208; V, 242; VI, 7)

 

Na­ma­zın Farz­la­rı

Na­ma­zın farz­la­rı on iki­dir. Bun­la­rın bir kıs­mı na­maz­dan ön­ce olup na­ma­za ha­zır­lık ni­te­li­ğin­de­dir. Bun­la­ra "na­ma­zın şart­la­rı" de­nir. Bir kıs­mı da, na­ma­za du­run­ca ya­pı­lır ki bun­la­ra da "na­ma­zın rü­kun­la­rı" de­nir.


Na­ma­zın şart­la­rı:

1. Ha­des­ten Ta­ha­ret: Göz­le gö­rül­me­yen pis­lik­ler­den te­miz­len­mek­tir. Bu ab­dest al­mak, gus­let­mek, bun­la­rın müm­kün ol­ma­dı­ğı za­man­lar­da te­yem­müm et­mek­le olur.

2. Ne­câ­set­ten Ta­ha­ret: Göz­le gö­rü­len pis­lik­ler­den te­miz­len­mek­tir. Bu pis­lik­ler na­maz kı­lan kim­se­nin vü­cu­dun­da, el­bi­se­sin­de, na­maz kı­la­ca­ğı yer­de olur.

3. Set­rü'l Av­ret: Ör­tül­me­si ge­re­ken yer­le­rin ka­pa­tıl­ma­sı de­mek­tir. Er­kek­ler­de diz ka­pa­ğı ile gö­bek ara­sı, ka­dın­lar­da ise el, yüz ve ayak dı­şın­da­ki her ye­rin ör­tül­me­si ge­re­kir. na­ma­zın bir rük­nü­nü eda ede­cek ka­dar bir za­man için­de ör­tül­me­si ge­re­ken bir or­ga­nın dört­te bi­ri açı­lır­sa na­maz bo­zu­lur.

4. İs­tik­bâ­li Kıb­le: Na­maz kı­lan kim­se­nin Kâ­be yö­nü­ne yö­nel­me­si­dir. Göğ­sü­nü kıb­le­den (yak­la­şık 45 de­re­ce) çe­vi­ren kim­se­nin na­ma­zı bo­zu­lur.

5. Va­kit: Farz ve Va­cip olan her na­maz için bel­li bir va­kit var­dır. Na­maz­la­rın ken­di va­kit­le­ri için­de kı­lın­ma­sı farz­dır. Vak­tin­den ön­ce na­maz kı­lı­na­maz. Özür­süz ola­rak son­ra ya bı­rak­mak­ta gü­nah­tır.

6. Ni­yet: Kı­lı­na­cak olan na­ma­zın zih­nen ha­tır­lan­ma­sı­dır. İma­mın imâ­me­te, ce­ma­atin da ima­ma uy­ma­ya ni­yet­len­me­si ge­re­kir.

 

Na­ma­zın Rü­kun­la­rı:

1. İf­ti­tah Tek­bi­ri: Na­ma­za baş­la­ma tek­bi­ri­dir. Ni­yet­ten son­ra "Al­la­huek­ber" de­yip el­ler yu­ka­rı kal­dı­rı­lıp tek­bir alı­nır.

2. Kı­yam: Na­maz­da ayak­ta dur­mak­tır. Gü­cü ye­ten­ler ayak­ta, yet­me­yen­ler ise gü­cü­nün yet­ti­ği şe­kil­de na­maz­la­rı­nı kı­lar­lar.

3. Kı­ra­at: Na­maz­da Kur'ân oku­mak de­mek­tir. Kı­ra­at kı­yam­da­dır ve en az üç kı­sa ayet mik­ta­rı okun­ma­lı­dır.

4. Rü­kû: Kı­ra­at­ten son­ra el­ler diz­le­re eri­şe­cek şe­kil­de eğil­mek­ten iba­ret­tir.

5. Sü­cûd: Rü­kû­dan son­ra ayak, diz ve el­ler­le be­ra­ber al­nı ve bur­nu ye­re koy­mak­tır. Yal­nız al­nın ve bur­nun ye­re değ­me­si ye­ter­li de­ğil­dir. Alın ye­rin sert­li­ği­ni his­set­me­li­dir. Ka­la­ba­lık ce­ma­at­ler­de ar­ka saf­ta­ki­ler ön saf­ta­ki­le­rin sır­tı­na sec­de ede­bi­lir­ler.

6. Ka­de-i Âhi­re: Na­ma­zın so­nun­da "et-Te­hiy­yâ­tü" du­ası­nı oku­ya­cak ka­dar otur­mak­tır.

 

Na­ma­zın Ede­bî

Hz. Pey­gam­be­rin bir ve­ya iki ke­re yap­tı­ğı ve de­vam et­me­di­ği şe­ye edep, men­dup ve­ya müs­te­hap de­nir. Rü­ku ve sec­de­de tes­bih­le­rin üç­ten faz­la ya­pıl­ma­sı, sün­net olan oku­yuş­tan faz­la kı­ra­at­te bu­lu­nul­ma­sı gi­bi. Edep­ler sünnet­le­ri ta­mam­la­mak için meş­ru kı­lın­mış­tır.

Ha­ne­fi­le­re gö­re na­ma­zın edep­le­ri şun­lar­dır: (bk. Bu­ha­ri, Sa­lat, 9; Ebû Da­vud, 106,107)

1) Er­kek­le­rin iki avuç­la­rı­nı if­ti­tah tek­bi­ri alır­ken yen­le­ri­nin için­den çı­kar­ma­sı men­dup­tur. Bu du­rum da te­va­zua da­ha ya­kın­dır. An­cak so­ğuk gi­bi za­ru­ret ha­li müs­tes­na­dır. Ka­dın­lar ise kol­la­rı­nın açıl­ma­ma­sı için el­le­ri­ni el­bi­se­nin al­tın­dan kal­dı­rır­lar.

2) Na­maz kı­lan ki­şi­nin ayak­ta iken sec­de ede­ce­ği ye­re, rü­ku­da iken ayak­la­rı­nın üst kıs­mı­na, sec­de­de bur­nu­nun iki ka­na­dı­na, otu­rur­ken ku­ca­ğı­na, se­lam ve­rir­ken omuz­la­rı­na bak­ma­sı men­dup­tur. Bu­nu ya­par­ken hû­şu için­de ve ih­san de­re­ce­sin­de na­maz kıl­ma gay­re­ti ol­ma­lı­dır. Ra­sû­lul­lah (s.a.v.) ih­sa­nı şöy­le ta­rif et­miş­tir:

"Al­lah'a, san­ki O'nu gö­rü­yor­muş­sun gi­bi iba­det et­men­dir. Her ne ka­dar sen O'nu gör­mü­yor­san da o se­ni gör­mek­te­dir. (bk. Ebû Da­vud, Sün­net 16).

3) Es­ner­ken ağ­zı aç­ma­ma­ya ça­lış­mak men­dup­tur. Bu­na güç yet­mez­se, elin ar­ka­sı ve­ya ye­ni ile ağ­zı ka­pa­mak ge­re­kir.

4) Gü­cü yet­ti­ği öl­çü­de ök­sü­rü­ğü gi­der­mek men­dup­tur.

5) Ka­met alı­nır­ken, mü­ez­zin "Hay­ye ale'l-Fe­lah" de­yin­ce, imam ve ce­ma­atin aya­ğa kalk­ma­sı men­dup­tur. İmam mih­ra­ba ya­kın bu­lun­maz­sa, her saf, imam ara­la­rın­dan ge­çe­ce­ği sı­ra­da aya­ğa kal­kar.

6) "Kad kâ­me­ti's sa­lâh (Na­maz baş­la­dı)" de­nil­di­ği za­man İmam, na­ma­za baş­lar. İmam bu ha­re­ke­ti ile mü­ez­zi­ni doğ­ru­la­mış olur. Bu­nun­la bir­lik­te kâ­met bit­tik­ten son­ra na­ma­za baş­lan­ma­sın­da da bir sa­kın­ca bu­lun­maz. Hat­ta, Ebû Yu­suf ile, ha­ne­fi­ler dı­şın­da­ki üç mez­he­be gö­re uy­gun olan da bu­dur. (Prof. Dr. Ham­di DÖN­DÜ­REN, De­lil­le­riy­le İs­lam İl­mi­ha­li, Er­kam Ya­yın­la­rı)

 

Cu­ma Na­ma­zı

Mü­ba­rek Cu­ma gü­nün­de Müs­lü­man­lar i­ba­det­ha­ne­ler­de top­la­nır­lar. Hut­be­le­ri din­le­ye­rek bun­lar­dan fay­da­la­nır­lar. Hep bir­lik­te Cu­ma na­ma­zı­nı kı­lar­lar. Na­maz­dan son­ra da ken­di gün­lük iş­le­riy­le uğ­raş­ma­ya ko­yu­lur­lar. Ha­dis-i şe­rif­ler­de şöy­le bu­y­ru­lu­yor:

"Üze­ri­ne gü­ne­şin doğ­du­ğu en ha­yır­lı gün, Cu­ma gü­nü­dür. Adem aley­his­se­lam o gün cen­ne­te ko­nul­muş, o gün cen­net­ten çı­ka­rıl­mış­tır. Kı­ya­met de o gün ko­pa­cak­tır." (Tir­mi­zi)

Ömer Na­su­hi Bil­men, Cu­ma na­ma­zıy­la il­gi­li ola­rak şöy­le söy­le­miş­tir:

Cu­ma na­ma­zı­nın vak­ti tam öğ­le na­ma­zı­nın vak­ti­dir. Cu­ma na­ma­zı için mi­na­re­ler­de ezan oku­nur. Ca­mi­le­re gi­din­ce ön­ce ay­nen öğ­le na­ma­zı­nın sün­ne­ti gi­bi, dört re­kat Cu­ma­nın ilk sün­ne­ti kı­lı­nır. On­dan son­ra ca­mi için­de bir ezan da­ha oku­nur: Min­ber­de ce­ma­ate kar­şı bir hut­be oku­nur. Bu hut­be­den son­ra kâ­met ge­ti­ri­le­rek Cu­ma­nın iki re­kat far­zı ce­ma­at­le aşi­kâ­re oku­yuş­la kı­lı­nır. Bir farz­dan son­ra yi­ne öğ­le­nin ilk dört re­kat sün­ne­ti gi­bi, Cu­ma­nın son dört re­kat sün­ne­ti kı­lı­nır. Bu­ra­dan son­ra da "Zuhr-u ahir" di­ye dört re­kat na­maz kı­lı­nır... Ar­ka­sın­dan da "Vak­tin sün­ne­ti" ni­ye­ti ile ay­nen sa­bah na­ma­zı­nın sün­ne­ti gi­bi iki re­kat na­maz da­ha kı­lı­nır. Cu­ma şart­la­rı­nı ken­di­le­rin­de top­la­yan kim­se­ler için iki re­kat Cu­ma na­ma­zı "Farz-ı ayn"dır. Cu­ma na­ma­zı­nın di­ğer na­maz­lar­dan baş­ka ola­rak ken­di­si­ne öz­gü on iki şar­tı da­ha var­dır. Bun­la­rın al­tı­sı vü­cu­bu­nun (farz ol­ma­sı­nın), di­ğer al­tısı da eda­sı­nın şart­la­rı­dır. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, s.153)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Cu­ma gü­nü ile il­gi­li

tav­si­ye­le­ri

Hz. Pey­gam­ber (sav)'e çok­ça sa­la­vat ge­tir­mek:

Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur. "Cu­ma gü­nü ve Cu­ma ge­ce­si ba­na çok­ça sa­la­vat ge­ti­rin." (Bey­ha­ki)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in üm­me­ti dün­ya­da han­gi sa­ade­te sa­hip ol­muş ve ahi­ret­te han­gi hay­ra sa­hip ola­cak­lar­sa O'nun sa­ye­sin­de sa­hip ola­cak­lar­dır. Al­lah (cc), O'nun yü­zü su­yu hür­me­ti­ne hem dün­ya, hem ahi­ret sa­ade­ti­ni on­la­ra bah­şet­miş­tir.

O hal­de özel­lik­le Cu­ma gü­nü ve ge­ce­si O'na çok­ça sa­la­vat ge­tir­me­li­yiz.

Cu­ma na­ma­zı ve Müs­lü­man­la­rın bi­ra­ra­ya top­lan­ma­sı:

Cu­ma na­ma­zı, öz­gür, sağ­lık­lı ve er­gen­lik ça­ğı­nı aş­mış, aya­ğı tu­tup, gö­zü gö­ren bü­tün er­kek­le­re farz­dır. Re­su­lul­lah (sav)'ın ve dört ha­li­fe­nin za­ma­nın­da Cu­ma na­ma­zı, Müs­lü­man­la­rın bi­ra­ra­ya gel­di­ği top­lan­tı ni­te­li­ğin­dey­di. Fa­kat da­ha son­ra bu özel­li­ği­ni kay­bet­ti.

Ebu Da­vud ve Tir­mi­zi'de ge­çen bir ha­dis­te Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), "Kim üç Cu­ma na­ma­zı­nı önem­se­me­di­ğin­den do­la­yı ter­k e­der­se Al­lah onun kal­bi­ni mü­hür­ler." (Tir­mi­zi) bu­yu­ru­yor.

Cu­ma gü­nü yı­kan­mak:

Pey­gam­be­ri­miz (sav) Cu­ma na­ma­zı­na ge­le­cek olan mü­min­le­rin yı­ka­na­rak na­ma­za gel­me­le­ri­ni tav­si­ye et­miş­tir.

Cu­ma gü­nü gü­zel ko­ku sür­mek:

Re­su­lul­lah (sav) Cu­ma gün­le­ri gü­zel ko­ku­lar sür­me­ye her za­man­kin­den da­ha faz­la dik­kat et­miş­tir. O gün ko­ku sür­mek haf­ta­nın di­ğer gün­le­ri ko­ku sür­mek­ten da­ha fa­zi­let­li­dir.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

Bir kim­se Cu­ma gü­nü gus­le­der, var­sa gü­zel ko­ku sü­rü­nü­p, en gü­zel el­bi­se­si­ni gi­yer de va­kar­lı ve ağır­baş­lı bir şe­kil­de ca­mi­ye gi­der, kim­se­ye ezi­yet ver­mez­se ve ima­mın min­be­re çık­ma­sın­dan iti­ba­ren hiç ko­nuş­maz­sa iki Cu­ma ara­sın­da­ki gü­nah­la­rı için ke­fa­ret olur.

Cu­ma na­ma­zı­na er­ken git­mek:

Re­sul­lu­lah (sav)'in sağ­lı­ğın­da mü­min­ler, Cu­ma na­ma­zı­na el­le­rin­den gel­di­ğin­ce er­ken ge­lir­ler ve gel­me­yen­le­rin de ni­çin gel­me­dik­le­ri­ni araş­tı­rır­lar­dı. Ge­len­le­rin bir sı­kın­tı­sı olup ol­ma­dı­ğı so­ru­lur, sı­kın­tı­sı ola­nın sı­kın­tı­sı­na ça­re bu­lu­nur­du.

Cu­ma gü­nü hut­be din­le­me­nin ada­bı:

Bu ko­nuy­la il­gi­li ola­rak Ömer Na­su­hi Bil­men şöy­le söy­le­mek­te­dir:

Ha­tib min­be­re çı­kın­ca, ce­ma­atın din­le­yip sus­ma­sı, se­lâm­laş­ma­ma­sı, na­fi­le na­maz kıl­ma­ma­sı ge­rek­li­dir. Öy­le ki, hut­be­de Pey­gam­ber Efen­di­mi­zin mü­ba­rek isim­le­ri anı­lın­ca, ce­ma­atın "Sa­lat ve Se­lâm"da bu­lun­ma­la­rı ve din­le­mek­le ye­tin­me­le­ri da­ha fa­zi­let­li­dir. İmam Ebû Yu­suf'dan bir ri­va­ye­te gö­re, bu du­rum­da giz­li­ce Sa­lat ve Se­lâm ge­ti­ri­lir. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, s.153)

Re­su­lul­lah (sav)'ın Cu­ma na­ma­zı ile il­gi­li bir hut­be­si:

Ey in­san­lar! Öl­me­den ön­ce Al­lah'a tev­be edi­niz. Meş­gul ol­ma­dan ön­ce ha­yır­lı amel­ler iş­le­me­ye hız ve­ri­niz. Rab­bi­niz'le ara­nız­da­ki bağ­la­rı O'nu çok zik­ret­mek su­re­tiy­le, giz­li ve aşi­kar sa­da­ka ver­mek su­re­tiy­le güç­len­di­ri­niz. Hem böy­le­ce mü­ka­fat alır, övü­lür, rı­zık­lan­dı­rı­lır­sı­nız.

Bi­le­si­niz ki Al­la­hu Te­ala, şu ma­ka­mım­da şu ayım­da, şu yı­lım­da kı­ya­me­te ka­dar Cu­ma na­ma­zı­nı­zı üze­ri­ni­ze farz kıl­mış­tır. Bir kim­se ba­şın­da za­lim ol­ma­yan bir dev­let baş­ka­nı ol­du­ğu hal­de Cu­ma­yı kıl­ma­ya im­kan bu­lup da in­kar et­ti­ğin­den ya­hut ha­fi­fe al­dı­ğın­dan do­la­yı ben ha­yat­tay­ken ya­hut ölü­müm­den son­ra ter­k e­der kıl­maz­sa, Al­lah iki ya­ka­sı­nı bi­ra­ra­ya ge­tir­me­sin, işin­de be­re­ket ver­me­sin. Dik­kat edi­niz! Tev­be edin­ce­ye ka­dar böy­le bir kim­se­nin kıl­dı­ğı na­maz na­maz de­ğil­dir, al­dı­ğı ab­dest ab­dest de­ğil­dir, tut­tu­ğu oruç oruç de­ğil, ver­di­ği ze­kat ze­kat de­ğil, yap­tı­ğı hac hac de­ğil­dir! O'na be­re­ket de yok­tur. şa­yet tev­be eder­se Al­lah tev­be­le­ri­ni ka­bul eder. (İbn-i Ma­ce)


Te­râ­vih na­ma­zı

Bu na­maz er­kek ve ka­dın için mü­ek­ked sünnet­tir. Çün­kü te­râ­vih na­ma­zı­na hem Hz. Pey­gam­ber (sav), hem de on­dan son­ra ra­şid ha­lî­fe­ler ve As­hab-ı Ki­râm de­vam et­miş­ler­dir. Te­râ­vih na­ma­zı­nı ce­ma­at­le kıl­mak sünnet­tir. (Zey­laî, Nasbur-Râve, II, 152; eş-şev­kâ­nî, Ney­lül-Ev­târ, III, 50 vd.; ez-Zü­hay­li, el-Fık­hul-İs­lâ­mî ve Edil­le­tüh, Di­maşk 1405/1985, II, 43)

Te­râ­vih na­ma­zı Ra­ma­zan ayı­na mah­sus olup, yat­sı na­ma­zın­dan son­ra ve vi­tir­den ön­ce kı­lı­nır. Bu na­ma­zın ge­ce ya­rı­sın­dan ve­ya ge­ce­nin üç­te bi­rin­den son­ra­ya bı­ra­kıl­ma­sı müs­te­hap­tır. Te­râ­vih na­ma­zı tek ba­şı­na kı­lı­na­bi­lir, fa­kat ce­ma­at­le kı­lın­ma­sı da­ha fa­zi­let­li­dir.

Ha­ne­fi­le­re gö­re, te­râ­vih na­ma­zı­nın re­kat sa­yı­sı yir­mi olup bu sa­yı Hz. Ömer'in uy­gu­la­ma­sı­na da­ya­nır. Çün­kü Hz. Ömer ha­lî­fe­li­ği­nin so­nu­na doğ­ru bu na­ma­zı Mes­cid-i Ne­be­vî'de Dev­let baş­ka­nı ola­rak yir­mi re­kat kıl­dır­mış­tır. Bu mik­ta­ra sa­ha­be­den kar­şı çı­kan ol­ma­mış­tır. Hz. Pey­gam­ber (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Ben­den son­ra, be­nim sün­ne­tim­den ve ra­şid ha­lî­fe­le­ri­min yo­lun­dan ay­rıl­ma­yın." (Ebû Dâ­vûd, Sün­net, 5; Tir­mi­zî, İlim, 16; İbn Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 6; Dâ­ri­mî, Mu­kad­di­me, 16)

Na­maz Su­re­le­ri

Fa­ti­ha Su­re­si

Fil Su­re­si

Ku­reyş Su­re­si

Ma­un Su­re­si

Kev­ser Su­re­si

Ka­fi­run Su­re­si

Nasr Su­re­si

Teb­bet Su­re­si

İh­las Su­re­si

Fe­lak Su­re­si

Nas Su­re­si

 

Na­maz Du­ala­rı

Süb­ha­ne­ke

Süb­hâ­ne­kel­lâ­hüm­me ve bi ham­dik ve te­bâ­ra­kes­mük ve te­âlâ ced­dük (ve cel­le se­nâ­ük*) ve lâ ilâ­he ğay­rük)

* Ve cel­le se­nâ­ük yal­nız­ca ce­na­ze na­maz­la­rın­da kul­la­nı­lır.

Al­lah'ım! Sen ek­sik sı­fat­lar­dan pak ve uzak­sın. Se­ni da­ima böy­le ten­zih eder ve öve­rim. Se­nin adın mü­ba­rek­tir. Var­lı­ğın her şey­den üs­tün­dür. Sen­den baş­ka ilah yok­tur.

 

Et­te­hiy­yâ­tü

Et­te­hiy­yâ­tü lil­lâ­hi ves­sa­le­vâ­tü vet­ta­yi­bât. Es­se­lâ­mü aley­ke ey­yü­hen-Ne­biy­yü ve rah­me­tül­la­hi ve be­ra­kâ­tü­hüh. Es­se­lâ­mü aley­nâ ve alâ ibâ­dil­lâ­his-Sâ­li­hîn. Eş­he­dü en lâ ilâ­he il­lal­lâh ve eş­he­dü en­ne Mu­ham­me­den ab­dü­hû ve Ra­sü­lüh.

Dil ile, be­den ve mal ile ya­pı­lan bü­tün iba­det­ler Al­lah'adır. Ey Pey­gam­ber! Al­lah'ın se­la­mı, rah­met ve be­re­ket­le­ri se­nin üze­ri­ne ol­sun. Se­lam bi­zim üze­ri­mi­ze ve Al­lah'ın bü­tün iyi kul­la­rı üze­ri­ne ol­sun. şa­hit­lik ede­rim ki, Al­lah'tan baş­ka ilah yok­tur. Yi­ne şa­hit­lik ede­rim ki, Mu­ham­med, O'nun ku­lu ve Pey­gam­be­ri­dir.

 

Al­lâ­hüm­me Sal­li

Al­lâ­hüm­me sal­li alâ Mu­ham­me­din ve alâ âli Mu­ham­med.  Ke­mâ sal­ley­te alâ İb­ra­hi­me ve alâ âli İb­ra­him. İn­ne­ke ha­mi­dün me­cîd.

Al­lah'ım! Mu­ham­med'e ve Mu­ham­med'in üm­me­ti­ne rah­met ey­le; şe­re­fi­ni yü­celt. İb­ra­him'e ve İb­ra­him'in üm­me­ti­ne rah­met et­ti­ğin gi­bi. şüp­he­siz övül­me­ye la­yık yal­nız sen­sin, şan ve şe­ref sa­hi­bi de sen­sin.

 

Al­lâ­hüm­me Ba­rik

Al­lâ­hüm­me ba­rik alâ Mu­ham­me­din ve alâ âli Mu­ham­med. Ke­mâ ba­rek­te alâ İb­ra­hî­me ve alâ âli İb­ra­him. İn­ne­ke ha­mi­dün me­cîd.

Al­lah'ım! Mu­ham­med'e ve Mu­ham­med'in üm­me­ti­ne ha­yır ve be­re­ket ver. İb­ra­him'e ve İb­ra­him'in üm­me­ti­ne ver­di­ğin gi­bi. şüp­he­siz övül­me­ye la­yık yal­nız sen­sin, şan ve şe­ref sa­hi­bi de sen­sin.

 

Rab­be­nâ âti­na

Rab­be­nâ âti­na fid'dün­yâ ha­se­ne­ten ve fil'âhi­ra­ti ha­se­ne­ten ve kı­nâ azâ­ben­nâr. Bi­rah­me­ti­ke yâ Er­ha­mer­ra­hi­mîn

Al­lah'ım! Bi­ze dün­ya­da iyi­lik ve gü­zel­lik, ahi­ret­te de iyi­lik, gü­zel­lik ver. Bi­zi ateş aza­bın­dan ko­ru.

 

Rab­be­nâğ­fir­lî

Rab­be­nâğ­fir­lî ve li-vâ­li­dey­ye ve lil-Mü'mi­ni­ne yev­me ye­kû­mü'l hi­sâb.

Ey bi­zim Rab­bi­miz! Be­ni, ana­mı ve ba­ba­mı ve bü­tün mü'min­le­ri he­sap gü­nün­de (her­ke­sin sor­gu­ya çe­ki­le­ce­ği gün­de) ba­ğış­la.

 

Ku­nut Du­ala­rı

Al­lâ­hüm­me in­nâ nes­te­înü­ke ve nes­tağ­fi­rü­ke ve nes­teh­dik. Ve nü'mi­nü bi­ke ve ne­tû­bü ileyk. Ve ne­te­vek­ke­lü aley­ke ve nüs­ni aley­kel-hay­ra kül­le­hü neş­kü­rü­ke ve lâ nek­fü­rü­ke ve nah­leu ve net­rü­kü men yef­cü­rük.

Al­la­hım! Sen­den yar­dım is­te­riz, gü­nah­la­rı­mı­zı ba­ğış­la­ma­nı is­te­riz, ra­zı ol­du­ğun şey­le­re hi­da­yet et­me­ni is­te­riz. Sa­na ina­nı­rız, sa­na tev­be ede­riz. Sa­na gü­ve­ni­riz. Bi­ze ver­di­ğin bü­tün ni­met­le­ri bi­le­rek se­ni ha­yır ile öve­riz. Sa­na şük­re­de­riz. Hiç­bir ni­me­ti­ni in­kar et­mez ve on­la­rı baş­ka­sın­dan bil­me­yiz. Ni­met­le­ri­ni in­kar eden ve sa­na kar­şı ge­le­ni bı­ra­kı­rız.

 

Al­lâ­hüm­me iy­yâ­ke na'bü­dü ve le­ke nü­sal­li ve nes­cü­dü ve iley­ke nes'a ve nah­fi­dü ner­cû rah­me­te­ke ve nah­şâ azâ­be­ke in­ne azâ­be­ke bil­küf­fâ­ri mül­hık.

Al­la­hım! Biz yal­nız Sa­na kul­luk ede­riz. Na­ma­zı yal­nız Se­nin için kı­la­rız, an­cak Sa­na sec­de ede­riz. Yal­nız Sa­na ko­şar ve Sa­na yak­laş­tı­ra­cak şey­le­ri ka­zan­ma­ya ça­lı­şı­rız. İba­det­le­ri­ni se­vinç­le ya­pa­rız. Rah­me­ti­nin de­va­mı­nı ve ço­ğal­ma­sı­nı di­le­riz. Aza­bın­dan kor­ka­rız, şüp­he­siz Se­nin aza­bın ka­fir­le­re ve inanç­sız­la­ra ula­şır.

 

AB­DEST

Na­maz kıl­mak için yüz, dir­sek­ler­le bir­lik­te el­ler ve ayak­la­rın yı­kan­ma­sı; ba­şın da mes­he­dil­me­si ge­re­kir. Bu­na "Ab­dest'' de­nir. Ay­rı­ca be­den, el­bi­se ve na­maz kı­lı­na­cak ye­rin te­miz ol­ma­sı şart­tır.

Ab­des­tin Farz­la­rı:

1. El­le­ri dir­sek­le­re ka­dar kol­lar­la bir­lik­te yı­ka­mak.

2. Yü­zü yı­ka­mak.

3. Ba­şın dört­te bi­ri­ni mes­het­mek.

4. To­puk­la­rıy­la bir­lik­te ayak­la­rı yı­ka­mak.

Ab­des­tin Sün­net­le­ri:

1. Ab­dest al­ma­ya ni­yet et­mek

2. Ab­des­te eû­zü bes­me­le ile baş­la­mak.

3. Ab­des­te baş­la­ma­dan ön­ce el­le­ri bi­lek­le­re ka­dar yı­ka­mak

4. Diş­le­ri mis­vak ve­ya fır­ça ile, yok­sa par­mak­lar ile te­miz­le­mek.

5. Ab­dest or­gan­la­rı­nı peş pe­şe ara ver­me­den yı­ka­mak.

6. Yı­ka­nan or­gan­la­rı ov­mak.

7. Ağ­za üç ke­re su al­mak.

8. Oruç­lu ol­ma­dı­ğı za­man­lar­da gar­ga­ra yap­mak.

9. Bur­na üç ke­re su ver­mek ve sol el­le süm­kür­mek.

10. Yı­ka­nan her or­ga­nı üç ke­re yı­ka­mak.

11. Ab­dest­te çift or­gan­la­rı yı­ka­ma­ya sağ or­gan­dan baş­la­mak.

12. El­ler ve ayak­lar­da yı­ka­ma­ya par­mak uç­la­rın­dan baş­la­mak.

13. Sa­ka­lı olan­la­rın sa­ka­lı­nı hi­lal­le­me­si.

14. Par­mak­ta­ki yü­zü­ğü oy­na­ta­rak su­yun al­tı­na ulaş­ma­sı­nı te­min et­mek.

15. Ku­lak­la­rı mes­het­mek.

16. Boy­nu mes­het­mek.

17. Ba­şın ta­ma­mı­nı mes­het­mek.

18. Par­mak­la­rın ara­sı­nı hi­lal­le­mek.

Gu­sül (Boy Ab­des­ti)

Gasl, yı­ka­mak de­mek­tir. Gu­sül ve iğ­ti­sal da, yı­kan­ma an­la­mı­nı ta­şır. Din de­yi­min­de gu­sül: Bü­tün be­de­nin yı­kan­ma­sı­dır, boy ab­des­ti alın­ma­sı­dır. Bu­na ta­ha­ret-i küb­ra (bü­yük te­miz­lik) de­nir. Böy­le bir te­miz­li­ği ge­rek­ti­ren hal cü­nüp­lük­tür. Ay­rı­ca ka­dın­la­rın ha­yız ve ni­fas hal­le­ri­nin so­na er­me­si­dir.

Gus­lün farz­la­rı üç­tür.

I) Ağ­za su alıp bo­ğa­za ka­dar çal­ka­la­mak.

2) Bu­ru­na su çek­mek ve yı­ka­mak.

3) Te­pe­den tır­na­ğa bü­tün vü­cu­du yı­ka­mak.

Te­yem­müm

Te­yem­müm, su bu­lun­ma­dı­ğı ve­ya bu­lun­sa da kul­lan­ma gü­cü ol­ma­dı­ğı za­man, te­miz top­rak cin­sin­den bir şey­le ha­de­si (ab­dest al­mak ve­ya gusl ge­rek­ti­ren hal) gi­der­mek ama­cıy­la ya­pı­lan ha­re­ket­le­ri di­le ge­ti­rir.

Te­yem­müm ki­tap ve sünnet ile sa­bit­tir. Kur'an-ı Ke­rim'de "Su bu­la­maz­sa­nız te­miz ye­re te­yem­müm edi­niz" (Ma­ide Su­re­si, 5/6) aye­ti su bu­lun­ma­dı­ğı du­rum­lar­da te­yem­mü­mü ön­gö­rür. “Yer ba­na mes­cid ve te­miz­le­yi­ci kı­lın­dı. Bi­na­ena­leyh ki­me na­maz vak­ti ge­lir­se, na­ma­zı­nı kıl­sın." (Ah­med b. Han­bel) ha­di­si de yer cin­sin­den bir şey­le te­yem­müm ca­iz ol­du­ğu­na de­la­let eder. (Ah­med Da­vu­doğ­lu, Se­lâ­met Yol­la­rı, I, 154).

Te­yem­mü­mün farz­la­rı

Ni­yet ve el­le­ri top­ra­ğa vu­rup yü­zü ve kol­la­rı mesh et­mek farz­dır.

Te­yem­mü­mün Sün­netle­ri

1- Ön­ce bes­me­le çek­mek.

2- Uzuv­la­rı sı­ray­la mes­het­mek.

3- Me­sih iş­le­mi­ni ara ver­me­den yap­mak.

4- El­le­ri ye­re vur­duk­tan son­ra ön­ce ile­ri, son­ra ge­ri ha­re­ket et­tir­mek.

5- Par­mak­la­rı açık bu­lun­dur­mak.

6- El­ler yer­den kal­dı­rıl­dı­ğın­da avuç iç­le­rin­de toz kal­mış­sa bir­bi­ri­ne vu­ra­rak sil­ke­le­mek.

 

 

ORUÇ

 

Oruç iba­de­ti İs­la­m'ın beş te­mel şar­tın­dan bi­ri­si­dir ve mü­ka­fa­tı çok faz­la­dır. Ni­yet ede­rek tan ye­ri­nin ağar­ma­ya baş­la­ma­sın­dan ak­şam gü­neş ba­tın­ca­ya ka­dar ye­me iç­me ve cin­sel iliş­ki­den uzak dur­mak su­re­tiy­le tu­tu­lan oru­cun di­nî ah­la­kî, sos­yal ve sıh­hî bir çok ya­rar­la­rı var­dır.

Oruç tu­tan kim­se sab­ret­me, sı­kın­tı­la­ra gö­ğüs ger­me, aç­lı­ğa su­suz­lu­ğa da­yan­ma ve nef­se ha­kim ol­ma me­le­ke­si ka­za­nır. Fa­kir­lik ve yok­sul­lu­ğun ne de­mek ol­du­ğu­nu da­ha iyi an­lar. Bu­nun so­nu­cu ola­rak, şef­kat, mer­ha­met, baş­ka­la­rı­na yar­dım et­me ve in­san­la­ra fay­da­lı ol­ma gi­bi yü­ce duy­gu­lar ka­za­nır. Elin­de­ki ni­met­le­rin kad­ri­ni bi­lir, is­raf­tan sa­kın­ma­yı öğ­re­nir.

İn­sa­nın ma­nen yük­sel­me­si­ni sağ­la­yan oruç, ki­şi­nin ira­de­si­ni güç­len­di­rir, baş­ka­la­rı­na kar­şı, sev­gi, mer­ha­met ve yar­dım his­le­ri­nin ge­liş­me­si­ni te­min eder.

Akıl sa­hi­bi ve er­gin­lik ça­ğı­na gel­miş her sağ­lık­lı Müs­lü­ma­nın tut­mak zo­run­da ol­du­ğu oru­cun sü­re­si bir ay­dır ve ka­me­rî ay­lar­dan Ra­ma­zan ayın­da tu­tu­lur.

Al­lah Te­ala (cc) şöy­le bu­yu­ru­yor.

 

"Ey iman eden­ler, siz­den ön­ce­ki­le­re ya­zıl­dı­ğı gi­bi, oruç, si­ze de ya­zıl­dı (farz kı­lın­dı). Umu­lur ki sa­kı­nır­sı­nız." (Ba­ka­ra Su­re­si, 183)

 

Oruç, ru­hu kö­tü­lük­ler­den arın­dı­ran, sev­gi, şef­kat ve mer­ha­met duy­gu­la­rı­nı ge­liş­ti­ren bir ah­lak ve dav­ra­nış eği­ti­mi­dir. Ay­rı­ca oru­cun in­san sağ­lı­ğı ba­kı­mın­dan da çok ya­rar­lı ol­du­ğu bi­li­nen bir ger­çek­tir. Bu hu­sus tıb­ben de ka­nıt­lan­mış­tır.

Bu ko­nu­da Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur.

"Oruç tu­tu­nuz, sıh­hat bu­lur­su­nuz."

Sa­hur'a Kalk­mak:

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), sa­hu­ra mut­la­ka kal­kar­dı. Fa­kat if­ta­rın ak­si­ne sa­hur ye­me­ği­ni geç sa­at­le­re bı­ra­kır­dı.

Ma­lik b. Enes (r.a)'den ri­va­yet edi­len Ha­dis-i şe­rif'te Re­sul-u Ek­rem (s.a.s)'in: "Sa­hur ye­me­ği yi­yi­niz. Çün­kü sa­hur ye­me­ğin­de bol­luk (be­re­ket) var­dır" bu­yur­du­ğu bi­lin­mek­te­dir. şu­ra­sı mu­hak­kak­tır ki; sa­hu­ra kal­kıp bir şey­ler ye­mek, oruç tut­mak ni­ye­tiy­le olur. Ni­te­kim Fe­te­vay-ı Hin­diy­ye'de şöy­le bil­di­ril­mek­te­dir:

"Ra­ma­zan-ı şe­rif ayın­da sa­hu­ra kalk­mak bir ni­yet­tir. Nec­müd­din Ne­seî de böy­le der. An­cak sa­hu­ra kalk­mak, sa­de­ce o gü­nün oru­cu için ni­yet hük­mün­de­dir. Baş­ka bir gü­nün oru­cu için ni­yet ye­ri­ne geç­mez" (I,195)

 

Oru­cun Şart­la­rı

Oru­cun şart­la­rı­nı Ömer Na­su­hi Bil­men şöy­le bil­dir­miş­tir:

Oru­cun farz olu­şu­na ve ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si­nin (eda­sı­nın) farz olu­şu ile sıh­ha­tı­na da­ir şart­lar var­dır. Şöy­le ki:

1) Oruç­la mü­kel­lef ol­mak için İs­lâm, akıl ve bü­luğ şart­tır. Onun için bu va­sıf­la­rı top­la­ma­yan bir kim­se­ye oruç farz de­ğil­dir. An­cak akıl sa­hi­bi bu­lu­nan mü­mey­yiz bir İs­lâm ço­cu­ğu­nun tut­tu­ğu oruç na­fi­le ola­rak sa­hih olur.

2) Oru­cun ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si (eda­sı)nın farz ol­ma­sı için sıh­hat ve ika­met şart­tır. Onun için has­ta ola­na ve yol­cu­luk ha­lin­de bu­lu­nan­la­ra, bu hal­le­rin­de oruç tut­mak farz de­ğil­dir. Bun­lar oruç­la­rı­nı tu­ta­ma­yın­ca, son­ra o tu­ta­ma­dık­la­rı oruç­la­rı ka­za eder­ler...

(Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li, s. 263)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Oruç­la il­gi­li Ha­dis­le­ri

Pey­gam­be­ri­miz (sav) de bu iba­de­tin fa­zi­le­ti üze­rin­de çok faz­la dur­muş ve tüm de­tay­la­rıy­la bu iba­de­tin in­ce­lik­le­ri­ni üm­me­ti­ne an­lat­mış­tır. Oruç ile il­gi­li ha­dis­le­rin­de Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:

"Ade­moğ­lu­nun her ame­li kat­la­nır. Bir iyi­lik ye­di yüz mis­li­ne ka­dar kat­la­na­bi­lir. Yal­nız oruç müs­tes­na. Çün­kü onun mü­ka­fa­tı­nı Al­lah ve­re­cek­tir. Oruç­lu iken iki se­vinç var­dır. Bi­rin­ci­si if­tar za­ma­nı­nın se­vin­ci, di­ğe­ri Rab­bi­ne ulaş­tı­ğı za­man­ki se­vinç­tir." (Müs­lim)

Oru­cun di­ğer iba­det­ler­den en bü­yük far­kı gös­te­riş için yap­ma ih­ti­ma­li­nin çok az olu­şu­dur. Bu yüz­den mü­mi­ni ri­ya­ya sü­rük­le­me gi­bi bir teh­li­ke­si yok­tur. Ma­ze­re­ti ol­ma­yan ye­tiş­kin tüm Müs­lü­man­la­ra oruç farz­dır. Re­su­lul­lah (sav) oruç­la il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Ra­ma­zan ayı gir­di­ğin­de gök­le­rin ka­pı­la­rı açı­lır, ce­hen­ne­min ka­pı­la­rı ka­pa­tı­lır ve şey­tan zin­ci­re vu­ru­lur. Oru­cu boş­la­ma, çün­kü onun den­gi yok­tur." (Müs­lim)

"Cen­net­te bir ka­pı var­dır ki bu­na rey­yan der­ler. Kı­ya­met gü­nün­de bu­ra­dan oruç­lu­lar gi­re­cek­tir. Mü­te­aki­ben bu ka­pı ka­pa­na­cak baş­ka kim­se alın­ma­ya­cak­tır." (Müs­lim)

Oruç bir kal­kan­dır. Oruç­lu kö­tü söz söy­le­me­sin. Oruç­lu ken­di­si ile da­laş­mak is­te­ye­ne iki de­fa "ben oruç­lu­yum, ben oruç­lu­yum" de­sin.

Al­lah bu­yur­muş­tur ki: "Oruç­lu kim­se be­nim rı­zam için ye­me­si­ni, iç­me­si­ni ve cin­si mü­na­se­bet­le­ri­ni bı­rak­mış­tır. Oruç doğ­ru­dan doğ­ru­ya be­nim için ya­pı­lan (ri­ya ka­rış­ma­yan) bir iba­det­tir. Onun mü­ka­fa­tı­nı doğ­ru­dan doğ­ru­ya ben ve­ri­rim." (Bu­ha­ri)

 

Oruç­la il­gi­li Di­ğer Me­se­le­ler

Farz olan Ra­ma­zan oru­cu­nu kas­ten boz­mak bü­yük gü­nah­lar­dan­dır. Ni­te­kim Re­sul-i Ek­rem şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Kim Ra­ma­zan ayın­da oru­cu­nu bo­zar­sa; onun üze­ri­ne, zı­har ya­pan kim­se­nin üze­ri­ne la­zım ge­len şey (ke­ffa­ret) ge­re­kir." (Fet­hu'l Ka­dir)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) ak­şam na­ma­zı­nı kıl­ma­dan ön­ce if­tar eder­di, if­tar­da ace­le eder ya­ni he­men ya­par ve ya­kın­la­rı­nı da ace­le et­me­le­ri­ için teş­vik eder­di. Hur­ma ve­ya su ile oru­cu­nu açar­dı. Oru­cu­nu açar­ken; "Al­lah'ım! Se­nin rı­zan için oruç tut­tum. Rız­kın­la oru­cu­mu aç­tım. Oruç­la­rı­mı­zı ka­bul et. şüp­he­siz sen her­şe­yi işi­tir ve bi­lir­sin" (Ebu Da­vud) der­di.

 

 

ZE­KAT

 

Ze­kat, di­nen zen­gin sa­yı­lan er­gin­lik ça­ğı­na gel­miş akıl sa­hi­bi Müs­lü­man­la­rın, mal­la­rı­nın bel­li bir mik­ta­rı­nı ki ge­nel­lik­le % 2,5 di­ğer bir ifa­de ile kırk­ta­bi­ri­ni, se­ne­den se­ne­ye fa­kir Müs­lü­man­la­ra ver­me­si­dir.

İs­lâm, yok­su­la yar­dı­mı ki­şi­nin is­te­ği­ne bı­rak­ma­ya­rak zen­gin olan her­ke­sin ze­kat ver­me­si­ni zo­run­lu kıl­mış­tır. Çün­kü ze­kat, Al­lah (cc)'ın zen­gin­le­re ih­san et­ti­ği mal­da, fa­kir­le­rin hak­kı­dır.

Ze­kat, top­lum­da hu­zur ve da­ya­nış­ma­yı sağ­la­yan bir sos­yal yar­dım­laş­ma sis­te­mi­dir. Ze­kat, pa­ra­ya olan aşı­rı tut­ku­yu azal­tır, fert­ler ara­sın­da kar­şı­lık­lı sev­gi ve say­gı duy­gu­la­rı­nı ge­liş­ti­re­rek ser­vet düş­man­lı­ğı­nı ön­ler. Böy­le­ce top­lum­da hu­zur ve gü­ve­nin kök­leş­me­sin­de önem­li rol oy­nar.

Ze­kat, Al­lah (cc)'ın rı­za­sı­nı ka­zan­dı­ran, ki­şi­nin an­la­yı­şın­da, ma­lın, araç ol­mak­tan çı­ka­rak amaç ha­li­ne gel­me­si­ni ön­le­yen, in­san­da baş­ka­la­rı­nı dü­şün­me, mer­ha­met ve iyi­lik gi­bi gü­zel duy­gu­la­rı ge­liş­ti­ren ve top­lum­sal ba­rı­şı sağ­la­yan bir iba­det­tir.

Ze­ka­tın ma­hi­ye­ti ile il­gi­li ola­rak Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam İl­mi­ha­li'nin be­şin­ci ki­ta­bın­da şöy­le söy­le­mek­te­dir:

Ze­kât lû­gat de­yi­min­de "te­miz­lik, be­re­ket, ço­ğal­ma, gü­zel öv­gü" ma­na­la­rı­nı ta­şır. Din de­yi­min­de ise; "Bir ma­lın bel­li bir mik­ta­rı­nı, bel­li bir za­man son­ra hak sa­hi­bi olan bir kı­sım müs­lü­man­la­ra Yü­ce Al­lah'ın rı­za­sı için ta­ma­men tem­lik et­mek (mül­ki­ye­ti­ne ge­çir­mek)tir."

Ze­kât, kul­la­rın kul­luk gö­re­vin­de­ki sa­da­kat­le­ri­ne de­lâ­let eder. Bu yön­den­dir ki, ze­kâ­ta "sa­da­ka"da den­miş­tir. Bu­nun­la be­ra­ber "sa­da­ka" sö­zü, ze­kât­tan da­ha kap­sam­lı ma­na ta­şır. Va­cib­le­ri de, na­fi­le­le­ri de içi­ne alır.

Ze­kât ver­me­ye, "Tez­ki­ye", ze­kât ve­re­ne de "Mü­zek­kî" de­ni­lir. şa­hid­ler hak­kin­da ya­pi­lan öv­gü­ye de "Tez­ki­ye" den­di­gi bi­lin­mek­te­dir.

Ze­kât ver­mek farz­dır. Pey­gam­be­ri­mi­zin hic­ret­le­ri­nin ikin­ci yı­lın­da, oruç­tan ön­ce farz kı­lın­mış­tır. İs­lâm'ın şart­la­rın­dan bi­ri­ni teş­kil et­mek­te­dir. Bel­li mik­tar­da bu­lu­nan na­kid pa­ra­la­rın ve ti­ca­ret mal­la­rı­nın üze­rin­den bir yıl ge­çin­ce, ze­kât­la­rını ge­cik­tir­me­den he­men ver­mek ge­re­kir. Çün­kü bu ze­kât mal­la­rı­na yok­sul­la­rın hak­kı geç­miş olu­yor. Ar­tık bu hak­kı özür­süz ola­rak ge­cik­tir­mek ca­iz ol­maz...

Ze­kâ­tın aşi­kâ­re ve­ril­me­si da­ha fa­zi­let­li­dir. Çün­kü bu şe­kil­de ve­ril­me­si, baş­ka­la­rı­na bir ör­nek olur ve teş­vîk ye­ri­ne ge­çer. Ken­di­si hak­kın­da, ze­kât ver­mi­yor di­ye, kö­tü bir zan­nı da kal­dır­mış olur. Ze­kât bir farz ol­du­ğu için, bu­nun ye­ri­ne ge­ti­ril­me­sin­de gös­te­riş ol­maz. Na­fi­le ola­rak ve­ri­len sa­da­ka­lar­da ise, du­rum böy­le de­ğil­dir. Bun­la­rın giz­li ve­ril­me­si ve gös­te­riş ya­pıl­ma­sı­na en­gel olun­ma­sı da­ha fa­zi­let­li­dir. (Ömer Na­su­hi Bil­men, Bü­yük İs­lam il­mi­ha­li, s. 311)

Hz. Pey­gam­ber (sav), sa­hi­bi bu­lun­du­ğu mal­dan en faz­la in­fak eden in­san­dı. O'ndan her­han­gi bir ­şey is­te­nir­se az ve­ya çok mut­la­ka bir­ şey ve­rir­di. Ver­di­ğin­den do­la­yı duy­du­ğu se­vinç ve ne­şe, alan ki­şi­nin se­vin­cin­den da­ha faz­lay­dı.

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav), ze­ka­tın dört sı­nıf mal­dan ve­ri­le­ce­ği­ni be­lirt­miş­tir. Bun­lar halk ara­sın­da en çok do­la­şan ve in­san­la­rın zo­run­lu ih­ti­yaç­la­rı olan mal­lar­dır:

1) Zi­rai mah­sül­ler ve mey­ve­ler,

2) Hay­van­lar (de­ve, sı­ğır, da­var),

3) Al­tın ve gü­müş,

4) Her tür­lü ti­ca­ret ma­lı.

 

 

HAC

 

Ser­vet ve sağ­lık yö­nün­den gü­cü ye­ten Müs­lü­man­la­rın, öm­rün­de bir de­fa bel­li za­man­lar­da ara­fat­ta vak­fe yap­mak ve ka­be­yi zi­ya­ret et­mek su­re­tiy­le yap­tık­la­rı bir iba­det­tir.

Hac; her yıl, dil­le­ri, renk­le­ri, ül­ke­le­ri, kül­tür­le­ri fark­lı, fa­kat he­def ve ga­ye­le­ri ay­nı mil­yon­lar­ca Müs­lü­ma­nın bir ara­da, hep bir­den iba­det edip Al­lah (cc)'a yö­nel­me­le­ri­ni, bir­bir­le­ri ile ta­nı­şıp kay­naş­ma­la­rı­nı, Müs­lü­man­la­rın dert­le­ri­ni gö­rü­şüp or­tak ça­re­ler üze­rin­de dü­şün­me­le­ri­ni sağ­lar.

Bu iba­de­ti ya­par­ken her se­vi­ye­de in­sa­nın ay­nı kı­ya­fe­te bü­rün­me­si, öl­dük­ten son­ra Al­lah (cc)'ın hu­zu­ru­na çı­kış gü­nü­nü ha­tır­la­tır. Hac, mü­min­le­rin sa­mi­mî bir şe­kil­de Al­lah (cc)'a yö­ne­le­rek, tev­be­le­ri­nin ka­bul edil­me­si­ne ve gü­nah­la­rı­nın ba­ğış­lan­ma­sı­na ve­si­le olur. Kut­sal yer­le­ri gör­mek, in­sa­na ma­ne­vî bir he­ye­can ve­re­rek di­ni duy­gu­la­rı kuv­vet­len­di­rir.

İh­ram­lı için ko­nu­lan ya­sak­lar, hiç kim­se­ye, hat­ta ha­şe­re­le­re bi­le za­rar ver­me­me, ya­ra­tık­la­ra şef­kat ve mer­ha­met, zor­luk­la­ra sab­ret­me me­le­ke­si ka­zan­dı­rır. Böy­le­ce Hac fa­ri­za­sı­nı eda eden kim­se­ler, Al­lah (cc)'a kul­luk va­zi­fe­le­ri­ni ifa et­miş ol­duk­la­rı gi­bi çev­re­sin­de­ki­le­re ya­rar­lı ol­ma, hiç de­ğil­se za­rar ver­me­me alış­kan­lı­ğı ka­zan­mış olur.

 

 

 


PEY­GAM­BE­Rİ­MİZ (SAV)'İN HA­YA­TIN­DAN

GÜ­ZEL ÖR­NEK­LER

 

 

An­dol­sun, si­zin için, Al­lah'ı ve ahi­ret gü­nü­nü uman­lar ve Al­lah'ı çok­ça zik­re­den­ler için Al­lah'ın Re­su­lü'nde gü­zel bir ör­nek var­dır. (Ah­zab Su­re­si, 21)

 

İs­la­mi­ye­t'in iki te­mel kay­na­ğı var­dır: Ku­ran ve sün­net. Bun­lar et ve tır­nak gi­bi bir­bi­rin­den ay­rıl­maz iki te­mel ko­nu­dur. Bi­ri­ni bi­rin­den ayı­rır­sak di­nin ger­çek an­la­mı­nı kav­ra­ya­ma­yız.

Mü­mi­nin ahi­ret­te­ki ger­çek mut­lu­lu­ğu ya­ka­la­ma­sı için İs­lam'ın bu iki kay­na­ğı­nı çok iyi an­la­yıp, ek­sik­siz ola­rak uy­gu­la­ma­sı ge­re­kir. Ku­ran'ın ah­la­kı ile ah­lak­lan­mış olan Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in uy­gu­la­ma­la­rı bi­zim için ade­ta Ku­ran'ın can­lı bir yo­ru­mu­dur.

Re­su­lul­lah (sav) bir ha­di­sin­de, "Üm­me­ti­min fe­sad za­ma­nın­da, unu­tul­muş sün­net­le­rim­den bi­ri­ni ih­ya ede­ne yüz şe­hid se­va­bı ve­ri­lir." (İbn-i Ma­ce) bu­yu­ru­yor. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ber ver­di­ği za­man yak­laş­mış gö­rün­mek­te­dir. Va­de­di­len bu gü­zel kar­şı­lı­ğa la­yık ola­bil­mek için tüm Müs­lü­man­la­rın Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne sa­rıl­ma­la­rı son de­re­ce önem­li­dir.

Re­su­lul­lah (sav)'ın üs­tün ah­la­kı ve uy­gu­la­ma­la­rı, gün­lük ha­ya­tın dü­zen­len­me­sin­de mü­min­ler için en gü­zel ör­nek­tir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in her dav­ra­nı­şı Al­lah (cc)'ın ko­ru­ma­sı al­tın­da­dır.

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Gü­zel Ah­la­kı

Al­lah (cc), Ku­ran-ı Ke­rim'de Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e "Ve şüp­he­siz sen pek bü­yük bir ah­lak üze­rin­de­sin." (Ka­lem Su­re­si, 4) bu­yur­muş­tur. Re­sul-ü Ek­rem (sav) bir ha­di­sin­de, "Ben an­cak ah­lak fa­zi­let­le­ri­ni ta­mam­la­mak için gön­de­ril­dim." (Bey­ha­ki) bu­yu­ra­rak, ya­şan­tı­sı­nın, her mü­mi­nin uy­gu­la­ma­sı ge­re­ken ör­nek­ler­le do­lu ol­du­ğu­nu bil­dir­miş­tir.

Ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­me­den ön­ce de gü­zel ah­la­kın en gü­zel ör­nek­le­ri­ni ser­gi­le­yen Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), İs­lam di­ni­ni an­la­tır­ken de seç­kin ki­şi­li­ği ve gü­zel ah­la­kı ile bü­tün in­san­lı­ğa ör­nek ol­muş­tur. Ara­dan ge­çen on dört yüz­yıl­da in­san­lık O'nun or­ta­ya koy­du­ğu gü­zel ah­lak il­ke­le­ri­ni ya­ka­la­ma­ya ça­lış­mış­tır.

 Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­nı­mı Hz. Ay­şe, Re­su­lul­lah (sav)'ın gü­zel ah­la­kı­nı şöy­le an­la­tı­yor:

"Çir­kin söz söy­le­mez­di. Ha­ya, ter­bi­ye ve ne­za­ke­te ay­kı­rı bir dav­ra­nış­ta bu­lun­maz­dı. Çar­şı ve pa­zar­da yük­sek ses­le ko­nu­şup gü­rül­tü çı­kar­maz­dı. Kö­tü­lü­ğe kö­tü­lük­le kar­şı­lık ver­mez­di. Af­fe­der ba­ğış­lar­dı." (Ebu Da­vud)

 Hz. Ay­şe'nin Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ah­la­kı ile il­gi­li bir so­ru üze­ri­ne ver­di­ği ce­vap, O'nun ya­şan­tı­sı­nın, Ku­ran ah­la­kı­nın ha­ya­ta ge­çi­ril­miş şek­li ol­du­ğu­nu gös­ter­mek­te­dir:

"Ey mü­min­le­rin an­ne­si Pey­gam­be­rin ah­la­kı na­sıl­dır" Ce­vap ver­di: "Re­su­lul­lah'ın ah­la­kı... Mü'mi­nun su­re­si­ni oku­ya­bi­li­yor mu­sun? Bu su­re­yi onun­cu aye­ti­ne ka­dar oku! İş­te Al­lah'ın Re­su­lü'nün ah­la­kı böy­le idi" de­di. (Bu­ha­ri)

Re­su­lul­lah (sav), "En ha­yır­lı­nız, ah­lak­ça en gü­zel ola­nı­nız­dır." bu­yu­ra­rak, bu­nun her mü­min için ula­şıl­ma­sı ge­re­ken bir he­def ol­du­ğu­nu be­lirt­miş­tir. Do­la­yı­sıy­la, mü­min nef­sin­de­ki tüm kö­tü­lük­ler­den sa­kı­nıp bu ah­la­ka ulaş­mak için ça­ba har­ca­ma­lı­dır.

Su, bu­zu erit­ti­ği gi­bi gü­zel ah­lak da gü­nah­la­rı eri­tir; sir­ke ba­lı boz­du­ğu gi­bi kö­tü ah­lak da ame­li bo­zar. (Ta­be­ra­ni)

Be­nim Ka­tım­da en se­vim­li­niz, ah­lak­ça en gü­zel ola­nı­nız ve et­ra­fın­da­ki­ler­le hoş ge­çi­ne­ni­niz­dir ki, on­lar her­ke­si se­ver ve her­kes­ de on­la­rı se­ver. Be­nim Ka­tım­da en se­vim­si­zi­niz de­di­ko­du ya­pan, dost­la­rın ara­sı­nı açan ve ter­te­miz kim­se­ler­de ku­sur ara­yan­lar­dır. (Bez­zar)

Al­lah Ka­tın­da kö­tü ah­lak­tan da­ha bü­yük bir gü­nah yok­tur. Çün­kü kö­tü ah­lak sa­hi­bi, bir gü­nah­tan çık­ma­dan di­ğe­ri­ne dü­şer. (Is­ba­ha­ni)

Kul, iba­de­ti az ol­du­ğu hal­de, gü­zel ah­la­kıy­la ahi­re­tin yük­sek de­re­ce­le­ri­ne ve şe­ref­li mev­ki­le­ri­ne ula­şa­bi­lir. Ah­la­kı kö­tü olan­lar da ce­hen­ne­min alt ta­ba­ka­sı­na va­rır­lar. (Ta­be­ra­ni)

Bir mü­min gü­zel ah­la­kıy­la ge­ce iba­det eden, gün­düz oruç tu­tan kim­se­le­rin se­vi­ye­si­ne ye­ti­şir. (Ebu Da­vud)

Kı­ya­met gü­nü mi­za­na ko­nan iyi­lik­le­rin en ağı­rı tak­va ve gü­zel ah­lak­tır. (Ebu Da­vud)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), na­ma­za baş­la­ma­dan şu du­ayı eder­di:

"Al­lah'ım ba­na gü­zel ah­lak ih­san ey­le, zi­ra sen­den baş­ka kim­se gü­zel ah­lak ih­san ede­mez. Al­lah'ım be­ni kö­tü huy­lar­dan ko­ru ve uzak­laş­tır." (Müs­lim)

 

Af­fe­di­ci Ol­ma­nın Fa­zi­le­ti

 Ku­ran-ı Ke­rim'de, "... Yi­ne de af­fe­der, hoş gö­rür (ku­sur­la­rı­nı yüz­le­ri­ne vur­maz) ve ba­ğış­lar­sa­nız, ar­tık el­bet­te Al­lah, ba­ğış­la­yan­dır, esir­ge­yen­dir" (Te­ğa­bün Su­re­si, 14) buy­rul­muş­tur. Özel­lik­le mü­min­le­rin ken­di ara­la­rın­da hoş­gö­rü­lü ve af­fe­di­ci ol­ma­ya çok dik­kat et­me­le­ri ge­re­kir.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) af­fe­di­ci ol­ma­nın fa­zi­le­ti üze­rin­de özel­lik­le dur­muş, bu­nun mü­min­ler ara­sın­da kar­deş­lik duy­gu­la­rı­nın ge­liş­me­sin­de ve­si­le ola­ca­ğı­nı söy­le­miş­tir. O'nun ör­nek alı­na­cak dav­ra­nış­la­rın­dan bi­ri­si de, şah­si se­bep­ler­den do­la­yı kim­se­ye kin tut­ma­ma­sı ve düş­ma­nı bi­le ol­sa sü­rek­li ola­rak af­fet­me yo­lu­na git­me­si­dir. Ni­te­kim Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Al­çak gö­nül­lü­lük in­sa­na yük­sek­lik­ten baş­ka bir şey ar­tır­maz. Al­çak gö­nül­lü olun ki Al­lah si­zi yük­selt­sin. Af ve ba­ğış­lan­ma in­sa­nın an­cak şe­re­fi­ni yük­sel­tir. Af­fe­di­niz ki Allah si­zi iz­zet­len­dir­sin." (Is­fa­ha­ni)

Müs­lü­man­la­rın bir­bir­le­ri üze­rin­de­ki hak­la­rın­dan vaz­geç­me­le­ri ge­re­kir. Kin tut­mak ve in­ti­kam al­mak gi­bi dü­şün­ce­le­rin mü­min­ler ara­sın­da ye­ri yok­tur. Af­fe­di­ci ol­mak ahi­ret­te mü­mi­nin de­re­ce­si­ni ar­tı­rır ve dün­ya ha­ya­tın­da te­sa­nüd duy­gu­la­rı­nın ge­liş­me­si­ne vesile olur. Al­lah (cc) Re­su­lü (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Sa­na zul­me­de­ni af­fet. Sa­na kü­se­ne git, sa­na kö­tü­lük ya­pa­na iyi­lik yap. Aley­hi­ne de ol­sa hak­kı söy­le." (Kü­tüb-i Sit­te, Muh­ta­sa­rı Ter­cü­me ve şer­hi, Prof. Dr. İb­ra­him Ca­nan, 16. cilt, Ak­çağ Ya­yın­la­rı, An­ka­ra, s. 317)

Mer­ha­met edin, mer­ha­met olu­na­sınız. Af edin, af olu­na­sı­nız. Ya­zık, laf ebe­si olan­la­ra. Ya­zık gü­nah­la­rı­na bi­le­rek de­vam edip, is­tiğ­far et­me­yen­le­re. (G. Ah­med Zi­ya­üd­din, Ra­muz El Ha­dis, 1. cilt, Gon­ca Ya­yı­ne­vi, İs­tan­bul, 1997, 70/10)

Ti­ca­re­tin Teş­vik Edil­me­si ve Doğ­ru­lu­ğun

Fa­zi­le­ti

Bü­yük İs­lam alim­le­ri, Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in pey­gam­ber­li­ği­nin hu­su­si­yet­le­ri­nin ba­şın­da, her­kes­çe ka­bul edi­len 'doğ­ru­lu­ğu­nu' ör­nek gös­te­rir­ler. O'nun bu özel­li­ği sa­de­ce Müs­lü­man­lar ta­ra­fın­dan de­ğil, Mek­ke­li müş­rik­ler ta­ra­fın­dan da ka­bul gör­müş bir ger­çek­tir.

İs­la­mi­yet'in do­ğu­şu ile bir­lik­te Pey­gam­be­ri­miz (sav) bü­tün in­san­la­rı, ha­yat­la­rı­nın her anın­da dü­rüst ol­ma­ya ça­ğır­mış­tır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki tav­si­ye­le­ri­ne iliş­kin ha­dis­le­rin­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

"Doğ­ru­lu­ğa ya­pı­şın zi­ra doğ­ru­luk iyi­li­ğe gö­tü­rür. Doğ­ru­luk ve iyi­lik sa­hip­le­ri cen­net­te­dir. Ya­lan­dan ka­çı­nın, zi­ra ya­lan söy­le­yen­ler ve kö­tü­lük eden­ler ce­hen­nem­de­dir." (Ta­be­ra­ni)

"Doğ­ru­lu­ğu il­ti­zam edin (ge­rek­li gö­rün). Çün­kü doğ­ru­luk hay­ra gö­tü­rür. Ki­şi doğ­ru söy­le­yip doğ­ru­lu­ğu araş­tı­ra araş­tı­ra Al­lah Ka­tın­da doğ­ru­cu ya­zı­lır. Ya­lan­dan sa­kı­nın. Çün­kü ya­lan sa­pık­lı­ğa gö­tü­rür. Şüp­he­siz sa­pık­lık da ce­hen­ne­me gö­tü­rür." (Müs­lim)

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), "Ti­ca­re­te de­vam edin. Çün­kü rız­kın on­da do­ku­zu ti­ca­ret­ten­dir." (Ga­ri­bü'l Ha­dis) bu­yur­muş­lar­dır. Re­su­lul­lah (sav)'ın, ti­ca­ret­le uğ­ra­şan­la­rın doğ­ru­lu­ğa bü­yük önem ver­me­le­ri ko­nu­sun­da sa­yı­sız ha­dis­le­ri var­dır. Bir ha­dis-i şe­rif­te dü­rüst tüc­ca­rın ahi­ret­te şe­hit­ler­le be­ra­ber ola­ca­ğı müj­de­len­miş­tir. Doğ­ru­lu­ğa önem ver­me­yen­le­rin ise dün­ya­da ve ahi­ret­te akı­lal­maz zor­luk­lar­la kar­şı­la­şa­cak­la­rı ha­ber ve­ril­miş­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ti­ca­re­tin öne­mi­ne ve dü­rüst bir şe­kil­de ya­pıl­ma­sı­na da­ir bir çok ha­di­si var­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

"Ti­ca­ret­le uğ­ra­şan­lar kı­ya­met gü­nün­de gü­nah­kar ola­rak di­ri­le­cek­ler. An­cak Al­lah'tan kor­kan­lar, iyi­lik ya­pan­lar ve doğ­ru olan­lar müs­tes­na." (Tir­mi­zi)

"Doğ­ru olan ta­cir kı­ya­met gü­nü Arş-ı A'la'nın göl­ge­si al­tın­da­dır." (Is­ba­ha­ni)

"Ma­lın ayı­bı­nı ve fi­ya­tı­nı giz­le­di­ler ve ya­lan söy­le­di­ler­se, bel­ki kar­la­rı olur fa­kat alış­ve­ri­şin be­re­ke­ti­ni mah­ve­der­ler. Ya­lan ye­min ma­lı sat­tı­rır fa­kat ka­zan­cı mah­ve­der." (Bu­ha­ri)

"Ma­lı­nı sa­tı­şa ar­ze­den rız­ka erer, pa­ha­lan­ma­sı için sak­la­yıp bek­le­ten­ler Al­lah'ın la­ne­ti­ne uğ­rar." (Müs­lim)

"Alış­ve­riş­te ye­min, ma­lın har­can­ma­sı­na, ka­zan­cın el­den git­me­si­ne se­bep­tir." (Müs­lim)

Müs­lü­man­la­rın, ti­ca­ret­le uğ­ra­şır­ken gün­lük iba­det­le­ri­ni ve kul­luk va­zi­fe­le­ri­ni ih­mal et­me­me­le­ri önem­li­dir. Böy­le ya­par­lar­sa dün­ya­da­ki ni­met­le­ri el­de et­me­ye ça­lı­şır­ken ahi­ret­le­ri­ni teh­li­ke­ye at­mış olur­lar. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ko­nu ile il­gi­li şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Ba­na mal top­la ve tüc­car ol di­ye vah­yo­lun­ma­dı. Fa­kat ba­na Rab­bi­ni tes­bih et, sec­de eden­ler­den ol ve ölüm ge­lin­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne iba­det ey­le di­ye vah­yo­lun­du." (İbn Mer­de­veyh)

"Bir ma­lın ku­su­ru­nu söy­le­me­den sat­mak hiç kim­se­ye he­lal ol­maz. Ma­lın bu ku­su­ru­nu bi­le­ne de onu söy­le­me­mek he­lal ol­maz." (Bey­ha­ki)

Mü­mi­nin Al­lah (cc)'ın emir­le­ri­ne ri­ayet ede­rek yap­tı­ğı tüm iş­ler iba­det hük­mün­de­dir.

Hz. Ebu­be­kir (r.a.) dö­ne­min­de Müs­lü­man tüc­car­lar, ti­ca­ret için Fi­li­pin­ler'e ka­dar git­miş­ler ve ora­da­ki in­san­la­ra da Al­lah (cc)'ın di­ni­ni teb­liğ et­miş­ler­dir. Şu an­da o böl­ge­de ya­şa­yan­ Müs­lü­man­lar o gün­ler­de Müs­lü­man tüc­car­lar­dan et­ki­le­ne­rek İs­lam di­ni­ni se­çen in­san­la­rın to­run­la­rı­dır. Bu ör­nek­ten de ke­sin ola­rak an­la­şıl­dı­ğı gi­bi, in­san­lar Al­lah (cc)'a olan kul­luk va­zi­fe­le­ri­ni unut­ma­dık­ça han­gi ko­num­da olur­lar­sa ol­sun­lar İs­lam di­ni­ne fay­da­lı ola­bi­lir­ler.

"Ki­şi­nin ye­di­ği ye­me­ğin en he­la­li, el eme­ği ve meş­ru alış­ve­riş­ten el­de et­ti­ği ka­zanç­tır." (Ah­med)

 

Cö­mert­li­ğin Fa­zi­le­ti

Müs­lü­ma­na ya­kı­şan en gü­zel dav­ra­nış, zen­gin­li­ğe sa­hip ol­ma­dı­ğı za­man sab­ret­me­si, bir ser­vet sa­hi­bi ol­du­ğu za­man ise bu­nu Al­lah (cc) yo­lun­da en gü­zel şe­kil­de kul­lan­ma­sı­dır. Şey­ta­nın hi­le­le­ri­ne ka­nıp, ge­le­cek en­di­şe­si ile cim­ri­lik eden­le­ri Al­lah (cc) şöy­le uyar­mış­tır:

 

"Al­lah'ın, bol ih­sa­nın­dan ken­di­le­ri­ne ver­di­ği şey­ler­de cim­ri­lik eden­ler bu­nun ken­di­le­ri için ha­yır­lı ol­du­ğu­nu san­ma­sın­lar. Ha­yır; bu, on­lar için şer­dir; kı­ya­met gü­nü, cim­ri­lik et­tik­le­riy­le tas­ma­lan­dı­rı­la­cak­lar­dır. Gök­le­rin ve ye­rin mi­ra­sı Al­lah'ın­dır. Al­lah yap­tık­la­rı­nız­dan ha­be­ri olan­dır." (Al-i İm­ran Su­re­si, 180)

 

Cö­mert­lik ve is­raf ko­nu­sun­da­ki ay­rı­mı Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) çok gü­zel açık­la­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ken­di­sin­den bir­ şey is­te­yen­le­re 'Ha­yır' de­mez, mut­la­ka is­tek­le­ri­ni ger­çek­leş­tir­me­ye ça­lı­şır­dı. Bir ha­dis­te Re­su­lul­lah (sav)'ın ih­ti­yaç sa­hi­bi­ne, ken­di adı­na borç­lan­ma­sı­nı tav­si­ye et­ti­ği ri­va­yet edil­mek­te­dir.

Hz. Ali (r.a.) Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in cö­mert­li­ği­ni şöy­le an­la­tı­yor:

"O in­san­la­rın en çok eli açık ola­nı, sı­kın­tı­la­ra gö­ğüs ger­me ba­kı­mın­dan göğ­sü en ge­niş ola­nı, en doğ­ru söz­lü­sü, üze­ri­ne al­dı­ğı işi en gü­zel şe­kil­de ye­ri­ne ge­ti­re­ni idi. O, en gü­zel ve yu­mu­şak ta­bi­at­lı olup ka­bi­le ve ak­ra­ba­sı­na en çok ik­ram­da bu­lu­nan bir ki­şi idi. O'nu ilk gö­ren O'nun hey­be­ti­nin te­si­ri al­tın­da ka­lır, soh­be­tin­de bu­lu­nan­lar ise O'nu çok se­ver­ler­di. O'ndan bir şey is­ten­di­ğin­de var­sa ve­rir, bul­ma im­ka­nı var­sa bul­ma­ya ça­lı­şır­dı." (Bu­ha­ri)

Re­su­lul­lah (sav)'ın cö­mert­lik­le il­gi­li gü­zel söz­le­rin­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

"Al­lah cö­mert­tir, cö­mert­li­ği ve gü­zel ah­la­kı se­ver, kö­tü ah­la­kı sev­mez." (Ha­ra­iti)

"Cö­mert­lik cen­net ağaç­la­rın­dan bir ağaç­tır. Dal­la­rı dün­ya­ya sark­mış­tır. Her kim onun da­lı­na ya­pı­şır­sa o dal onu çe­ker cen­ne­te gö­tü­rür." (İbn Hıb­ban, Zu'afa)

"Al­la­hu Te­ala bü­tün ve­li­le­ri cö­mert ve gü­zel ah­lak­lı kıl­mış­tır." (Da­re Kut­ni)

"İki has­let var­dır ki Al­la­hu Te­ala on­la­rı se­ver ve iki has­le­te de buğ­z e­der. Sev­di­ği has­let­ler; cö­mert­lik ve gü­zel ah­lak­tır. Sev­me­di­ği iki huy ise, cim­ri­lik ve kö­tü huy­dur." (Dey­le­mi)

"Bol ye­dir­mek, her­ke­se se­lam ver­mek ve gü­zel ko­nuş­mak mağ­fi­re­ti ge­rek­ti­ren se­bep­ler­den­dir. Al­la­hu Te­ala'nın bir­ta­kım kul­la­rı var­dır. On­la­ra ka­mu ya­ra­rı­na har­can­mak üze­re ser­vet ve­ril­miş­tir. Bun­lar­dan cim­ri­lik eden olur­sa on­lar­dan alır ve baş­ka­sı­na ve­rir." (Ta­be­ra­ni)

"Cö­mert, Al­lah'a ya­kın, in­san­la­ra ya­kın, cen­ne­te ya­kın, ve ce­hen­nem­den uzak­tır. Cim­ri ise Al­lah'tan uzak, in­san­lar­dan uzak, cen­net­ten uzak fa­kat ce­hen­ne­me ya­kın­dır." (Tir­mi­zi)

 

Yar­dım­laş­ma­nın Fa­zi­le­ti

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tın­da yar­dım­laş­ma­nın çok bü­yük ye­ri var­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav), ya­pı­lan yar­dım­la­rın en gü­ze­li­nin giz­li yar­dım­lar ol­du­ğu­nu bil­dir­mek­te­dir. Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Ben Al­lah'tan kor­ka­rım di­yen adam, sol eli­nin ver­di­ği­ni sağ eli duy­ma­ya­cak de­re­ce­de giz­li sa­da­ka ve­ren ve ten­ha yer­de Al­lah'ı zik­re­de­rek göz­le­ri bo­şa­lan kim­se­dir." (Müs­lim)

Şey­tan in­fak et­mek­ten alı­koy­mak için in­san­la­rı ge­le­cek en­di­şe­si ile kor­ku­tur. Bu­nun so­nu­cu ola­rak on­la­rı cim­ri­li­ğe sü­rük­ler. Pey­gam­be­ri­miz (sav) ise bu­nun mü­min için bü­yük bir teh­li­ke ol­du­ğu­nu bil­dir­miş­tir:

"Cim­ri­lik et­me ki Al­lah da sa­na olan ni­met­le­rin­den esir­ge­me­sin. Ma­lı­nın faz­la­sı­nı sak­la­ma ki Al­lah da faz­la olan ke­re­mi­ni sen­den me­net­me­sin." (Müs­lim)

"Her kim borç­lu olan bir fa­ki­re müh­let ve­rir ya­hut ala­ca­ğı­nı ba­ğış­lar­sa, Al­lah o kim­se­yi ar­şın göl­ge­sin­den baş­ka hiç­bir göl­ge­nin bu­lun­ma­dı­ğı kı­ya­met gü­nün­de ar­şın göl­ge­si ile göl­ge­len­di­rir." (Müs­lim)

"Ze­kat ver­me­yen al­tın ve gü­müş sa­hip­le­ri­nin kı­ya­met gü­nü bu mal­la­rı ateş­ten bir zin­cir olur. O bun­lar­la ate­şe atı­lır. Bu ateş­ten zin­cir onun yü­zü­nü ar­ka­sı­nı ve yan­la­rı­nı dağ­lar. Bu ateş­ten zin­cir so­ğu­du­ğun­da tek­rar ateş ha­li­ne dö­ner. Bi­zim dün­ya se­ne­miz­le el­li bin se­ne olan kı­ya­met gü­nün­de in­san­lar ara­sın­da he­sap gö­rü­lün­ce­ye ka­dar bu hal tek­rar olu­nur." (Bu­ha­ri)

 

Te­va­zu­nun Fa­zi­le­ti, Ki­bir­li Ol­ma­nın Sa­kın­ca­la­rı

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) in­san­lı­ğın en üs­tün se­vi­ye­sin­de bu­lu­nu­yor­du. O'nun ha­ya­tın­da­ki te­va­zu ör­nek­le­ri bü­tün sa­ha­be­ye ör­nek ol­muş­tur.

Hac mev­si­mi gel­di­ğin­de her­kes gi­bi de­ve üze­rin­de hac­ce­der, mer­kep üze­rin­de se­ya­hat eder, has­ta­la­rı zi­ya­ret eder, zen­gin fa­kir ayır­ma­dan her­ke­sin ce­na­ze­si­ne ka­tı­lır, kö­le­le­rin bi­le ye­mek da­vet­le­ri­ne ica­bet eder­di. Ayak­ka­bı­sı­nı ta­mir et­ti­ği, el­bi­se­si­ni ya­ma­dı­ğı gö­rül­müş­tür. Yol­da oy­na­yan ço­cuk­la­rı gör­dü­ğün­de yan­la­rı­na uğ­rar ve on­la­ra se­lam ve­rir­di.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in en ya­kın ar­ka­da­şı ilk ha­li­fe Hz. Ebu Be­kir (r.a.)'in şu ün­lü söz­le­ri, onun te­va­zu yö­nün­den Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'i ör­nek al­dı­ğı­nı gös­ter­mek­te­dir.

"Ey in­san­lar! En iyi­niz ol­ma­dı­ğım hal­de ba­şa ge­ti­ril­dim. Fa­kat Ku­ran in­miş­tir ve Re­su­lul­lah'ın sün­ne­ti or­ta­da­dır. Ben ol­sa ol­sa O'nun ta­kip­çi­si­yim. Yok­sa ye­ni bir çı­ğır aça­cak de­ği­lim. Eğer gü­zel ya­par­sam ba­na yar­dım­cı olu­nuz. Eğer yol­dan sa­par­sam be­ni dü­zel­ti­niz. Söz­le­ri­me ken­dim ve siz­ler için is­tiğ­far ede­rek son ve­ri­yo­rum." (Me­va­ziu's-Sa­ha­be, s.17)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:

"Al­lah için bir de­re­ce te­va­zu eden kim­se­yi Al­lah bir de­re­ce yük­sel­tir. Öy­le ki onu Fir­devs cen­ne­ti­nin en yük­sek ye­ri­ne ulaş­tı­rır. Al­lah'a kar­şı bir de­re­ce ki­bir gös­te­ren kim­se­yi Al­lah al­çal­tır. Hat­ta onu ce­hen­ne­min en al­çak de­re­ce­si­ne in­di­rir. Eğer siz­den bi­ri­niz ka­pı­sı ve pen­ce­re­si ol­ma­yan sert bir ka­ya­nın içe­ri­sin­de giz­li bir şey ya­par­sa, giz­le­di­ği şey ne olur­sa ol­sun Al­lah onu or­ta­ya çı­ka­rır." (İbn-i Ma­ce)

Re­su­lul­lah (sav) bir soh­bet sı­ra­sın­da, "Kal­bin­de zer­re ka­dar ki­bir olan kim­se cen­ne­te gir­me­ye­cek­tir bu­yur­du." Bir adam de­di ki; "Ya Re­su­lul­lah in­san el­bi­se­si­nin ve ayak­ka­bı­sı­nın gü­zel ol­ma­sı­nı is­ter." Pey­gam­be­ri­miz şöy­le ce­vap ver­di. "Al­lah gü­zel­dir ve gü­zel­li­ği se­ver. Ki­bir ise hak­kı in­kar et­mek ve in­san­la­rı kü­çük gör­mek­tir." (Müs­lim, Tir­mi­zi)

"Müs­lü­man kar­de­şi­ne kar­şı te­va­zu eden kim­se­yi Al­lah yü­cel­tir. Ve ona kar­şı üs­tün­lük gös­te­ren kim­se­yi ise al­çal­tır." (Ta­be­ra­ni)

Haz­re­ti Pey­gam­ber (sav), kim olur­sa ol­sun, ken­di­si­ni ça­ğı­ran kim­se­ye "Bu­yu­run" di­ye ce­vap ve­rir­di. Bir mec­li­se gir­di­ği za­man her­ke­se kar­şı sev­gi ve te­va­zu­dan on­la­rın soh­bet­le­ri­ne iş­ti­rak eder; ahi­ret­ten ko­nu­şur­lar­sa ahi­ret­ten, ye­mek­ten ko­nu­şur­lar­sa ye­mek­ten, dün­ya ile il­gi­li hu­su­sa­tı ko­nu­şu­yor­lar­sa bu yön­den on­la­rın soh­bet­le­ri­ne ka­tı­lır­dı. Soh­bet­le­ri­ne gü­lüm­se­mey­le kar­şı­lık ve­rir, sa­kın­ca­lı ola­bi­le­cek bir ko­nu­ya gir­me­dik­le­ri tak­dir­de mü­da­ha­le et­mez­di.

Re­su­lul­lah (sav) kar­şı­sın­da­ki mü­min kim olur­sa ol­sun fark­lı mu­ame­le yap­maz, her­ke­se ay­nı oran­da say­gı gös­te­rir­di.

Re­su­lul­lah mu­sa­fa­ha et­ti­ği şa­hıs eli­ni bı­rak­ma­dık­ça bı­rak­maz­dı. Kar­şı­sın­da­ki yü­zü­nü çe­vir­me­den o yü­zü­nü çe­vir­mez­di. (İbn-i Ma­ce)

Pey­gam­ber'in ku­la­ğı­na eği­lip bir ­şey söy­le­yen her­han­gi bir kim­se­den ba­şı­nı, o adam ba­şı­nı çek­me­den çek­mez­di. Eli­ni tut­tu­ğu bir adam ken­di eli­ni onun elin­den çek­me­dik­çe Pey­gam­be­ri­miz de çek­mez­di. Bı­rak­ma­dık­ça o da bı­rak­maz­dı. (Ebu Da­vud)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:

"Kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar iman olan kim­se ce­hen­ne­me gir­mez; kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar ki­bir bu­lu­nan kim­se ise cen­ne­te gi­re­mez." (Müs­lim, İman, 147, 148, 149; Ebû Dâ­vud, Li­bâs, 26; Tir­mi­zi, Birr, 610; İbn Mâ­ce Mu­kad­di­me, 9; Zühd, 16)

"Ki­bir­li ve ken­din­den ol­ma­yan şey­ler­le övü­nen kim­se cen­ne­te gi­re­mez." (Ebu Da­vud)

"Ce­hen­ne­me gi­re­cek ilk üç kim­se şun­lar­dır: Za­lim ida­re­ci, ze­kat ver­me­yen zen­gin, bö­bür­le­nen ki­bir­li fa­kir­dir." (Bu­ha­ri)

"Al­lah gü­zel­dir ve gü­zel­li­ği se­ver. Ki­bir ise hak­kı ka­bul et­me­mek, in­san­la­rı hor gör­mek­tir." (Müs­lim)

"Kal­bin­de har­dal ta­ne­si ka­dar ki­bir bu­lu­na­nı, Al­lah yü­zü­ko­yun ce­hen­ne­me atar." (Ah­med-Bey­ha­ki)

Pey­gam­ber Efen­di­miz va­kar­lı ko­nu­şur­du fa­kat yü­zün­den te­bes­süm hiç ek­sik ol­maz­dı. Hiç kim­se­nin kal­bi­ni kır­ma­mış ve kim­se­nin duy­gu­la­rı­nı in­cit­me­miş­ti.

Enes b. Ma­lik Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in bu ko­nu­da en gü­zel ör­nek ol­du­ğu­nu şöy­le an­la­tı­yor: "On yıl Re­su­lul­lah'ın hiz­me­tin­de bu­lun­dum. Hiç­bir za­man yap­tı­ğım ve yap­ma­dı­ğım şey­den do­la­yı be­ni azar­la­ma­dı." (Bu­ha­ri)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu­yu­ru­yor ki:

"Bö­bür­le­nen mü­te­keb­bir­ler kı­ya­met gü­nü zer­re­ler gi­bi ayak­lar al­tın­da haş­ro­lu­nur­lar. Her kü­çük on­la­rın üs­tün­de ve da­ha bü­yük­tür. Son­ra bo­les adın­da ce­hen­ne­min bir zin­da­nı­na atı­lır­lar. Ce­hen­nem ate­şi on­la­rı kap­lar. Ce­hen­nem hal­kı­nın ya­nıp eri­yen ce­set­le­rin­den su­la­nır­lar." (Tir­mi­zi)

"Al­la­hu Te­ala af­fe­de­nin an­cak iz­zet ve şe­re­fi­ni art­tır­dı­ğı gi­bi, te­va­zu gös­te­re­ni de yü­cel­tir." (Müs­lim)

"Al­lah, ba­na, bir­bi­ri­ni­ze kar­şı mü­te­va­zi ol­ma­nı­zı, hiç kim­se­ye kar­şı if­ti­har et­me­me­ni­zi, hiç kim­se­nin hiç kim­se­ye kar­şı had­di aş­ma­ma­sı­nı vah­yet­ti." (Müs­lim)

"Ce­nab-ı Hak, ken­di­si için te­va­zu gös­te­ren kim­se­yi mut­la­ka yük­sel­tir." (Müs­lim)

 

Ema­ne­te Ri­ayet Ko­nu­su

Ku­ran'da ema­ne­te ri­ayet ko­nu­su mü­min­le­rin en önem­li özel­lik­le­ri ara­sın­da gös­te­ril­miş­tir.

Bir ayet­te, "...On­lar, ema­net­le­ri­ne ve ahid­le­ri­ne ri­ayet eden­ler­dir." (Mü'mi­nun Su­re­si, bu­yu­rul­mak­ta­dır. Mü­min­le­rin, özel­lik­le ve­ri­len sö­ze sa­dık ol­ma­la­rı ve ema­ne­te ri­aye­te çok dik­kat et­me­le­ri ve bu ko­nu­lar­da di­ğer in­san­la­ra ör­nek ol­ma­la­rı Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir.

Hz. Ali (ra), Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bir sa­ha­be ile şöy­le bir ko­nuş­ma­sı­na şa­hit ol­du­ğu­nu şöy­le nak­le­di­yor:

"Ya Re­su­lul­lah bu din­de en zor ve en ko­lay olan şey­le­ri ba­na söy­ler mi­sin?" de­di. Pey­gam­be­ri­miz de ona şöy­le kar­şı­lık ver­di:

"En ko­la­yı, Al­lah'tan baş­ka İlah ol­ma­dı­ğı­na, Mu­ham­med'in Al­lah'ın ku­lu ve el­çi­si ol­du­ğu­na şe­ha­det et­men, en zo­ru ise ema­net­tir. Çün­kü ema­net ko­nu­sun­da ti­tiz ol­ma­ya­nın di­ni yok­tur. Onun ne kıl­dı­ğı na­maz ka­bul olu­nur ne­de ver­di­ği ze­kat." (Bez­zar)

 "... Ko­nu­şur­ken ya­lan söy­le­me­yin, va­adi­niz­den cay­ma­yın, si­ze bir şey ema­net edi­lin­ce ona hı­ya­net et­me­yin..." (Bey­ha­ki)

 "Ab­des­ti ol­ma­ya­nın na­ma­zı ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi ema­ne­te hı­ya­net ede­nin (ka­mil) ima­nı yok­tur." (Ta­be­ra­ni)

"Mü­na­fı­kın ala­me­ti üç­tür. Ko­nu­şun­ca ya­lan söy­ler, va­adin­den ca­yar, ken­di­si­ne bir şey ema­net edil­di­ğin­de hı­ya­net eder." (Bu­ha­ri, Müs­lim)

Al­lah (cc) Nahl Su­re­si'nde­ki bir ayet­te ema­net­ler ko­nu­sun­da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

"Ahid­leş­ti­ği­niz za­man, Al­lah'ın ah­di­ni ye­ri­ne ge­ti­rin, pe­kiş­tir­dik­ten son­ra ye­min­le­ri­ni­zi boz­ma­yın; çün­kü Allah'ı üze­ri­ni­ze ke­fil kıl­mış­sı­nız­dır. şüp­he­siz Al­lah yap­mak­ta ol­duk­la­rı­nı­zı bi­lir." (Nahl Su­re­si, 91)

 

Al­lah (cc)'ı An­ma­nın Fa­zi­le­ti

Bü­tün iba­det­le­rin özü ve as­lı Al­la­hu Te­ala (cc)'yı an­mak ve O'nu ha­tır­la­mak­tır. Al­lah (cc)'ın bi­ze farz kıl­dı­ğı iba­det­le­rin tü­mü­nün özün­de Al­lah (cc)'ın da­ha iyi bir şe­kil­de anıl­ma­sı var­dır.

Zi­ra Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur.

"Baş­ka gölge bu­lun­ma­yan kı­ya­met gü­nün­de Al­lah ye­di sı­nıf in­sa­nı ken­di göl­ge­li­ğin­de göl­ge­len­di­rir. Bun­lar­dan bi­ri­si kim­se­nin bu­lun­ma­dı­ğı yer­de Al­lah'ı zik­re­dip Al­lah kor­ku­sun­dan göz­le­ri ya­şa­ran kim­se­dir." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Yi­ne baş­ka bir ha­dis­te "La­ila­he İl­lal­lah" ke­li­me­si­ni zik­ret­me­nin fa­zi­le­ti­ni Resulullah (sav) şöy­le açık­lı­yor:

"Ku­lun yap­tı­ğı her iyi­lik kı­ya­met gü­nü te­ra­zi­ye ko­nur. Yal­nız "La­ila­he İl­lal­lah" ke­li­me­si kon­maz. Eğer onu te­ra­zi­ye koy­sa­lar, ye­di kat gök­ten, yer­den ve onun için­de­ki­ler­den ağır ge­lir." (Ta­be­ra­ni)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), şu ve­ya bu şe­kil­de da­ima zi­kir­le meş­gul­dü. Al­lah (cc)'la bir­lik­te ol­ma­nın en iyi yo­lu­nun O'nu zik­ret­mek ol­du­ğu­nu söy­ler­di. Ku­ran-ı Ke­rim'de şöy­le buy­rul­muş­tur:

 

On­lar, ayak­ta iken, otu­rur­ken, yan ya­tar­ken Al­lah'ı zik­re­der­ler ve gök­le­rin ve ye­rin ya­ra­tı­lı­şı ko­nu­sun­da dü­şü­nür­ler..." (Al-i İm­ran Su­re­si, 191)

 

"Rab­bi­ni, sa­bah ak­şam, yük­sek ol­ma­yan bir ses­le, ken­di ken­di­ne, ür­per­tiy­le, yal­va­ra yal­va­ra, için için zik­ret..." (A'raf Su­re­si, 205)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav), Al­lah (cc)'ı zik­ret­me ko­nu­sun­da Ku­ran'da­ki bu uya­rı­la­rı ken­di ha­ya­tın­da mü­kem­mel bir şe­kil­de uy­gu­la­mış­tı. Ha­dis ri­va­yet­le­rin­de, otu­rur­ken, ayak­tay­ken, yü­rür­ken, yer­ken, uy­ku­dan ev­vel, ab­dest alır­ken, el­bi­se­le­ri­ni gi­yer­ken, yol­cu­lu­ğa çı­kar­ken, mes­ci­de gi­rer­ken, kı­sa­ca­sı bü­tün du­rum­lar­da Al­lah (cc)'ı an­ma­yı ih­mal et­mez­di.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­du:

"Al­la­hu Te­ala de­di ki: Kul­la­rım Be­ni zik­re­dip, du­dak­la­rı­nı Be­nim için kı­pır­dat­tı­ğı müd­det­çe Ben ku­lum­la be­ra­be­rim. Ku­lum ten­ha bir­ yer­de Be­ni zik­re­der­se, Ben de onu ken­di Za­tım­la ana­rım. Ce­ma­at­te an­dı­ğı va­kit, Ben de onun bu­lun­du­ğu ce­ma­at­ten da­ha iyi bir ce­ma­at­te onu ana­rım. Ku­lum Ba­na bir ka­rış yak­la­şır­sa Ben ona bir ar­şın yak­la­şı­rım. Ku­lum Ba­na yü­rü­ye­rek ge­lir­se ben ona ko­şa­rak ge­li­rim, ya­ni is­tek­le­ri­ne sü­rat­le ica­bet ede­rim." (Bu­ha­ri)

"Amel­le­ri­ni­zin en ha­yır­lı­sı­nı, Al­lah Ka­tın­da en mak­bu­lü­nü ve de­re­ce­le­ri­ni­zi en çok yük­sel­te­cek ola­nı­nı, al­tın ve gü­müş in­fak et­mek­ten da­ha de­ğer­li, düş­man kar­şı­sın­da öl­mek­ten ya ­da öl­dü­rül­mek­ten da­ha ha­yır­lı­sı­nı si­ze bil­di­re­yim mi? Da­ima Al­lah'ı zik­ret­me­niz­dir." (Tir­mi­zi)

 

Mü­min­ler Ara­sın­da­ki Bağ­lı­lı­ğın Fa­zi­le­ti

 

On­lar, mü'min­le­ri bı­ra­kıp ka­fir­le­ri dost­lar (ve­li­ler) edi­nir­ler. 'Kuv­vet ve onu­ru (iz­ze­ti)' on­la­rın ya­nın­da mı arı­yor­lar? Şüp­he­siz, 'bü­tün kuv­vet ve onur' Allah'ın­dır. (Ni­sa Su­re­si, 139)

 

Baş­ka bir ayet­te ise mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne ke­net­len­miş bir bi­na gi­bi saf bağ­la­ma­la­rın­dan bah­se­dil­mek­te­dir. (Saff Su­re­si, 4) Mü­min­le­rin di­ğer in­san­lar­dan en bü­yük fark­la­rı bir­bir­le­ri­ne olan gü­ven­le­ri, fe­da­kar­lık­la­rı ve bağ­lı­lık­la­rı­dır. Bu er­dem­le­ri mü­min­le­rden ay­rı ya­şa­ma­ya ça­lı­şan­lar hem dün­ya­da hem de ahi­ret­te bü­yük bir hüs­ran­la kar­şı­la­şa­cak­lar­dır. Ni­te­kim Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu ko­nuy­la il­gi­li şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Kim ce­ma­at(imiz)den bir ka­rış uzak­la­şır­sa ken­di­ni di­ne bağ­la­yan İs­lam ba­ğı­nı boy­nun­dan çı­ka­rıp at­mış olur." (Ebu Da­vud)

"Bir Müs­lü­ma­nın, Müs­lü­man kar­de­şi­ne üç gün­den faz­la küs­me­si he­lal de­ğil­dir. Bu ki­şi­ler­den ha­yır­lı ola­nı bir­bir­le­ri­ni gör­dük­le­rin­de ön­ce se­lam ve­re­ni­dir." (Bu­ha­ri)

Mü­min­le­rin bağ­lı­lık­la­rı­nın bir gös­ter­ge­si de Müs­lü­man kar­de­şi­nin ha­ta­la­rı­nı açı­ğa vur­ma­ma­la­rı­dır. Bir mü­min baş­ka bir Müs­lü­man kar­de­şi­nin ayı­bı­nı açı­ğa vu­rup onu di­ğer in­san­la­rın gö­zün­de kü­çük dü­şü­re­ce­ği yer­de, ken­di­si­ne ha­ta­la­rı­nı söy­le­ye­rek dü­zel­me­si­ne yar­dım­cı olur. Bu, ger­çek mü­mi­nle­re ya­kı­şan bir dav­ra­nış­tır.

Re­su­lul­lah (sav)'ın şu söz­le­ri bu­nu doğ­ru­lar ni­te­lik­te­dir:

"Kim bir ayıp gö­rür de ör­ter­se di­ri di­ri top­ra­ğa gö­mül­müş bir kı­zı ih­ya et­miş gi­bi olur." (Ebu Da­vud)

"Bir kul dün­ya­da bir ku­lun ayı­bı­nı ör­ter­se Al­lah da kı­ya­met­te onun ayı­bı­nı ör­ter." (Müs­lim)

Mü­min­ler sev­di­ği in­sa­nı sa­de­ce Al­lah (cc) rı­za­sı­ için sev­me­li­dir. Bu­nun dı­şın­da he­va ve he­ve­s doğ­rul­tu­sun­da ger­çek­le­şen bir sev­gi an­la­yı­şı Ku­ran'a ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti­ne uy­gun ol­maz. Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) bu­yu­ru­yor ki:

Kı­ya­met gü­nü Al­lah şöy­le ses­le­ne­cek­tir; "Ne­re­de Be­nim rı­zam için se­ven­ler? On­la­rı Be­nim göl­gem­den baş­ka hiç bir göl­ge­nin ol­ma­dı­ğı bu gün­de ar­şın göl­ge­sin­de göl­ge­len­di­re­ce­ğim." (Müs­lim)

"Kim ima­nın zev­ki ve tat­lı­lı­ğı ile fe­rah­la­mak is­ter­se, sev­di­ği­ni sırf Al­lah rı­za­sı için sev­sin." (Ha­kim)

"İma­nı ka­mil olan, sev­di­ği kim­se­yi, on­dan men­fa­at gör­dü­ğü için de­ğil sırf Al­lah rı­za­sı için se­ver. Ger­çek iman bu­dur." (Ta­be­ra­ni)

 "Bir adam, bi­ri­ni Al­lah için se­ver de ona; se­ni Al­lah için se­vi­yo­rum der­se iki­si de cen­ne­te gi­rer­ler. Se­ve­nin ise de­re­ce­si da­ha yük­sek­tir." (Bez­zar)

"Re­su­lul­lah bir soh­bet sı­ra­sın­da şöy­le bu­yur­du: "Ey in­san­lar dik­kat­le din­le­yin, de­dik­le­ri­mi iyi an­la­yın. Al­lah'ın öy­le kul­la­rı var ki, Pey­gam­ber de­ğil­ler, şe­hid de de­ğil­ler, fa­kat on­la­rın Al­lah'a ya­kın­lık­la­rı­na ve yü­ce mev­ki­le­ri­ne pey­gam­ber­ler ve şe­hid­ler im­re­nir­ler." Ce­ma­at­ten bir ki­şi Hz. Mu­ham­med (s.a.v.)'e şöy­le bir so­ru so­rar. "Ya Re­su­lul­lah! Pey­gam­ber ve şe­hid ol­ma­dık­la­rı hal­de Al­lah Ka­tın­da­ki mev­ki­le­ri­ne pey­gam­ber­le­rin ve şe­hid­le­rin gıp­ta et­tik­le­ri in­san­lar na­sıl kim­se­ler­dir?" Pey­gam­be­ri­miz bu so­ru­ya şöy­le ce­vap ve­rir. "On­lar kim­se­nin önem­se­me­di­ği, gös­te­riş yap­ma­yan kim­se­ler­dir. Ak­ra­ba ol­ma­dık­la­rı hal­de bir ara­ya ge­len, bir­bir­le­ri­ne kar­şı kalp­le­ri ter­te­miz, din uğ­run­da bir­le­şip kay­na­şan kim­se­ler­dir. Kı­ya­met gü­nü, Al­lah'ın on­lar için, hal­ket­ti­ği (ya­rat­tı­ğı) nur­dan min­der­ler üze­rin­de otu­rur­lar. Al­lah on­la­ra nur­dan el­bi­se­ler hal­ke­der, yüz­le­ri­ni nur­lan­dı­rır. O gün her­kes kor­ku ve he­ye­can için­dey­ken, Al­lah'ın o ve­li kul­la­rı ne kor­kar ne üzü­lür­ler." (Ah­med)

"Cen­net­te ya­kut sü­tun­la­rın üze­rin­de hal­ke­dil­miş ye­şil züm­rüt­ten oda­lar var­dır. Yıl­dız­lar gi­bi par­la­yan ka­pı­la­rı açık­tır" de­di. "O oda­da kim­ler ka­la­cak?" di­ye so­ru­lun­ca, "Al­lah rı­za­sı için bir ara­ya ge­le­rek yar­dım­la­şa­n ve kay­na­şan kim­se­ler ka­la­cak di­ye bu­yur­du."(Bez­zar)

"Siz mü­min ol­ma­dık­ça cen­ne­te gi­re­mez­si­niz. Bir­bi­ri­ni­zi sev­me­dik­çe de tam mü­min sa­yıl­maz­sı­nız." (Müs­lim)

"Kim Al­lah için yar­dım eder, Al­lah için yar­dı­mı ke­ser, Al­lah için se­ver, Al­lah için ev­le­nir ve ev­le­nen­le­re yar­dım eder­se, o za­man ima­nı ke­ma­le erer." (Tir­mi­zi)

"Hep mü­min­ler­le ar­ka­daş­lık yap, ye­me­ği­ni tak­va sa­hi­bi mü­min­le­re ye­dir." (İbn-i Hıb­ban)

Hz. Ali (r.a.): "Üç şey ger­çek­tir ve şüp­he gö­tür­mez; Al­lah, İs­lam'dan na­si­bi­ni alıp ya­rar­lı iş ya­pa­nı, İs­lam'dan na­si­bi­ni al­ma­yan ga­fil­ler gi­bi kıl­maz. Al­lah, ken­di­si­ne ita­at ede­rek yak­la­şan ku­lu­nu baş­ka­sı­na kul et­mez. Ki­şi ki­mi se­ver­se, mut­la­ka ahi­ret­te onun­la haş­ro­lu­nur." bu­yur­du.

"Mü­min­ler bir­bi­ri­ni sev­mek­te, bir­bi­ri­ne acı­mak­ta ve bir­bi­ri­ni ko­ru­mak­ta bir vü­cud gi­bi­dir. Vü­cu­dun bir uz­vu ra­hat­sız olur­sa, sa­ir aza­la­rı da bu yüz­den hum­ma ve uy­ku­suz­lu­ğa tu­tu­lur." (Bu­ha­ri)

Al­lah Ku­ran'da mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne bağ­lı­lı­ğı­nın öne­mi hak­kın­da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

Si­zin dos­tu­nuz (ve­li­niz), an­cak Al­lah, O'nun el­çi­si, rü­ku edi­ci­ler ola­rak na­maz kı­lan ve ze­ka­tı ve­ren mü'min­ler­dir. Kim Al­lah'ı, Re­sû­lü'nü ve iman eden­le­ri dost (ve­li) edi­nir­se, hiç şüp­he yok, ga­lip ge­le­cek olan­lar, Al­lah'ın ta­raf­tar­la­rı­dır. (Ma­ide Su­re­si, 55-56)

 

Baş­ka­sı­na Za­rar Ver­me­mek, Za­rar Ve­re­ne

Ma­ni Ol­mak

Mü­min­ler, çev­re­le­rin­de­ki in­san­la­ra za­rar ver­me­dik­le­ri gi­bi za­rar ve­ren­le­re de en­gel ol­ma­ya ça­lı­şan ki­şi­ler­dir. Bu ne­den­le de de­vam­lı ola­rak ya­şa­dık­la­rı top­lum­da­ki di­ğer in­san­la­ra ha­re­ket­le­ri, söz­le­ri ve gü­zel ah­lak­la­rıy­la ör­nek olur­lar. Al­lah (cc), Ku­ran'da bu ko­nuy­la il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

"Siz­den; hay­ra ça­ğı­ran, iyi­li­ği (ma­ru­fu) em­re­den ve kö­tü­lük­ten (mün­ker­den) sa­kın­dı­ran bir top­lu­luk bu­lun­sun. Kur­tu­lu­şa eren­ler iş­te bun­lar­dır." (Al-i İm­ran Su­re­si, 104)

 

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ha­ya­tın­da da bu ko­nu­da sa­yı­sız ör­nek var­dır. Baş­ka­sı­na za­rar ver­me­mek ko­nu­sun­da Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ba­zı söz­le­ri şun­lar­dır:

"Bir Müs­lü­ma­na za­rar ve­re­ne Al­lah da za­rar ve­rir, me­şak­kat ve­re­ne Al­lah da me­şak­kat ve­rir." (Tir­mi­zi)

"Şüp­he­siz ki Al­lah, dün­ya­da in­san­la­ra azap eden­le­re azap ede­cek­tir." (Ebu Da­vud)

 

"Bir kö­tü­lük ya­pıl­dı­ğı­nı gö­ren kim­se onu eliy­le de­ğiş­tir­sin. Şa­yet bu­na gü­cü yet­mi­yor­sa di­liy­le ma­ni ol­sun. Bu­na da gü­cü yet­mi­yor­sa kal­biy­le buğ­z et­sin. Bu ise ima­nın en za­yı­fı­dır." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

 

Ri­ya ve şir­kin Za­ra­rı

Ri­ya, iba­det ve ha­yır iş­le­ri­ sı­ra­sın­da, bu iba­de­ti ya­pan ki­şi­nin Al­lah (cc)'ın rı­za­sın­dan çok in­san­la­rın rı­za­sı­nı ara­ma­sı­dır. İba­det ve ha­yır­lar yal­nız­ca Al­lah (cc) rı­za­sı için ya­pıl­dı­ğın­da mak­bul­dür. Böy­le bir mak­sat dı­şın­da ya­pı­lan­lar mak­bul ol­ma­ya­bi­lir, hat­ta giz­li şirk ola­bi­lir. Ku­ran'da da ri­ya­kar­lı­ğın, mü­na­fık ah­la­kı­na ait bir ala­met ol­du­ğu bil­di­ril­miş­tir:

 

"Ger­çek şu ki, mü­na­fık­lar (söz­de), Al­lah'ı al­dat­mak­ta­dır­lar. Oy­sa O, on­la­rı al­da­tan­dır. Na­ma­za kalk­tık­la­rı za­man, is­tek­siz­ce kal­kar­lar. İn­san­la­ra gös­te­riş ya­par­lar ve Al­lah'ı an­cak çok az anar­lar." (Ni­sa Su­re­si, 142)

 

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Al­lah tüm in­san­la­rı ve cin­le­ri kı­ya­met gü­nü top­la­dı­ğı za­man bir ça­ğı­rı­cı, 'Kim Al­lah rı­za­sı için iş­le­di­ği bir iba­de­te Al­lah dı­şın­da baş­ka bi­ri­si­nin rı­za­sı­nı or­tak et­ti ise, se­va­bı­nı da on­dan ta­lep et­sin. Çün­kü Al­lah'ın or­ta­ğa ih­ti­ya­cı yok­tur', di­ye­cek­tir."

"Üm­me­tim hak­kın­da en çok kork­tu­ğum şey, Al­lah'a or­tak koş­ma su­çu iş­le­me­le­ri­dir. Bil­miş olu­nuz ki şüp­he­siz on­lar Gü­ne­ş'e, yıl­dı­za, Ay'a ta­pı­yor di­ye­cek de­ği­lim. Fa­kat bir­ta­kım iba­det­le­ri­ni Al­lah'tan baş­ka­sı için iş­le­ye­cek­ler ve giz­li şeh­vet ar­zu­la­ya­cak­lar­dır." (İbn-i Ma­ce)

"Kim iba­det­le­rin­de ri­ya­kar­lık eder­se, Al­lah onun ri­ya­kar­lı­ğı­nın ce­za­sı­nı ve­rir. Kim iba­det­le­ri­ni gös­te­riş için hal­ka işit­ti­rir­se, Al­lah onun ni­ye­ti­ni hal­ka işit­ti­rir." (İbn-i Ma­ce)

 

Dün­ya Ha­ya­tı­nın Ge­çi­ci­li­ği

Şey­ta­nın en bü­yük hi­le­le­rin­den bi­ri in­san­la­ra, dün­ya ha­ya­tı­nı ve bu­ra­da­ki ni­met­le­ri hiç so­na er­me­ye­cek gi­bi gös­ter­me­si­dir. Mü­min­le­rin şey­ta­nın bu hi­le­si kar­şı­sın­da çok dik­kat­li ol­ma­la­rı ge­re­kir. Al­lah (cc) Ku­ran'da şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:

 

"Dün­ya ha­ya­tı yal­nız­ca bir oyun ve bir oya­lan­ma­dan baş­ka­sı de­ğil­dir. Kor­kup-sa­kın­mak­ta olan­lar için ahi­ret yur­du ger­çek­ten da­ha ha­yır­lı­dır. Yi­ne de akıl er­dir­me­ye­cek mi­si­niz?" (En'am Su­re­si 32)

 

Pey­gam­ber Efe­ndi­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki ha­dis­le­rin­den ba­zı­la­rı ise şöy­le­dir:

Hz. Ali (r.a.) şöy­le bu­yu­ru­yor: "Ey Al­lah'ın kul­la­rı! Siz bu dün­ya­dan gö­çen­ler­den fark­lı de­ğil­si­niz. On­lar siz­den da­ha uzun ömür­lü, da­ha kuv­vet­li, da­ha ma­mur bel­de­le­re ve da­ha öl­mez eser­le­re sa­hip idi­ler. Bir­kaç ne­sil son­ra ses­le­ri ke­sil­di ve ta­ma­men du­yul­maz ol­du. Ce­set­le­ri çü­rü­dü, yurt­la­rı bom­boş kal­dı ve eser­le­ri yok ol­du. On­lar muh­te­şem sa­ray­la­rı­nı, kon­for­la­rı­nı ve at­las­tan do­kun­muş ya­tak­la­rı­nı yas­tık­la­rı­nı üze­ri taş­lar­la ör­tü­lü, top­rak yı­ğı­lı vi­ra­ne­le­re ya­pıl­mış me­zar­la­ra de­ğiş­ti­ler. Yer­le­ri dar, sa­kin­le­ri ga­rip­tir. On­lar ora­da yal­nız­la­rın, ken­di ba­şı­nın der­di­ne dü­şen­le­rin ve bir­bir­le­riy­le sa­mi­mi ol­ma­yan­la­rın ara­sın­da­dır­lar.

"Si­zin ölü­ler di­ya­rı­na var­ma­nız ve ora­da yap­tık­la­rı­nı­za kar­şı­lık re­hin ola­rak kal­ma­nız ya­kın­dır. Si­zi de ka­bir ku­cak­la­ya­cak... Ahi­ret için ça­lış­ma­dan ahi­re­ti uman, uzun emel­le­rin pe­şin­de ko­şup tev­be­yi ge­cik­ti­ren, dün­ya­yı sev­me­yen ki­şi­le­rin di­liy­le dün­ya­dan bah­set­ti­ği hal­de dün­ya­yı se­ven­ler gi­bi ça­lı­şan, ken­di­si­ne ve­ri­lin­ce doy­ma­yan, ve­ril­me­yin­ce sız­la­nan kim­se­ler­den ol­ma­yın."

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), dün­ya­dan yüz çe­vir­me­nin an­la­mı­nı şöy­le açık­lı­yor:

"Dün­ya­dan yüz çe­vir­mek, ne he­lal şey­le­ri ha­ram et­mek­tir, ne de ma­lı za­yi et­mek­tir. Dün­ya­ya rağ­bet gös­ter­me­mek, elin­de olan ni­me­te, Al­lah'ın elin­de olan ni­met­ler­den da­ha faz­la gü­ven­me­men ve ba­şı­na bir mu­si­bet gel­di­ğin­de o mu­si­be­te gös­ter­di­ğin rağ­bet, o mu­si­be­tin gel­me­miş ol­ma­sı­na gös­ter­di­ğin rağ­bet­ten faz­la ol­ma­sı­dır." (İbn-i Ma­ce)

"Eli­niz­den gel­dik­çe ken­di­ni­zi dün­ya iş­le­ri­ne faz­la kap­tır­ma­yın. İba­det için ken­di­ni­ze va­kit ayı­rın. Zi­ra ki­min ama­cı sırf dün­ya olur­sa, Al­lah iş­le­ri­ni da­ğı­tır. Fa­kir­li­ği de­vam­lı ak­lı­na ge­ti­rir. Ki­min­ de ama­cı ahi­ret ise, Al­lah iş­le­ri­ni to­par­lar, hu­zu­ru­nu ar­tı­rır. Zen­gin­li­ği kal­bi­ne yer­leş­ti­rir. Hak­kın­da ha­yır­lı olan her­şe­yi hız­la ona yak­laş­tı­rır." (İb­ni Ma­ce, Ta­be­ra­ni, Bey­ha­ki)

"Kim gön­lü­nü ta­ma­men Al­lah'a bağ­lar­sa, Al­lah onun bü­tün ih­ti­yaç­la­rı­nı sağ­lar. On­la­ra bek­le­me­di­ği yer­den rı­zık ka­pı­la­rı­nı açar. Kim de ken­di­ni ta­ma­men dün­ya­ya ve­rir­se, Al­lah onu dün­ya­ya bı­ra­kır. Ona yar­dı­mı ke­ser." (Bey­ha­ki, İb­ni Hıb­ban) "Kim sa­bah­le­yin kal­kın­ca hep dün­ya işi­ni dü­şü­nür, iba­det­le­ri­ni ih­mal eder­se, Al­lah'tan ona hiç­bir yar­dım ol­maz." (Ta­be­ra­ni)

"Ade­moğ­lu­nun iki de­re do­lu­su al­tı­nı ol­sa üçün­cü­sü­nü is­ter. Ade­moğ­lu­nun gö­zü­nü an­cak top­rak do­yu­rur. Tev­be ede­nin tev­be­si­ni Al­lah ka­bul eder." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

"Ey in­san­lar rız­kı­nı­zı gü­zel yol­lar­dan ara­yın. Kul için tak­dir edi­len­den faz­la­sı yok­tur. Kul dün­ya­dan göç­me­den ön­ce ken­di­si için tak­dir edi­len rız­kı ala­cak­tır." (Ha­kim)

"Siz­den bi­ri­niz ken­di­sin­den da­ha üs­tün ser­ve­te ma­lik olan kim­se­yi gör­dü­ğü za­man he­men ken­di­sin­den da­ha dü­şük ola­nı dü­şün­sün." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

 Kıs­kanç­lık (Ha­set)

Ha­set bir kim­se­de bu­lu­nan bir ni­me­ti çe­ke­me­mek ve o ni­me­tin o kim­se­nin elin­den çık­ma­sı­nı ar­zu et­mek­tir. Bir ni­me­tin sa­hi­bi­nin elin­den çık­ma­sı­nı ar­zu eden ki­şi bu­nu fi­ili­ya­ta dök­sün ya ­da dök­me­sin ha­set et­miş olur. Mü­min­ler ara­sın­da ola­bi­le­cek ha­set hem Müs­lü­manlar ara­sın­da­ki bağ­lı­lı­ğı yok eder hem de Ku­ran'da ha­ram kı­lın­mış­tır.

Eğer bir kim­se ira­de­si dı­şın­da ha­set edi­yor­sa bun­dan kur­tu­la­bil­mek için Al­lah (cc)'a dua et­me­li­dir. Mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne im­ren­me­le­ri­ni ge­rek­ti­re­cek tek ko­nu tak­va­la­rı ol­ma­lı­dır. Mü­min­ler ara­sın­da­ki kıs­kanç­lık ve ge­rek­siz çe­kiş­me­le­rin so­nu­cu Ku­ran'da şu şe­kil­de açık­lan­mış­tır:

 

"Al­lah'a ve Re­sû­lü'ne ita­at edin ve çe­ki­şip bir­bi­ri­ni­ze düş­me­yin, çö­zü­lüp yıl­gın­la­şır­sı­nız, gü­cü­nüz gi­der. Sab­re­din. Şüp­he­siz Al­lah, sab­re­den­ler­le be­ra­ber­dir." (En­fal Su­re­si, 46)

 

Bu ko­nuy­la il­gi­li ola­rak Re­su­lul­lah Efen­di­miz ha­dis­le­rin­de şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Bir ko­yun sü­rü­sü­ne gi­ren iki aç kur­dun sü­rü­ye ver­di­ği za­rar, için­de ha­set duy­gu­la­rı ta­şı­yan Müs­lü­ma­nın di­ni­ne ver­di­ği za­rar­dan çok de­ğil­dir. Ger­çek­ten ateş odu­nu ya­kıp ye­di­ği gi­bi ha­set de iyi­lik­le­ri yok eder." (Tir­mi­zi)

"Bir­bi­ri­ni­ze hid­det­len­me­yin, bir­bi­ri­ni­zi kıs­kan­ma­yın, bir­bi­ri­ni­ze ar­ka çe­vir­me­yin; ey Al­lah'ın kul­la­rı kar­deş olun. Bir Müs­lü­ma­na üç gün­den faz­la din kar­de­şi ile küs dur­ma­sı he­lal ol­maz." (Müs­lim)

 An­cak iki ki­şi­ye ha­set edi­le­bi­lir; Al­lah'ın ken­di­si­ne ver­di­ği ma­lı O'nun yo­lun­da sarf e­den ki­şi ve Al­lah'ın ver­di­ği ilim ile amel eden ve onu baş­ka­la­rı­na öğ­re­ten ki­şi. (İbn-i Ma­ce)

Bu­ra­da ha­set­ten mak­sat el­bet­te ki ni­me­te sa­hip olan ki­şi­nin kö­tü­lü­ğü­nü is­te­mek de­ğil, ay­nı şe­kil­de o ni­met­le­re sa­hip ol­ma­yı ar­zu et­mek­tir.

"Ateş odu­nu yak­tı­ğı gi­bi, ha­set de se­vap­la­rı mah­ve­der." (Ebu Da­vud)

"Çe­ke­me­mez­lik yap­ma­yın, bir­bi­ri­niz­den ay­rıl­ma­yın, hu­su­met­leş­me­yin, ar­ka çe­vir­me­yin, ey Al­lah'ın kul­la­rı kar­deş olun." (Ebu Da­vud)

 

Öf­ke­len­di­ğin­de Öf­ke­yi Yen­me

Mü­mi­nin te­vek­kü­lü­nün, Al­lah (cc)'a olan ya­kın­lı­ğı­nın ve ka­de­re olan ima­nı­nın en önem­li gös­ter­ge­le­rin­den bi­ri, öf­ke­len­di­ği za­man öf­ke­si­ni yen­me­si­dir. Hay­rın ve şer­rin Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ni bi­len bir ki­şi, ba­şı­na ge­len her tür­lü olay­da Al­lah (cc)'a te­vek­kül eder ve öf­ke­ye ka­pıl­maz. Al­lah (cc) Ku­ran'da mü­min va­sıf­la­rı­nı an­la­tır­ken mü­min­le­rin öf­ke­le­ri­ni yen­me­le­ri ge­rek­ti­ği­ni şöy­le bil­dir­miş­tir:

 

"On­lar, bol­luk­ta da, dar­lık­ta da in­fak eden­ler, öf­ke­le­ri­ni ye­nen­ler ve in­san­lar (da­ki hak­la­rın)dan ba­ğış­la­ma ile (vaz) ge­çen­ler­dir. Al­lah, iyi­lik ya­pan­la­rı se­ver." (Al-i İm­ran Su­re­si, 134)

 

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in bu ko­nu­da bir çok ha­dis­le­ri var­dır:

"Bir ku­lun, yal­nız­ca Al­lah'ın rı­za­sı­nı gö­ze­te­rek öf­ke­si­ni yen­me­sin­den da­ha bü­yük bir ecir yok­tur." (İbn-i Ma­ce)

Bir soh­bet sı­ra­sın­da Re­su­lul­lah Efen­di­miz, "Siz­ce peh­li­van­lık ne­dir?" di­ye sor­du. "On­lar da ye­nil­me­yen kim­se­dir" de­di­ler.

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav), "Ha­yır ger­çek peh­li­van öf­ke­len­di­ğin­de nef­si­ne ha­kim olan in­san­dır." bu­yur­du.

"Yap­ma­ya gü­cü yet­ti­ği hal­de öf­ke­si­ni ye­nen kim­se­yi, Al­lah kı­ya­met gü­nü mah­lu­ka­tın hu­zu­ru­na ça­ğı­rır ve o kim­se­nin hu­ri­ler­den di­le­di­ği­ni seç­me­si­ne izin ve­rir." (Ebu Da­vud)

"Kim gü­cü yet­ti­ği hal­de hid­de­ti­ni ye­ner ve in­ti­ka­ma kal­kış­maz­sa, kı­ya­met gü­nü mah­lu­ka­tın hu­zu­run­da Al­lah-ü Te­ala onu ça­ğı­ra­rak hu­ri­ler­den di­le­di­ği­ni al­mak­ta ser­best bı­rak­ır." (Ebu Da­vud)

"Mu­hak­kak ki ce­hen­nem­de bir ka­pı var ki, bu ka­pı­dan yal­nız, ki­nin şid­de­ti­ni, Al­lah'a is­yan et­me­mek su­re­tiy­le ye­nen­ler gi­re­cek­tir." (İbn Ebi'd Dün­ya)

"Hid­det­le­nen kim­se ken­di­si­ni ce­hen­ne­me sü­rük­le­miş olur." (Bez­zar)

"Ga­zap ve hid­det, kalp­te ya­nan bi­rer ateş par­ça­sı ve bi­rer kı­vıl­cım­dır. Onun şah da­ma­rı­nın şiş­me­si­ni ve göz­le­ri­nin kı­zar­ma­sı­nı gör­mü­yor mu­su­nuz? Siz­den bi­ri­ni­ze bu hal gel­di­ği va­kit, ayak­ta ise otur­sun, otu­ru­yor­sa yat­sın." (Tir­mi­zi)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) nef­si­ne ye­ni­le­rek öf­ke­le­nen­le­re şöy­le bir tav­si­ye­de bu­lun­muş­tur:

"Siz­den bi­ri­niz öf­ke­len­di­ği va­kit su ile ab­dest al­sın; zi­ra hid­det şey­tan­dan­dır. Şey­tan ise ateş­ten ya­ra­tıl­mış­tır." (Ebu Da­vud)

 

Ev­li­li­ğin Fa­zi­le­ti

İs­lam alim­le­ri ev­len­me­nin fa­zi­le­ti ko­nu­sun­da it­ti­fak et­miş­ler­dir. Hz. Ömer (r.a.), "İn­sa­nı ev­li­lik­ten an­cak, aciz­lik ve fa­cir­lik me­ne­der." bu­yur­muş­tur.

Al­lah (cc) Ku­ran'da şöy­le bu­yur­muş­tur:

 

Ve on­lar: "Rab­bi­miz, bi­ze eş­le­ri­miz­den ve so­yu­muz­dan, gö­zün ay­dın­lı­ğı ola­cak (ço­cuk­lar) ar­ma­ğan et ve bi­zi tak­va sa­hip­le­ri­ne ön­der kıl" di­yen­ler­dir. (Fur­kan Su­re­si, 74)

 

Ab­dul­lah İbn Ab­bas ise, "Ki­şi­nin iba­de­ti an­cak ev­len­mek ile ke­mal bu­lur." de­miş­tir.

Re­sul-i Ek­rem: "Ev­le­nen kim­se di­nin ya­rı­sı­nı ko­ru­muş olur. Ar­tık di­ğer ya­rı­sın­da da Al­lah'a kar­şı gel­mek­ten sa­kın­sın." (Bey­ha­ki) bu­yur­muş­tur.

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ev­li­li­ği teş­vik eden ha­dis­le­ri şöy­le­dir:

"Ev­len­mek be­nim sün­ne­tim­dir. Be­nim sün­ne­ti­mi ye­ri­ne ge­tir­me­yen ben­den de­ğil­dir. Ev­le­nin! Zi­ra ben, di­ğer üm­met­le­re si­zin çok­lu­ğu­nuz­la if­ti­har ede­ce­ğim." (İbn-i Ma­ce)

"Genç­ler­den ai­le­si­ni ge­çin­di­re­cek ka­dar ge­li­ri olan­lar der­hal ev­len­sin. Çün­kü ev­len­mek gö­zü ha­ram­dan da­ha faz­la sa­kın­dı­rır, nef­si da­ha faz­la ko­rur. Ev­len­me­ye gü­cü yet­me­yen­ler oruç tut­sun. Zi­ra oruç şeh­ve­ti kı­rar." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), mü­min­le­rin ken­di­le­ri­ne eş se­çer­ken ne­le­re dik­kat et­me­le­ri ge­rek­ti­ği­ni şöy­le açık­la­mış­tır:

"Ka­dı­nı gü­zel­li­ği do­la­yı­sıy­la al­ma, çün­kü gü­zel­li­ği­nin ken­di­si­ni he­la­ka sü­rük­le­me­sin­den kor­ku­lur. Ka­dı­nı ma­lı yü­zün­den de al­ma; çün­kü ser­ve­ti­nin ken­di­si­ni az­dır­ma­sın­dan kor­ku­lur. An­cak din­dar olan ka­dı­nı al." (İbn-i Ma­ce)

"Ka­dın dört vas­fı için ni­kah­la­nır: Ma­lı, asa­le­ti, gü­zel­li­ği ve din­dar­lı­ğı için. Sen bun­lar­dan din­dar ola­nı­nı seç. Böy­le yap­maz­san yok­sul­lu­ğa dü­şer­sin." (Bu­ha­ri, Ebu Da­vud)

"Dün­ya bir me­ta­dır. Dün­ya me­ta­ının en iyi­si sa­li­ha bir ka­dın­dır." (Müs­lim)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz, "Mü­min­le­rin iman yö­nün­den en ka­mi­li, ah­la­kı en gü­zel ve ai­le­si­ne kar­şı en lü­tuf­kar dav­ra­na­nı­dır." (Tir­mi­zi) bu­yur­muş­tur.

Bir baş­ka ha­dis­te şöy­le bu­yur­muş­tur:

Hz. Ca­bir (ra­dı­yal­la­hu anh) an­la­tıyor: "Re­su­lul­lah (aley­his­sa­lâ­tu ves­se­lam bu­yur­du­lar ki: "Bir mü'min er­kek, bir mü'minn ka­dı­na buğ­zet­me­sin. Çün­kü onun bir hu­yu­nu be­ğen­mez­se baş­ka bir hu­yu­nu be­ğe­nir." (Müs­lim, Ra­da 61, (1469)

"Ka­rı­sı­nın kö­tü hu­yu­na ta­ham­mül eden er­ke­ğe, Al­lah has­ta­lı­ğa sab­re­den Eyüp Aley­his­se­lam'a ver­di­ği mü­ka­fat gi­bi mü­ka­fat ve­rir. Ko­ca­sı­nın kö­tü hu­yu­na ta­ham­mül eden ka­dı­na da Fi­ra­vun'un ni­ka­hın­da bu­lu­nan Asi­ye'ye ver­di­ği mü­ka­fa­tı ve­rir." (İh­ya)

"İman­ca en mü­kem­me­li­niz, ah­lak­ça en gü­ze­li­niz­dir. En ha­yır­lı­nız eş­le­ri­ne en iyi dav­ra­na­nız­dır." (Tir­mi­zi)

"Ka­dın­la­ra dav­ra­nış­la­rı­nız ko­nu­sun­da Al­lah'tan kor­ku­nuz. Çün­kü siz on­la­rı Al­lah'tan ema­net ola­rak al­dı­nız." (Ebu Da­vud)

 

Ev­la­dın Ai­le­si­ne, Ai­le­nin Ev­la­dı­na Kar­şı

So­rum­lu­luk­la­rı

Ev­le­nen mü­min­le­rin en bü­yük so­rum­lu­luk­la­rın­dan bi­ri de ha­yır­lı ev­lat ye­tiş­tir­mek­tir. Re­su­lul­lah (sav), ahi­ret­te üm­me­ti­nin çok­lu­ğu ile övü­ne­ce­ği­ni ha­ber ver­mek­te­dir. Bu­nun ya­nı­sı­ra ye­tiş­ti­ri­len ev­lat­la­rın ha­yır du­ala­rı, ahi­ret­te ken­di­si­ni ye­tiş­ti­ren an­ne ve ba­ba­sı­na bü­yük fay­da sağ­la­ya­cak­tır.

Bir ev­la­da ve­ri­le­bi­le­cek en iyi he­di­ye, ona İs­lam ah­la­kı­nı en doğ­ru ve gü­zel şe­kil­de öğ­re­te­bil­mek­tir.

Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Dört ki­şi var­dır ki Al­lah on­la­rı cen­ne­te koy­ma­ya­cak ve on­la­rı cen­ne­tin ni­met­le­rin­den fay­da­lan­dır­ma­ya­cak­tır: De­vam­lı iç­ki kul­la­nan, fa­iz yi­yen, hak­sız ye­re ye­tim ma­lı yi­yen ve an­ne ba­ba­sı­na kar­şı asi olan­." (Tir­mi­zi)

"Al­lah si­ze ana­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti. Al­lah si­ze ba­ba­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti. Al­lah si­ze en ya­kın ak­ra­ba­nı­za son­ra ya­kın­lık de­re­ce­le­ri­ni­ze gö­re ak­ra­ba­la­rı­nı­za iyi dav­ran­ma­nı­zı tav­si­ye et­ti." (İbn-i Ma­ce)

Kı­ya­met gü­nü kü­çük ço­cu­ğa, "Cen­ne­te gir" de­nir. Ço­cuk cen­ne­tin ka­pı­sın­da du­rur ve "An­cak an­ne ve ba­bam­la bir­lik­te gi­re­rim" der ve di­re­nir. O za­man "an­ne ve ba­ba­sı­nı da bir­lik­te cen­ne­te ko­yun de­nir." (İbn-i Ma­ce)

"Üç ta­ne kı­zı olup ih­ti­yaç­tan kur­ta­rın­ca­ya ka­dar on­la­ra iyi ba­kan ye­di­rip giy­di­ren kim­se af­fe­dil­me­ye­cek bir gü­nah iş­le­me­miş­se cen­ne­te gi­der." (Tir­mi­zi)

"Bu­luğ ça­ğı­na ge­lin­ce­ye ka­dar kim iki kız ev­lat ye­tiş­ti­rir­se, (par­mak­la­rı­nı bir­leş­ti­re­rek) kı­ya­met gü­nü o ve ben şöy­le be­ra­be­riz." (Müs­lim-Tir­mi­zi)

Kı­ya­met gü­nü ba­ğış­lan­ma­sı en zor gü­nah­la­rın ba­şın­da mü­min an­ne ve ba­ba­ya is­yan ge­lir.

"Al­lah gü­nah­lar­dan di­le­di­ği­ni kı­ya­met gü­nü­ne te­hir eder, an­cak an­ne ve ba­ba­ya ya­pı­lan is­ya­nın ce­za­sı­nı öl­me­den ön­ce dün­ya­da da ve­re­cek­tir." (Ha­kim)

"Ba­ba, cen­net ka­pı­la­rı­nın en ha­yır­lı­sı­na gir­me­ye ve­si­le­dir. Ar­tık ya ba­ba hak­kı­nı ih­mal et­mek­le o ka­pı­yı yi­tir ve­ya onun hak­kı­na ri­ayet­le o ka­pı­yı el­de et­me­ye ça­lış." (İbn-i Ma­ce)

 

Ak­ra­ba­lık Bağ­la­rı­nı Mu­ha­fa­za Et­mek

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), yar­dım­laş­ma­da, din ah­la­kı­nı teb­liğ et­me­de ilk ön­ce ken­di ak­ra­ba­la­rı­mız­dan baş­la­ma­mız ge­rek­ti­ği­ni tav­si­ye et­miş­tir. Ay­nı inanç­la­rı pay­laş­tı­ğı­mız ak­ra­ba­la­rı­mız­la bağ­la­rı ko­par­mak, Sün­net-i Se­niy­ye'ye uy­gun bir dav­ra­nış ol­maz. Fa­kat din ko­nu­sun­da mü­min­ler­le mü­ca­de­le eden ak­ra­ba­lar, Re­su­lul­lah (sav)'ın ta­rif et­ti­ği ak­ra­ba­lar sı­nı­fı­na gir­mez.

Re­su­lul­lah (sav)'in bu ko­nu­da­ki ba­zı ha­dis­le­ri şun­lar­dır:

"Ak­ra­ba­lık bağ­la­rı­nı ke­sen cen­ne­te gi­re­mez." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

"Ey in­san­lar! Bir­bi­ri­ni­ze se­lam ve­rin. Ak­ra­ba zi­ya­re­ti­ni ih­mal et­me­yin. Ge­ce­le­yin, in­san­lar uyur­ken na­maz kı­lın ki se­la­met­le cen­ne­te gi­re­si­niz." (Tir­mi­zi)

"Ger­çek­ten in­san­la­rın amel­le­ri Cu­ma ge­ce­si Al­lah'a ar­zo­lu­nur. Fa­kat ak­ra­ba­lık bağ­la­rı­nı ke­se­nin ame­li ka­bul ol­maz." (Ah­med)

"Rız­kı­nın bol­laş­ma­sı­nı ve öm­rü­nün uza­ma­sı­nı is­te­yen ki­şi ak­ra­ba zi­ya­re­tin­de bu­lun­sun." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

 

Ye­tim Hak­kı, Fa­kir ve Yaş­lı­lar­la İl­gi­len­mek

Al­lah (cc) Ku­ran'da ye­tim hak­kı ile il­gi­li ola­rak şöy­le bu­yur­muş­tur:

 

Ger­çek­ten, ye­tim­le­rin mal­la­rı­nı zul­me­de­rek yi­yen­ler, ka­rın­la­rı­na an­cak ateş dol­dur­muş olur­lar. On­lar, çıl­gın bir ate­şe gi­re­cek­ler­dir." (Ni­sa Su­re­si, 10)

 

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) de ye­tim­le­rin hak­kı­nın ko­run­ma­sı üze­rin­de ti­tiz­lik­le dur­muş ve ye­tim hak­kı yi­yen­le­rin dün­ya­da ve ahi­ret­te acı bir azap­la kar­şı­la­şa­cak­la­rı­nı söy­le­miş­tir:

"Müs­lü­man­lar ara­sın­da bir ye­ti­mi alıp ye­di­rip içi­ren kim­se af­fe­dil­me­ye­cek bir gü­nah iş­le­me­miş­se el­bet­te Al­lah onu cen­ne­te so­ka­cak­tır." (Tir­mi­zi)

"Müs­lü­man top­lu­mu­nun ev­le­ri­nin en ha­yır­lı­sı, ken­di­si­ne iyi­lik edi­len bir ye­ti­min bu­lun­du­ğu ev­dir. En şer­li­si ise, ye­ti­min kö­tü­lü­ğe uğ­ra­dı­ğı ev­dir." (İbn-i Ma­ce)

"Al­lah'ım, ben şu iki za­yı­fın hak­kı­nın za­yi edil­me­sin­den in­san­la­rı sa­kın­dı­rır ve me­ne­de­rim: Ka­dın­lar ve ye­tim­ler." (İbn-i Ma­ce)

Top­lu­mu­muz­da ye­tim­le­rin ol­du­ğu ka­dar, yok­sul ve yaş­lı­la­rın­ da ala­ka ve yar­dı­ma ih­ti­ya­cı var­dır. Tüm Müs­lü­man­la­rın çev­re­le­rin­de­ki bu gi­bi ki­şi­ler­le il­gi­len­me­le­ri Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­nin ge­re­ği­dir:

"Kim­se­siz­ler için ça­lı­şan ki­şi, Al­lah yo­lun­da mü­ca­de­le eden ve­ya gün­düz­le­ri oruç tu­tup ge­ce­le­ri­ni iba­det­le ge­çi­ren kim­se gi­bi­dir." (Müs­lim)

"Bir genç bir ih­ti­ya­ra yaş­lı­lı­ğın­dan do­la­yı hür­met eder­se, Ce­nab-ı Hak, o gen­ce yaş­lan­dı­ğı va­kit ik­ram ede­cek kim­se­le­ri mut­la­ka bah­şe­der." (Tir­mi­zi)

"Yaş­lı­la­ra say­gı gös­ter­mek Al­la­hu Te­ala'ya ta'zim­den­dir." (Ebu Da­vud)

 

Kom­şu Hak­kı

Ku­ran-ı Ke­rim'de Müs­lü­man­la­rın gü­zel­lik­le dav­ran­ma­sı ge­re­ken ki­şi­ler ara­sın­da kom­şu­lar da sa­yıl­mış­tır:

 

Al­lah'a iba­det edin ve O'na hiç bir şe­yi or­tak koş­ma­yın. An­ne-ba­ba­ya, ya­kın ak­ra­ba­ya, ye­tim­le­re, yok­sul­la­ra, ya­kın kom­şu­ya, uzak kom­şu­ya, ya­nı­nız­da­ki ar­ka­da­şa, yol­da kal­mı­şa ve sağ el­le­ri­ni­zin ma­lik ol­duk­la­rı­na gü­zel­lik­le dav­ra­nın. Çün­kü, Al­lah, her bü­yük­lük tas­la­yıp bö­bür­le­ne­ni sev­mez. (Ni­sa Su­re­si, 36)

 

Al­lah (cc)'ın Re­su­lü (sav), kom­şu­la­rı­na ya­pa­bi­le­ce­ği her yar­dı­mı ya­par ve on­la­rın iyi bir ya­şam sür­me­le­ri için gay­re­t gös­te­rir­di. On­la­ra fev­ka­la­de ya­kın dav­ra­nır ve sık sık ha­tır­la­rı­nı so­rar­dı. Çev­re­sin­de­ki mad­di ve ma­ne­vi ih­ti­yaç için­de olan kim­se­le­re her­kes­ten ön­ce O yar­dı­ma ko­şar­dı.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şu sö­zü kom­şu hak­kı­nın öne­mi­ni açık­la­mak­ta­dır:

"Hz. Ceb­ra­il ba­na kom­şu hak­kı ko­nu­sun­da o ka­dar tav­si­ye­­de bu­lun­du ki kom­şu­nun kom­şu­ya va­ris kı­lı­na­ca­ğı­nı zan­net­tim." (Bu­ha­ri, Müs­lim)

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), As­ha­bı­na kom­şu­la­rı­na iyi dav­ran­ma­yı, on­la­rı ko­ru­yup gö­zet­me­yi, im­kan­la­rı öl­çü­sün­de yar­dım­da bu­lun­ma­yı tav­si­ye et­miş­tir. Bel­ki Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'den baş­ka hiç ­kim­se kom­şu hak­kı ko­nu­su üze­rin­de bu ka­dar faz­la dur­ma­mış­tır. Bu O'nun ha­dis­le­rin­de de açık­ça an­la­şıl­mak­ta­dır. Kom­şu­la­ra kar­şı mü­min­le­rin va­zi­fe­le­ri, an­ne, ba­ba ve eş­le­re kar­şı olan va­zi­fe­ler­le bir tu­tul­muş­tur.

"Al­lah'a ve ahi­ret gü­nü­ne ina­nan kim­se kom­şu­su­na ik­ram­da bu­lun­sun." (İbn-i Ma­ce)

Hz. Ay­şe şöy­le bu­yu­ru­yor: "Bir gün, 'Ey Al­lah'ın Re­su­lü iki kom­şum var, han­gi­si­ne ön­ce­lik­le he­di­ye­de bu­lu­na­yım?' de­dim. "Re­su­lul­lah, 'Sa­na ka­pı iti­ba­rıy­la ya­kın ola­na ver' ce­va­bı­nı ver­di."

 

Has­ta Zi­ya­re­tin­de Bu­lun­mak

Müs­lü­man­la­rın bir­bir­le­ri­ne en faz­la ih­ti­ya­cı ol­du­ğu za­man­lar­dan bi­ri de has­ta­lık an­la­rı­dır. Has­ta zi­ya­ret­le­ri, kar­deş­lik duy­gu­la­rı­nı pe­kiş­tir­di­ği gi­bi, has­ta­ya mo­ral des­te­ği ol­ma­sı açı­sın­dan çok önem­li­dir.

"Has­ta zi­ya­re­tin­de bu­lu­nan kim­se zi­ya­ret­ten dö­nün­ce­ye ka­dar cen­net mey­va­la­rı ara­sın­da­dır." (Müs­lim-Tir­mi­zi)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) da­ima has­ta­la­rı zi­ya­ret eder ve söz­le­ri ile on­la­ra mo­ral ve­rir­di. Çev­re­sin­de­ki­le­re has­ta zi­ya­re­ti­nin mü­min­ler üze­ri­ne va­cip ol­du­ğu­nu söy­ler­di. Hic­re­tin ilk yıl­la­rın­da, sa­ha­be­nin öl­mek üze­re olan has­ta­la­rı Re­su­lul­lah (sav)'a bil­dir­me­si, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in de on­lar için ba­ğış­lan­ma di­le­me­si bir ge­le­nek ha­li­ne gel­miş­ti. Pey­gam­be­ri­miz (sav), ölü evi­ne gi­der ve ölen mü­mi­nin af­fe­dil­me­si için dua eder ve ce­na­ze na­ma­zı­nı kıl­dı­rır­dı.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz bir has­ta­yı zi­ya­ret et­ti­ğin­de, "İn­san­la­rın Rab­bi! Sı­kın­tı­yı gi­der. Şi­fa yal­nız Se­nin elin­de­dir. Sen­den baş­ka has­ta­lı­ğı gi­de­re­cek yok­tur." der­di. Has­ta­nın ya­nı­na gel­di­ğin­de şöy­le der­di: "Za­ra­rı yok, ge­çer. İn­şa­Al­lah gü­nah­la­rı­nın te­miz­le­yi­ci­si ve ke­fa­re­ti­dir." (Bu­ha­ri)

Ne za­man has­ta zi­ya­ret et­se onu te­sel­li eder, eli­ni al­nı­na ve bi­le­ği­ne ko­ya­rak ona ni­yaz­da bu­lu­nur, "İn­şa­Al­lah iyi­le­şe­cek­sin" der­di. An­cak has­ta­la­rın ken­di has­ta­lık­la­rı ko­nu­sun­da kö­tü ko­nuş­ma­la­rı ve şi­ka­yet­çi bir üs­lup ta­kın­ma­la­rın­dan hoş­lan­maz­dı.

"Kim se­vap ümi­diy­le Müs­lü­man kar­de­şi­ni has­ta iken zi­ya­ret eder­se ateş­ten yet­miş yıl yü­rü­me me­sa­fe­si uzak­laş­tı­rı­lır." (Ebu Da­vud)

 

Mec­lis Ada­bı ve Mi­sa­fir­per­ver­lik Hu­su­su

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir top­lu­luk içe­ri­si­ne gir­di­ğin­de iz­zet ve in­ce­lik ese­ri olan ta­vır­lar­la otu­rur­du. Bü­tün As­hab O'nun bu ör­nek ta­vır­la­rı­nı bü­yük dik­kat­le iz­ler­di. Bir şey söy­le­di­ği va­kit il­giy­le ve ne­za­ket­le O'nu din­ler­ler­di.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bir ki­şi­nin sö­zü bit­me­den sö­zü­nü kes­mez­di. Ba­zı fa­kir be­de­vi­ler, dert­le­ri­ni an­lat­mak için ge­lir ve mec­lis ada­bı­nı bo­zar­lar­dı. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ki­şi­le­rin söz­le­ri­ni kes­me­den so­nu­na ka­dar din­ler ve söz­le­ri­nin so­nun­da an­la­ya­cak­la­rı tarz­da na­zik bir şe­kil­de ken­di­le­ri­ni uya­rır­dı.

Da­ima mec­lis­te­ki ko­nuş­ma­la­ra ka­tı­lır, in­san­lar ne ko­nu­şu­yor­lar­sa o ko­nu­dan ko­nuş­ma­yı sür­dü­rür­dü. Esp­ri­le­ri­ne eş­lik eder an­cak ca­hi­li­ye tar­zı esp­ri ya­pan­la­rı uya­rır­dı. Soh­bet or­tam­la­rın­da ko­nu­şu­lan ko­nu­lar ge­nel­de din, ah­lak ve in­san­la­rın gün­lük ha­ya­tın­da yar­dım­cı ola­cak ge­nel bil­gi­ler­den olu­şur­du.

 

Re­su­lul­lah (sav)'ın Se­lam­laş­ma Ko­nu­sun­da­ki

Tu­tum­la­rı

Ku­ran'da se­lam­laş­ma­nın öne­mi şöy­le bil­di­ri­lir:

 

"Bir se­lam­la se­lam­lan­dı­ğı­nız­da, siz on­dan da­ha gü­ze­liy­le se­lam ve­rin ya da ay­nıy­la kar­şı­lık ve­rin. Şüp­he­siz, Al­lah her şe­yin he­sa­bı­nı tam ola­rak ya­pan­dır." (Ni­sa Su­re­si, 86)

 

Ayet­ten de an­la­şı­la­ca­ğı gi­bi se­lam ve­ril­di­ğin­de ay­nı­sıy­la hat­ta da­ha gü­ze­li ile kar­şı­lık ver­mek mü­min­ler üze­rin­de bir so­rum­lu­luk­tur. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yu­ru­yor:

"İs­lam'da en ef­dal ve en ha­yır­lı olan şey, ye­mek ye­dir­mek ve ta­nı­dı­ğı­na, ta­nı­ma­dı­ğı­na se­lam ver­mek­tir." (Bu­ha­ri)

Di­ğer bir ha­dis­te ise şöy­le bil­di­ril­miş­tir:

"Üç şe­yi kim şah­sın­da bir ara­ya ge­ti­rir­se, ima­nı da top­la­mış olur: Nef­si­ne kar­şı ol­sa da in­sa­fı el­den bı­rak­ma­mak, her­ke­se se­lam ver­mek, fa­kir ol­du­ğu hal­de sa­da­ka ver­mek­tir." (Bu­ha­ri)

Her­ke­se se­lam ver­mek bir te­va­zu gös­ter­ge­si­dir. Çün­kü se­lam ve­ren ki­şi se­lam ver­di­ği ki­şi­ye ki­bir yap­ma­dı­ğı­nı gös­ter­mek­te­dir. Se­la­mı alan ki­şi ise Ku­ran'da be­lir­til­di­ği gi­bi da­ha gü­ze­liy­le kar­şı­lık ve­rir­se ay­nı şe­kil­de te­va­zu ör­ne­ği gös­ter­miş olur.

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir evin ka­pı­sı­na gel­di­ğin­de ka­pı­ya doğ­ru tam ola­rak yü­zü­nü dön­mez, ka­pı­nın sağ ya da sol ya­nı­na çe­ki­lir ve iki kez "Es­se­la­mu aley­küm" der­di. (Ebu Da­vud) Böy­le­lik­le içe­ri­de­ki­le­rin ken­di­le­ri­ne ve eve çe­ki dü­zen ver­me­le­ri­ne yar­dım­cı olur­du. Se­lam ver­dik­ten son­ra evin içe­ri­si­ne da­vet edil­me­den gir­mez­di.

Ken­di­si­ne ulaş­tır­ma­sı için gön­de­ri­len se­lam­la­rı "Aley­küm se­lam" kar­şı­lı­ğı­nı ve­re­rek alır ve ora­da bu­lun­ma­yan ki­şi­le­re ya­kın­la­rı va­sı­ta­sıy­la se­lam gön­de­rir­di. (Müs­lim)

Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med'in (s.a.v.) di­ğer bir sünneti, se­la­mın so­nu­na "Ve be­re­ka­tu­hu" ek­le­me­siy­di. Ay­rı­ca se­la­mı üç ke­re tek­rar­lar­dı. Böy­le­lik­le se­la­mı her­ke­sin duy­ma­sı­nı ve kar­şı­lık ver­me­si­ni sağ­lar­dı.

Bi­ri ile kar­şı­laş­tı­ğın­da mut­la­ka se­la­mı ken­di­si ve­rir ve se­lam al­dı­ğın­da ise yük­sek ses­le ve kar­şı­sın­da­ki­nin du­ya­ca­ğı bir ses to­nu ile alır­dı. Re­su­lul­lah (sav) bu­yu­ru­yor:

"Ara­nız­da se­la­mı ya­yı­nız. Ye­mek ye­di­ri­niz. Ak­ra­ba­yı zi­ya­ret edi­niz. İn­san­lar uyur­ken na­maz kı­lı­nız, se­la­met­le cen­ne­te gi­rer­si­niz." (Tir­mi­zi)

"Siz­den bi­ri­niz mes­ci­de gir­di­ğin­de ve ay­rıl­dı­ğın­da se­lam ver­sin. Bu se­lam­la­rın bi­ri di­ğe­rin­den fark­lı de­ğil­dir." (Tir­mi­zi)

"Hay­van üze­rin­de olan yü­rü­ye­ne, yü­rü­yen otu­ra­na, az ço­ğa, kü­çük bü­yü­ğe se­lam ver­sin." (Bu­ha­ri)

 

 Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e Sa­la­vat Ge­tir­mek

 

"Şüp­he­siz, Al­lah ve me­lek­le­ri Pey­gam­be­re sa­lat eder­ler. Ey iman eden­ler, siz de ona sa­lat edin ve tam bir tes­li­mi­yet­le ona se­lam ve­rin." (Ah­zab Su­re­si, 56)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in adı anıl­dı­ğın­da O'na sa­lat ve se­lam gön­der­me­nin ne ka­dar ola­ca­ğı ko­nu­sun­da alim­le­ri­miz ara­sın­da gö­rüş fark­lı­lı­ğı var­dır. Fa­kat bu­nun fa­zi­le­ti ve ahi­ret­te Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in şe­fa­ati­ne ve­si­le ola­ca­ğı ko­nu­sun­da Ehl-i Sün­net alim­le­ri gö­rüş bir­li­ği içe­ri­sin­de­dir.

Re­su­lul­lah (sav)'a sa­lat ve se­lam gön­der­mek çok se­vap ge­ti­ren ve de­ğer­li bir iş­tir. Çok sa­la­vat ge­ti­re­nin Al­lah (cc), ahi­ret­te mev­ki­si­ni yük­sel­tir.

Re­su­lul­lah (sav)'ın adı anıl­dı­ğın­da O'na sa­lat ve se­lam gön­der­me­yen­ler, ahi­ret­te bü­yük bir ha­yır­dan mah­rum ka­la­cak­lar­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ba­zı ha­dis­le­ri şöy­le­dir:

"Kı­ya­met gü­nü ba­na en ya­kın olan­lar ve şe­fa­ati­me hak ka­za­nan­lar, be­nim üze­ri­me en faz­la sa­la­vat ge­ti­ren­le­ri­niz­dir." (Tir­mi­zi)

"Her kim be­nim üze­ri­me sa­la­vat ge­ti­rir­se, Al­lah ona on mis­li mağ­fi­ret eder." (Ebu Da­vud)

"Gün­le­rin en fa­zi­let­li­si Cu­ma gün­le­ri­dir. O gün be­nim üze­ri­me çok sa­la­vat ge­ti­rin. Zi­ra si­zin sa­la­vat ve se­lam­la­rı­nız me­lek­ler va­sı­ta­sıy­la ba­na ulaş­tı­rı­lır." (Ebu Da­vud)

"Adım anıl­dı­ğın­da sa­la­vat ge­ti­rin ve dua edin. Zi­ra ne­re­de olur­sa­nız olun, sa­lat ve se­lam­la­rı­nız ba­na ula­şır." (Ebu Da­vud)

Re­su­lul­lah (sav)'a sa­lat ve se­lam gön­der­me­nin tav­si­ye edil­di­ği za­man­lar:

1) Ezan oku­nur­ken:

Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur: "Eza­nı duy­du­ğu­nuz­da mü­ez­zi­nin söy­le­dik­le­ri­ni tek­rar edin ve son­ra ba­na sa­lat gön­de­rin. Bir sa­lat ve se­lam için Al­lah si­ze on kat se­vap ve­rir." (Ah­med)

2) Ca­mi­ye gi­rer­ken ve çı­kar­ken:

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) ca­mi­ye gi­rer­ken ve çı­kar­ken sa­lat ve se­lam okur­du. Hz. Ali (r.a.), "Ca­mi­ye gir­di­ği­niz­de Re­su­lul­lah'a sa­lat edin." (Ah­med) bu­yu­ru­yor.

3) Ce­na­ze na­ma­zın­da:

Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in sünneti­ne gö­re ce­na­ze na­ma­zı­nın so­nun­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e sa­lat (Al­la­hüm­me sal­li ve Al­la­hüm­me ba­rik) oku­nur.

4) Du­ala­rın so­nun­da:

Hz. Ömer (r.a.): "Re­su­lul­lah'a sa­lat oku­na­na ka­dar oku­nan dua, yer­le gök ara­sın­da­ du­rur."

5) Cu­ma gü­nün­de:

Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor: "Cu­ma gün­le­ri çok sa­lat oku­yun. Çün­kü o gün me­lek­ler ya­nı­nız­da­dır. Kim ba­na sa­lat ve se­lam gön­de­rir­se da­ha sö­zü bit­me­den ba­na ula­şır." (Ne­sei)

 

Ye­mek Ada­bı

 Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ye­mek ada­bı üze­ri­ne gü­nü­mü­ze ula­şan ha­dis­le­rin bu ka­dar faz­la sa­yı­da ol­ma­sı, O'nun ko­nu­ya bü­yük has­sa­si­yet gös­ter­di­ği­nin bir ka­nı­tı­dır. İm­kan­la­rın kı­sıt­lı ol­ma­sı O'nun bu ko­nu üze­rin­de has­sa­si­yet­le dur­ma­sı­nı en­gel­le­me­miş­tir. Re­su­lul­lah (sav)'tan ör­nek­ler­le sof­ra ada­bı­nı şöy­le özet­le­ye­bi­li­riz:

1) Eli yı­ka­mak sünnet­ten­dir. Ye­mek­ten ev­vel ve ye­mek bi­ti­min­de el yı­ka­mak sağ­lık açı­sın­dan çok önem­li­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da­ki ha­dis­le­riy­le tüm mü­min­le­ri teş­vik et­miş­tir:

"Ye­mek­ten ev­vel el­le­ri yı­ka­mak yok­sul­lu­ğu, son­ra yı­ka­mak ise gü­nah­la­rı gi­de­rir." (Ta­be­ra­ni)

"Kim ye­mek­ten son­ra eli­ni yı­ka­ma­dan ge­ce­ler ve ken­di­si­ne bun­dan son­ra bir mu­si­bet isa­bet eder­se ken­din­den baş­ka kim­se­yi suç­la­ma­sın." (Ebu Da­vud)

"Ye­me­ğin be­re­ke­ti ye­mek­ten ön­ce­ki ve son­ra­ki yı­ka­ma­lar­da­dır." (Ebu Da­vud)

2) Ye­me­ğe baş­la­ma­dan ön­ce "Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­him", ye­mek bi­ti­min­de ise "El­ham­dü­lil­lah" den­me­si sünnet­ten­dir.

Re­sû­lul­lah bu­yur­du ki:

"Siz­den kim bir şey yer­se "Bis­mil­lah" de­sin. Baş­ta söy­le­me­yi unut­muş­sa, so­nun­da şöy­le söy­le­sin: "Bis­mil­la­hi fî ev­ve­li­hî ve âhi­ri­hî (ba­şın­da da so­nun­da da Bis­mil­lah)."

Pey­gam­be­ri­miz (sav), As­ha­bın­dan al­tı ki­şiy­le ye­mek yi­yor­du. Bu sı­ra­da be­de­vi­nin bi­ri Bes­me­le çek­mek­si­zin ma­sa­ya otu­ra­rak ye­me­ğe baş­la­dı. Re­su­lul­lah; "Eğer Bes­me­le çek­sey­di ye­mek he­pi­mi­ze ye­ter­di." (Tir­mi­zi) bu­yur­du.

3) Ye­me­ğe hur­ma, tuz ya da suy­la baş­lan­ma­sı Pey­gam­be­ri­miz (sav) ta­ra­fın­dan tav­si­ye edil­miş­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) sof­ra­ya ge­ti­ri­len ye­me­ği hiç­bir za­man kö­tü­le­mez­di. Eğer sev­me­di­ği bir ye­mek ge­ti­ri­lir­se, hiç­bir şey söy­le­me­den sa­de­ce ye­me­mek­le ye­ti­nir­di.

4) Sağ el­le ye­mek ve ta­ba­ğın ke­na­rın­dan ye­mek Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir. Ya­nın­da ye­mek yi­yen ço­cu­ğu Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le uyar­mış­tır:

 "Ey ço­cuk be­nim­le bir­lik­te Bes­me­le çek, sağ elin­le ye ve önün­den ye." (Müs­lim)

"Be­re­ket ye­me­ğin or­ta­sı­na iner. Öy­ley­se ke­nar­dan yi­yin, ye­me­ğin or­ta­sın­dan ye­me­yin." (Tir­mi­zi, Ebu Da­vud)

5) Sof­ra­ya bir ara­da otur­ma­ya dik­kat et­me­li­yiz. Ye­me­ğin bir ara­da yen­me­si be­re­ke­ti ar­tı­rır.

Bir ara­da yi­yi­niz, si­zin için be­re­ket­li ve mü­ba­rek olur. (Ebu Da­vud)

6) Ye­me­ğin çok sı­cak ol­ma­ma­sı ge­re­kir:

"Sı­cak ye­mek­te be­re­ket ol­maz. Al­la­hu Te­ala bi­ze ateş ye­dir­mez. Siz ­de o yüz­den ye­me­ği­ni­zi so­ğu­duk­tan son­ra yi­yin." (Bey­ha­ki)

7) Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de bil­di­ri­len, su içer­ken dik­kat edi­le­cek hu­sus­lar şun­lar­dır:

Bar­da­ğı sağ eli­ne al­dık­tan son­ra, su üç yu­dum­da ve bar­da­ğın içi­ne ne­fe­si­ni ver­me­den içil­me­li­dir. Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muham­med (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Su­yu yu­dum yu­dum ve ağır ağır için, bir­den iç­me­yin. Zi­ra bun­dan ci­ğer has­ta­lı­ğı ha­sıl olur." (Dey­le­mi)

"Siz­den bi­ri­niz su içer­ken bar­da­ğa so­lu­ma­sın, so­lu­ya­cak­sa bar­da­ğı ağ­zın­dan uzak­laş­tır­sın." (İbn-i Ma­ce)

Re­su­lul­lah su­yu üç so­luk­ta içer­di. "Böy­le­si da­ha kan­dı­rı­cı, elem­den uzak­laş­tı­rı­cı ve da­ha ko­lay akı­cı­dır" bu­yur­ur­du. (Müs­lim)

Bir top­lu­luk­ta su da­ğı­tı­lır­ken, sağ ta­raf­tan ve sağ el­de do­laş­tı­rıl­ma­lı­dır. Re­sul-ü Ek­rem (sav) süt ve şer­bet gi­bi şey­ler iç­ti­ğin­de ya­nın­da bu­lu­nan­la­ra da bi­rer yu­dum içi­rir­di. Bar­dak da­ima sağ­dan do­la­şır­dı.

"Re­su­lul­lah'a su ile ka­rış­tı­rıl­mış süt ge­tir­di­ler. Sa­ğın­da bir be­de­vi so­lun­da ise Hz. Ebu Be­kir var­dı. Sü­tü iç­ti ve be­de­vi­ye ver­di. Son­ra "Ev­ve­la sa­ğa son­ra onu­n sa­ğı­na" bu­yur­du­lar." (Müs­lim)

 Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) ka­la­ba­lık­ta ye­mek ye­me­yi se­ver­di. Sof­ra ku­rul­du­ğu za­man "Al­lah'ım, bu ye­me­ği, ken­di­si ile cen­net ni­met­le­ri­ne ula­şa­cak şük­rü öden­miş ni­met­ler­den kıl." der­di. Ye­me­ği çok sı­cak ye­mez, ken­di­li­ğin­den so­ğu­ma­sı­nı bek­ler son­ra yer­di.

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav), mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ni ye­me­ğe da­vet et­me­le­ri­ni tav­si­ye et­miş­tir. İs­lam alim­le­ri ge­çer­li bir ma­ze­re­ti ol­ma­yan ki­şi­nin mü­min kar­de­şin­den al­dı­ğı da­ve­te ica­bet et­me­si­nin va­cip ol­du­ğu­nu be­lirt­miş­ler­dir.

"Kim da­vet edil­di­ği hal­de da­ve­te ica­bet et­mez­se Al­lah'a ve Re­su­lü'ne baş­kal­dır­mış olur. Kim de da­vet­siz ola­rak bir ma­sa­ya otu­rur­sa hır­sız ola­rak gi­rer ve yağ­ma­cı ola­rak çı­kar." (Bu­ha­ri, Müs­lim, Tir­mi­zi)

"İki ki­şi bir­den da­vet eder­se ka­pı iti­ba­riy­le han­gi­si ya­kın­sa ona ica­bet edin. Çün­kü ka­pı­sı da­ha ya­kın olan kom­şu­luk­ta da da­ha ya­kın­dır. Bun­lar­dan bi­ri ön­ce da­vet et­miş­se ön­ce dav­ra­na­na ica­bet et." (Ebu Da­vud)

"Da­vet olun­ma­dı­ğı hal­de sof­ra­ya gi­den kim­se, git­mek­te fa­sık ol­du­ğu gi­bi, ye­di­ği de ha­ram­dır." (Bey­ha­ki)

Müs­lü­man­lar üç ye­mek­ten me­sul de­ğil­dir. Sa­hur ye­me­ği, if­tar ye­me­ği ve dost­la­rı ile bir­lik­te ye­dik­le­ri ye­mek­ler­dir. Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Cen­net­te içi dı­şın­dan dı­şı için­den gö­rü­nen köşk­ler var­dır. Bun­lar tat­lı ve yu­mu­şak ko­nu­şan, ye­mek ye­di­ren ve in­san­lar uy­ku­da iken na­maz kı­lan in­san­lar için­dir." (Tir­mi­zi)

"Din kar­de­şi­nin ar­zu et­ti­ği ye­me­ği ken­di­si­ne ye­di­ren kim­se­nin gü­nah­la­rı ba­ğış­la­nır. Din kar­de­şi­ni se­vin­di­ren, Allah'ı se­vin­dir­miş olur." (Ta­be­ra­ni)

Da­ve­te ica­bet edip ge­len ki­şi­ye hür­met gös­ter­mek mü­min ah­la­kı­nın önem­li özel­lik­le­rin­den­dir.

 


Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in Sev­di­ği Ye­mek­ler

Re­su­lul­lah (sav) hiç­bir ye­mek ayır­maz­dı. O an­da ye­mek is­te­me­di­ği şe­yi kö­tü­le­mez, sa­de­ce ye­me­mek­le ye­ti­nir­di. An­cak Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in en sev­di­ği seb­ze ye­me­ği ka­bak­tı. Ay­rı­ca Pey­gam­be­ri­miz (sav), et­li ye­mek­ler­den de öv­gü ile sö­zet­miş­tir.

"Ya Ai­şe, ten­ce­re­ye faz­la ka­bak ko­yun. Zi­ra ka­bak kal­bi tak­vi­ye eder." (Fe­va­id)

"Et, dün­ya ve ahi­re­tin en üs­tün ye­me­ği­dir. O, ku­la­ğın işit­me­si­ni ar­tı­rır. Eğer, Rab­bim­den her­ gün et ye­me­ği na­sip et­me­si­ni is­te­sey­dim na­sip eder­di."

Enes b. Ma­lik'ten ri­va­yet edil­miş­tir: "Bir ter­zi Re­su­lul­lah (sav)'i onun adına ha­zır­la­dı­ğı bir ye­me­ğe da­vet et­ti. Be­ra­be­rin­de ben de git­tim. (Ev sa­hi­bi sof­ra­ya) ar­pa ek­me­ği, içe­ri­sin­de ka­bak bu­lu­nan bir çor­ba ve ka­did (ku­ru­tul­muş et) ge­tir­di. Ben, Re­su­lul­lah (sav)'ın ta­ba­ğın et­ra­fın­dan ka­ba­ğı araş­tır­dı­ğı­nı gör­düm. O gün­den be­ri ka­ba­ğı sev­me­ye de­vam edi­yo­rum." (Bu­ha­ri, Et'ime 33, 4, 25, 35, 36, 37, 38, Bü­yu 30; Müs­lim, Eş­ri­be 144, (2041); Mu­vat­ta, Ni­kah 51, (2))

Re­su­lul­lah (sav), sa­rım­sak­lı ye­mek­le­ri ye­mez, yen­me­si­ni de tav­si­ye et­mez­di. Bu hu­su­su Enes b. Ma­lik şöy­le an­la­tı­yor:

"Re­su­lul­lah'a yi­ye­cek gön­de­ril­di­ği va­kit onu yer, ar­ta­nı­nı ba­na gön­de­rir­di. Bir gün ye­me­di­ği hal­de ye­me­ği­ni ba­na gön­der­me­di. Çün­kü içe­ri­sin­de sa­rım­sak var­dı. Ken­di­le­ri­ne 'Bu ha­ram mı­dır?' di­ye sor­dum. 'Ha­yır la­kin ben ko­ku­sun­dan do­la­yı hoş­lan­mı­yo­rum' bu­yur­du. Ben de, 'Öy­ley­se se­nin hoş­lan­ma­dı­ğın­dan ben de hoş­lan­mı­yo­rum' de­dim."

 

Sağ­lık ve Te­miz­li­ğin Öne­mi

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) üm­me­tin sağ­lı­ğı­na ve te­miz­li­ği­ne bü­yük önem ver­miş­tir. Sağ­lık­lı bir ki­şi­nin, ken­di­si­ne dik­kat et­me­di­ği için sağ­lı­ğı bo­zu­lan ki­şi­den üs­tün ol­du­ğu­nu söy­le­miş­tir. Bir ha­dis­te, "Bi­le­ği kuv­vet­li olan za­yıf olan­dan da­ha ha­yır­lı­dır" (Müs­lim) bu­yu­ru­lu­yor. Ku­ran'da Hz. Yah­ya (a.s.) an­la­tı­lır­ken şöy­le bu­yrul­muş­tur:

 

"Ka­tı­mız­dan ona bir sev­gi du­yar­lı­lı­ğı ve te­miz­lik(de ver­dik). O, çok tak­va sa­hi­bi bi­riy­di." (Mer­yem Su­re­si, 13)

 

Ye­mek ye­me­den ev­vel ve ye­dik­ten son­ra el­le­rin yı­kan­ma­sı­nı tav­si­ye et­me­si, ab­dest ko­nu­sun­da­ki ti­tiz­li­ği ve vü­cut te­miz­li­ği ko­nu­la­rın­da­ki ha­dis­le­ri Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sağ­lık ve te­miz­li­ğe ver­di­ği öne­mi en iyi şe­kil­de an­la­mak­ta­dır.

Ku­ran'da, iba­det edi­len yer­le­rin ve iba­det ede­n ki­şi­nin te­miz­li­ği üze­rin­de du­rul­muş­tur. İba­det­ler kir­li bir vü­cut ve kir­li el­bi­se­ler­le ya­pı­la­ma­ya­ca­ğı­na gö­re mü­min­le­rin te­miz­lik ko­nu­su üze­rin­de ti­tiz­lik­le dur­ma­la­rı ge­re­kir. Bir ha­dis­te "Te­miz­lik ima­nın ya­rı­sı­dır." (Müs­lim) bu­yu­rul­muş­tur. Bu yüz­den di­ğer ima­ni ve iti­ka­di ko­nu­lar ka­dar, te­miz­lik de ol­duk­ça önem­li bir ko­nu­dur.

Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in ab­dest ko­nu­sun­da ba­zı tav­si­ye­le­ri var­dır. Bu hik­met­li tav­si­ye­le­r şun­lar­dır:

1) Mis­vak kul­lan­mak:

Ebu Hu­rey­re'den na­kil­le sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Eğer üm­me­ti­min üze­ri­ne zah­met ver­me­ye­cek ol­say­dım, her na­maz­da mis­vak kul­lan­ma­la­rı­nı em­re­der­dim." (Müs­lim)

Mis­vak kul­lan­ma­nın ba­zı fay­da­la­rı:

Diş­le­ri par­la­tır, diş et­le­ri­ni kuv­vet­len­di­rir, ağız sağ­lı­ğı­nı sağ­lar, ağız ko­ku­su­nu gi­de­rir, diş­le­ri sağ­lam­laş­tı­rır, diş taş­la­rı­nı gi­de­rir, mi­de­yi tak­vi­ye edip, mi­de has­ta­lık­la­rı­nı ön­ler. Haz­mın ko­lay­laş­ma­sı­nı sağ­lar. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünneti ye­ri­ne ge­ti­ri­lir, Al­lah (cc)'ın rı­za­sı­nı ka­zan­ma­ya ve­si­le­dir.

2) El­le­rin yı­kan­ma­sı:

"Bi­ri­niz uy­ku­sun­dan uya­nın­ca üç kez eli­ni yı­ka­ma­dan ab­dest al­ma­sın." (Bu­ha­ri)

3) Bu­run te­miz­li­ği:

"Kim ab­dest alır­sa is­tin­sak­da bu­lun­sun (bur­nu­nu te­miz­le­sin)." (Bu­ha­ri)

4) Sa­kal ve par­mak ara­la­rı­nı yı­ka­mak:

 Müs­tev­rid İb­nu şed­dad şöy­le di­yor:

"Re­su­lul­lah'ı gör­düm. Ab­dest al­dı­ğı za­man sa­ka­lı­nı ve par­mak ara­la­rı­nı hi­lal­li­yor­du." (Tir­mi­zi, Ebu Da­vud)

 5) Ku­lak­la­rı mes­het­mek:

"Re­su­lul­lah ab­dest al­dı (bu es­na­da) par­mak­la­rı­nı ku­lak­la­rı­nın hüc­re­si­ne sok­tu." (Ebu Da­vud, ha­dis no:3636)

6) Su­yu is­raf et­me­mek:

Sa'd ab­dest alır­ken Hz. Pey­gam­ber gel­di. "Bu is­ra­fın ne?" di­ye mü­da­ha­le et­ti." Sa'd "Ab­dest­te is­raf olur mu?" di­ye sor­du. Re­su­lul­lah "Evet bir ne­hir ke­na­rın­da ol­sa­nız da" di­ye ce­vap ver­di.

7) Yü­zü ku­ru­la­mak: Mu­az (ra) di­yor ki:

"Re­su­lul­lah'ı gör­düm. Ab­dest alın­ca men­di­liy­le yü­zü­nü si­li­yor­du." (Tir­mi­zi)

Pey­gam­be­ri­miz (sav) has­ta­lık­lar­la il­gi­li tav­si­ye­de bu­lu­nur­ken dok­tor­la­ra ön­ce­lik ve­rir­di. Ko­nu hak­kın­da bil­gi­si ol­sa bi­le ön­ce bir dok­to­ra gö­tü­rül­me­si­nin da­ha ya­rar­lı ola­ca­ğı­nı söy­ler­di.

Re­su­lul­lah za­ma­nın­da bir in­sa­nın ya­ra­sı açıl­mış­tı. Adam, tıp­tan an­la­yan iki ki­şi ça­ğır­dı. Re­su­lul­lah: "Han­gi­niz en iyi dok­tor?" di­ye sor­du. Adam­lar­dan bi­ri de­di ki: "Tıp­ta de­va var mı ey Al­lah'ın el­çi­si?" Re­su­lul­lah on­la­ra şu ce­va­bı ver­di: "Der­di in­di­ren de­va­sı­nı da in­dir­miş­tir." (Ebu Da­vud, Tıb, 1; Tir­mi­zî, Tıb, 2; İbn Ma­ce, Tib, 1)

Ebu Der­da Re­su­lul­lah Efen­di­miz'den şöy­le işit­ti­ği­ni ri­va­yet et­miş­tir: "Al­lah, has­ta­lık ve şi­fa­yı yer­yü­zü­ne be­ra­ber gön­der­di ve her has­ta­lık için bir şi­fa gö­rev­len­dir­di. şu hal­de tıb­bi yol­dan te­da­vi ol; fa­kat ha­ram şey­ler­den sa­kın."

Pey­gam­be­ri­miz (sav) her has­ta­lı­ğın ça­re­si ol­du­ğu­nu bu ne­den­le de in­san­la­rın te­da­vi yol­la­rı­nı ara­ma­la­rı­nı tav­si­ye et­miş­tir.

"Al­lah has­ta­lı­ğı da ila­cı da in­dir­miş­tir ve her has­ta­lı­ğa bir ilaç va­ret­miş­tir. Öy­ley­se te­da­vi olun an­cak ha­ram olan şey­ler­le te­da­vi ol­ma­yın." (Ebu Da­vud)

"Al­lah ne has­ta­lık in­dir­miş­se onun de­va­sı­nı da in­dir­miş­tir. Tek bir has­ta­lı­ğın ila­cı yok­tur o da ih­ti­yar­lık­tır." (İbn-i Ma­ce, Müs­lim)

"Ey in­san­lar te­da­vi olun. Al­lah ne­re­de bir has­ta­lık ya­rat­mış­sa te­da­vi yol­la­rı­nı da ya­rat­mış­tır. Öy­ley­se te­da­vi yol­la­rı­nı araş­tı­rın." (Bu­ha­ri)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), "İki ni­met var­dır ki in­san­la­rın ço­ğu on­lar­la al­dan­ma için­de­dir. Bun­lar sıh­hat ve boş va­kit­tir." (Bu­ha­ri) bu­yur­muş­tur.

Sağ­lık­lı ol­ma­nın bü­yük ni­met ol­du­ğu, hiç bir za­man akıldan çıkarılmamalıdır. Re­su­lul­lah (sav)'ın buyurduğu gi­bi boş va­kit de­ğer­len­di­ril­me­di­ğin­de ile­ri­de na­sıl piş­man­lık du­yu­lu­yor­sa, sağ­lık­lı ol­ma­nın ne ka­dar bü­yük ni­met ol­du­ğu da an­cak sağ­lı­ğın kay­be­dil­me­si du­ru­mun­da an­la­şı­la­bil­mek­te­dir.

Ebu Hu­rey­re'den nak­le­di­len bir ha­dis-i şe­rif­te Re­su­lul­lah Efen­di­miz şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Eğer bir kim­se bir ay sü­rey­le her sa­bah bal yer­se on­da hiç­bir ağır has­ta­lık bu­lun­maz."

"Vü­cu­du afi­yet­te, ru­hun­dan emin, bir gün­lük azı­ğı ol­du­ğu hal­de sa­bah­la­yan, san­ki dün­ya ken­di­si­ne ve­ril­miş gi­bi­dir." (Tir­mi­zi)

"Al­lah'tan ke­sin bil­gi ve afi­yet is­te­yin. Bir ku­la ke­sin bil­gi ve afi­yet­ten da­ha iyi­si ve­ril­me­miş­tir." (İbn-i Ma­ce)

Pey­gam­ber Efen­di­miz ba­zı yi­ye­cek­le­rin yen­il­me­sin­de fay­da gör­müş­tür. Bun­la­rın ba­şın­da Ku­ran'da bah­si ge­çen bal ge­lir. Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in ye­nil­me­si­ni tav­si­ye et­ti­ği gı­da­lar­dan ba­zı­la­rı şun­lar­dır:

"Her kim sa­bah kah­val­tı­sın­da ye­di hur­ma yer­se ona ne ze­hir isa­bet eder ne de si­hir." (Müs­lim)

"Man­tar, Al­lah'ın Be­ni İs­ra­il'e in­dir­di­ği ma­den­dir. Onun su­yu da şi­fa­dır." (Müs­lim)

Pey­gam­ber, ai­le ef­ra­dı­na ka­tık sor­du. On­lar da sir­ke­den baş­ka ka­tı­ğı­mız yok de­di­ler. Sir­ke­yi is­te­di ve onun­la ye­me­ğe baş­la­dı. Hem de, "Sir­ke ne gü­zel ka­tık­tır, sir­ke ne gü­zel ka­tık­tır" di­yor­du.

"Bir adam Re­su­lul­lah'a ge­le­rek kar­de­şi­min mi­de­si bo­zul­du" de­di. O da "Kar­de­şi­ne bal şer­be­ti içir" bu­yur­du." (Müs­lim)

 

Kı­ya­fet Hu­su­su

Pey­gam­be­ri­miz (sav) ço­ğu kez ha­fif ve in­ce şey­ler gi­yer­di. En sev­di­ği gi­ye­cek göm­lek­ti. Sa­rı­ğı ge­nel­de or­ta bü­yük­lük­te olur, ba­şı ra­hat­sız ede­cek şe­kil­de uzun ol­maz­dı. En çok sev­di­ği renk be­yaz­dı.

Mü­min­le­rin ken­di ara­la­rın­da kı­ya­fet ko­nu­sun­da övün­me­le­ri­ni me­net­miş ve el­bi­se­le­rin­den do­la­yı bö­bür­le­nen in­san­la­rı şöy­le uyar­mış­tı:

"El­bi­se­si­ni bü­yük­le­ne­rek sü­rü­yen kim­se­ye Al­lah kı­ya­met gü­nü bak­ma­ya­cak­tır." (Müs­lim)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), mü­min­le­rin bu­lun­ma­dı­ğı or­tam­lar­da, el­çi­le­rin ya­nın­da kı­ya­fe­ti­ne ol­duk­ça dik­kat eder ve özel­lik­le ih­ti­şam­lı kı­ya­fet­ler giy­me­yi ter­cih eder­di. Di­ğer ka­bi­le re­is­le­rin­den ve kral­lar­dan ge­len pa­ha­lı ve ih­ti­şam­lı giy­si­le­ri red­det­mez ve bun­la­rı kul­la­nır­dı. Re­su­lul­lah Efen­di­miz da­ima te­miz el­bi­se­ler gi­yil­me­si­ni tav­si­ye et­miş­tir:

Ab­dul­lah b. Ab­bas, Ha­ru­ri­ye ta­ife­si­nin ya­nı­na el­çi ola­rak git­ti­ğin­de Ye­men ku­maş­la­rı­nın en gü­zel­le­rin­den giy­miş­ti. On­lar, "Bu el­bi­se ne­dir?" de­di­ler. Ab­dul­lah b. Ab­bas: "Bu el­bi­se­nin ne­yi­ni kı­nı­yor­su­nuz. Ben Re­su­lul­lah'ı el­bi­se­le­rin en gü­ze­li­ni giy­miş ola­rak gör­düm." de­di.

Hz. Pey­gam­ber (sav) ye­ni bir el­bi­se giy­di­ğin­de şöy­le dua eder­di: "Ya Rab­bi! Hamd Sa­na­dır. Ba­na bu­nu Sen giy­dir­din. Bu­nun hay­rı­nı ve bu­nun kul­la­nıl­dı­ğı iyi işin hay­rı­nı Sen­den is­te­rim. Bu­nun şer­rin­den ve kul­la­nıl­dı­ğı kö­tü işin şer­rin­den Sa­na sı­ğı­nı­rım."

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) Müs­lü­man er­kek­le­re ipek ve al­tın­dan ya­pıl­mış her şe­yi ya­sak­la­mış­tır:

"Her kim dün­ya­da ipek el­bi­se gi­yer­se ahi­ret­te gi­ye­mez." (Tir­mi­zi)

"İpek giy­mek, al­tın kul­lan­mak üm­me­ti­min er­ke­ği­ne ha­ram, ka­dın­la­rı­na he­lal­dir." (Tir­mi­zi)

Mes­cid­le­re ve bir top­lu­lu­ğun ara­sı­na en gü­zel ve en te­miz şe­kil­de gel­mek Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnet­le­rin­den­dir. Re­su­lul­lah (sav), "Ce­ma­at hu­zu­ru­na ve­ya dost­la­rı­nın kar­şı­sı­na çı­ka­cak olan kim­se­nin süs­len­me­si­ni Al­lah se­ver." bu­yur­muş­tur.

"Re­su­lul­lah sağ eli­ne gü­müş yü­zük tak­mış­tı. Yü­zük­te Ha­be­şis­tan ta­şı var­dı. Yü­zü­ğün ta­şı­nı avuç ta­ra­fı­na çe­vir­miş­ti." (Müs­lim)

Hz. Ay­şe şöy­le ri­va­yet edi­yor: "Ben Re­su­lul­lah'ı hoş­lan­dı­ğı en gü­zel ko­ku ile ko­ku­lar­dım. Hat­ta sür­dü­ğüm ko­ku onun sa­ka­lın­dan par­la­yıp dam­la­yın­ca­ya ka­dar de­vam eder­dim." (Bu­ha­ri)

 

Al­lah (cc)'a Te­vek­kül Et­me­nin Öne­mi

İş­le­ri­ne, Al­lah (cc)'ın tak­di­ri dı­şın­da, te­sa­düf­le­rin de ka­rış­tı­ğı­nı dü­şün­mek Ehl-i Sün­net iti­ka­dı­na uy­gun de­ğil­dir. Mü­min, her­şe­yin Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ni ve hiç­bir şe­yin te­sa­düf ol­ma­dı­ğı­nı bil­di­ği için ba­şı­na ge­len her şe­ye te­vek­kül eder. Çün­kü, Al­lah (cc)'tan kor­kan bi­ri­si­nin ba­şı­na ge­len her­şey­de ha­yır var­dır.

Bü­yük İs­lam alim­le­ri te­vek­kü­lün ye­ri­nin kalp ol­du­ğu­nu söy­le­miş­ler­dir. İn­sa­nın, rız­kın ke­sin ola­rak Al­lah (cc)'tan gel­di­ği­ne inan­dık­tan son­ra, dün­ya ha­ya­tı için be­de­nen mü­ca­de­le et­me­si, kal­ben bes­le­di­ği te­vek­kül inan­cı ile çe­liş­mez. Her şe­yi ya­ra­tan, di­le­di­ği­ne di­le­di­ği­ni ve­ren, di­le­di­ği şe­yi di­le­di­ği kim­se­den alan Al­lah (cc)'tır. O'nun dı­şın­da bir ira­de yok­tur.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yu­ru­yor:

"Üm­me­tim­den bir kıs­mı­nı ba­na gös­ter­di­ler. Dağ­la­rı sah­ra­la­rı dol­dur­muş­lar­dı. Böy­le çok ol­duk­la­rı­na şaş­tım ve se­vin­dim. 'Bun­lar­dan an­cak yet­miş ­bin ta­ne­si he­sap­sız cen­ne­te gi­rer' de­di­ler. 'Bun­lar han­gi­le­ri­dir?' di­ye sor­dum. 'İş­le­ri­ne si­hir, bü­yü ve fal ka­rış­tır­ma­yıp, Al­lah'tan baş­ka­sı­na te­vek­kül ve iti­mad et­me­yen­ler­dir' bu­yu­rul­du."

"Kim Al­lah'a te­vek­kül eder­se kal­bin­de­ki da­ğı­nık­lı­ğı ön­le­me­ye Al­lah ye­ter." (İbn-i Ma­ce)

"Yaş­lan­dı­ğı­nız za­man rız­kı­nız­dan ümit­siz ol­ma­yın. Çün­kü şüp­he­siz in­sa­nı üze­rin­de hiç­bir el­bi­se ol­ma­dan an­ne­si do­ğu­rur, son­ra onu Al­lah rı­zık­lan­dı­rır." (İbn-i Ma­ce)

"Eğer siz la­yı­kıy­la te­vek­kül et­miş ol­say­dı­nız, Al­lah si­zi kuş­la­rı rı­zık­lan­dır­dı­ğı gi­bi rı­zık­lan­dı­rır­dı. On­lar sa­bah­le­yin yu­va­la­rın­dan aç çı­kar­lar, ak­şam dön­dük­le­rin­de ka­rın­la­rı tok­tur." (Tir­mi­zi)

Fa­kir­lik­ten kork­mak ve uğur­suz­lu­ğa inan­mak şey­ta­nın oyun­la­rın­dan­dır. Her in­san, zor du­ru­ma düş­tü­ğü an­lar­da hiç bek­len­me­dik yer­ler­den ge­len yar­dım­lar­la sı­kın­tı­lar­dan kur­tul­du­ğu­na şa­hit ol­muş­tur. Böy­le bir du­rum­da asıl yar­dım ede­nin ara­cı­lar de­ğil, yal­nız­ca Ce­nab-ı Al­lah (cc) ol­du­ğu unu­tul­ma­ma­lı­dır.

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), Al­lah (cc)'a duy­du­ğu gü­ven ve O'na olan son­suz te­vek­kü­lü sa­ye­sin­de bü­yük ce­sa­ret ör­nek­le­ri gös­ter­miş­tir. Sağ­lı­ğın­da bü­tün sa­vaş­la­ra en ön saf­lar­da ka­tıl­mış, te­vek­kü­lüy­le tüm ina­nan­la­ra ör­nek ol­muş­tur.

Mek­ke­li­le­rin bas­kı­la­rı­nın da­ya­nıl­maz bo­yut­la­ra gel­di­ği sı­ra­da Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in am­ca­sı Ebu Ta­lip, Re­su­lul­lah (sav)'a şöy­le de­miş­tir:

"'Bü­tün bu an­lat­tık­la­rın hak­kın­da ko­nuş­ma­san ol­maz mı? Ken­di ken­di­ne inan, fa­kat baş­ka­la­rıy­la uğ­raş­ma. Ko­nu­şur­san, ile­ri ge­len in­san­la­rı kız­dı­rır, ken­di­ni ve he­pi­mi­zi teh­li­ke­ye atar­sın.' Re­su­lul­lah (sav) ise şöy­le ce­vap ver­miş­tir: 'Gü­ne­şi sağ eli­me, ayı ise sol eli­me koy­sa­lar, yi­ne yo­lum­dan dön­mem.'"

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tın­da bu ko­nu ile il­gi­li sa­yı­sız ör­nek var­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

"Ca­nı­m elin­de ola­nın hak­kı için, mü­min­ler ara­sın­da, on­lar­la uz­laş­ma­dı­ğım­da be­nim ar­kam­da kal­mak­la ye­tin­me­yen in­san­lar yok mu? Al­lah yo­lun­da se­fe­re çı­kıl­dı­ğın­da ge­ri dur­mam. Ca­nı­mın elin­de ola­nın hak­kı için, öl­dü­rü­lüp ha­ya­ta tek­rar ge­ri gel­me­yi, son­ra tek­rar öl­dü­rül­me­yi ar­zu­la­rım." (Müs­lim)

"Al­lah yo­lun­da bir gün sı­nır­da dur­mak, bu dün­ya ve içe­ri­sin­de­ki­ler­den da­ha ha­yır­lı­dır." (Bu­ha­ri)

Hu­neyn Sa­va­şın­da, düş­ma­nın ok yağ­mu­ru sı­ra­sın­da­ki kar­ga­şa or­ta­mın­da Müs­lü­man­la­rın ilk an­da da­ğı­nık­lık gös­ter­dik­le­ri ri­va­yet­ler­de be­lir­til­mek­te­dir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) mü­min­le­ri, tek­rar cep­he­ye dön­me­le­ri için ça­ğır­mış­tır. Çağ­rı­ya uyan mü­min­ler tek­rar sal­dı­rı­ya ge­çe­rek sa­va­şın ga­li­bi ol­muş­lar­dır. Ola­ya şa­hit olan Be­ra b. Azib şöy­le an­lat­mak­ta­dır:

"Evet kaç­tı­ğı­mız doğ­ru. An­cak Re­su­lul­lah'ın se­bat ede­rek ye­ri­ni ter­k et­me­di­ği­ne şa­hit­lik ede­rim. Al­lah için sa­va­şın en kız­gın anın­da O'nun ya­nı­na sı­ğın­dık. Ara­mız­da­ki en ce­sur kim­se­ler onun­la bir­lik­te di­re­nen­ler­dir."

 

Mu­si­bet­le­re Kar­şı Sab­ret­me­nin Öne­mi

Pey­gam­ber Efen­di­mi­zin (sav) ha­ya­tı bü­tün in­san­lık için bir sa­bır ör­ne­ği­dir. Sa­de­ce ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­me­sin­den son­ra ya­şa­dı­ğı yir­mi­ üç yıl de­ğil, on­dan ön­ce ya­şa­dı­ğı kırk yıl da bü­yük zor­luk­lar­la geç­miş­tir. Kü­çük yaş­ta an­ne ve ba­ba­sı­nı kay­bet­me­si ve zor şart­lar al­tın­da ye­tiş­me­si, O'nun ya­şa­dı­ğı top­lum­da say­gın ve gü­ven­ilir bir in­san ola­rak bi­lin­me­si­ni en­gel­le­me­miş­tir. Ku­ran'da sab­ret­me­nin öne­mi­ni vur­gu­la­yan çok sa­yı­da ayet bu­lun­mak­ta­dır. Bir ayet­te şöy­le buy­rul­mak­ta­dır:

 

"Ey iman eden­ler, sab­re­din ve sa­bır­da ya­rı­şın, (sı­nır­lar­da) nö­bet­le­şin. Al­lah'tan kor­kun. Umu­lur ki kur­tu­lur­su­nuz." (Al-i İm­ran Su­re­si, 200)

 

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ken­di­si­ne pey­gam­ber­lik gel­dik­ten son­ra, müş­rik­le­rin ve mü­na­fık­la­rın yap­tı­ğı sal­dı­rı­la­ra sa­bır­la gö­ğüs ger­miş ve hiç­bir za­man ace­le­ci dav­ran­ma­mış­tır. Ku­ran'da Al­lah (cc)'ın Pey­gam­be­ri­miz (sav)'e sab­rı şu şe­kil­de tav­si­ye et­ti­ği bil­di­ril­miş­tir:

 

"Ar­tık sen sab­ret, Re­sul­ler­den azim sa­hip­le­ri­nin sab­ret­tik­le­ri gi­bi. On­lar için ­de ace­le et­me..." (Ah­kaf Su­re­si, 35)

 

Ni­te­kim Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Bir kim­se sab­ret­mek is­ter­se Al­lah ona sa­bır ve­rir. Hiç bir kim­se­ye sa­bır­dan da­ha ha­yır­lı ve da­ha ge­niş bir şey ve­ril­me­miş­tir." (Müs­lim)

"Mü­mi­nin işi tak­di­re şa­yan­dır. Zi­ra işi­nin hep­si onun için ha­yır­lı­dır. Bu me­zi­yet yal­nız mü­min­le­re mah­sus­tur. Zi­ra o se­vi­ne­ce­ği bir şey olur­sa şük­re­der. Bu ise onun için ha­yır­lı­dır. Ba­şı­na bir be­la ge­lir­se sab­re­der. Bu da onun için ha­yır­lı­dır." (Müs­lim)

Her­han­gi bir kul bir mu­si­be­te uğ­rar da "İn­na lil­la­hi ve in­na iley­hi ra­ci­un" (Biz Al­lah'ın mül­kün­de­yiz ve O'na dö­ne­ce­ğiz), "Ey Al­lah'ım, uğ­ra­dı­ğım mu­si­be­tin ec­ri­ni ver ve bu­nun üze­ri­ne da­ha ha­yır­lı­sı­nı ih­san bu­yur" der­se mu­hak­kak Al­la­hu Te­ala onu mu­si­bet­ten do­la­yı se­vap­lan­dı­rır ve onun ye­ri­ne da­ha ha­yır­lı­sı­nı ve­rir." (Müs­lim)

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med kab­rin ba­şın­da ağ­la­yan bir ka­dın gör­dü, ve ona "Al­lah'tan kork ve sab­ret" de­di. Ka­dın "Geç git, zi­ra be­nim ba­şı­ma ge­len mu­si­bet se­nin ba­şı­na gel­me­miş­tir." de­di. Hz. Pey­gam­be­r (sav)'i ta­nı­ya­ma­mış­tı. O'nun pey­gam­ber ol­du­ğu­nu söy­le­dik­le­rin­de he­men ka­pı­sı­na git­ti ve "Ben se­ni ta­nı­ya­ma­dım ya Re­su­lul­lah" di­ye­rek özür di­le­di. Hz. Pey­gam­ber (sav) onun öz­rü­nü ka­bul bu­yur­duk­tan son­ra, "Asıl sa­bır, mu­si­be­tin ilk anın­da olan­dır" bu­yur­du. (Bu­ha­ri)

"Her­han­gi bir Müs­lü­ma­nın ba­şı­na yor­gun­luk, has­ta­lık, dü­şün­ce, ke­der, acı ve kay­gı­dan, di­ken bat­ma­sı­na ka­dar ne ge­lir­se, Al­lah bun­la­rı o Müs­lü­ma­nın ha­ta­la­rı­na kef­fa­ret kı­lar." (Bu­ha­ri)

Enes b. Ma­lik, "Sa­bır ilk ba­şa gel­di­ği an­da­dır." de­miş­tir. Mü­min, Al­lah (cc)'a olan gü­ve­ni­ni tam otur­tur­sa, ba­şı­na ge­len olay­la­ra da, ilk an­dan iti­ba­ren ha­yır gö­züy­le ba­ka­bi­lir.

 

Din­de Aşı­rı­lık­tan Ka­çın­mak

Ta­rih bo­yun­ca ken­di­si­ne ki­tap gön­de­ri­len ba­zı ka­vim­ler­de, din­le­ri ko­nu­sun­da aşı­rı­lı­ğa gi­den kim­se­ler ol­muş­tur. Al­lah (cc), İs­lam di­ni­ne ina­nan­la­rın ya­şa­dık­la­rı top­lu­ma ör­nek ol­ma­la­rı için, on­la­rı or­ta bir üm­met kıl­mış­tır. Müs­lü­man­la­rın da bu­na uyup her tür­lü aşı­rı­lık­tan ka­çın­ma­la­rı ge­re­kir. Ku­ran'da şöy­le bu­yu­rul­muş­tur:

 

"De ki: Ey ki­tap eh­li, hak­sız ye­re di­ni­niz ko­nu­sun­da aşı­rı git­me­yin ve da­ha ön­ce sap­mış ve bir­ço­ğu­nu sap­tır­mış ve düm­düz yol­dan kay­mış bir top­lu­lu­ğun he­va (is­tek ve tut­ku)la­rı­na uy­ma­yın." (Ma­ide Su­re­si, 77)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­ya­tı­nın son yıl­la­rın­da ve dört ha­li­fe dö­ne­min­de Ha­ri­ci­ler adı ve­ri­len, iba­det­le­ri­ne düş­kün ol­duk­la­rı hal­de din­de aşı­rı­ya gi­den ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sünnetin­den ay­rı­lan bir akım or­ta­ya çık­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) bu kim­se­le­rin ba­tıl inanç­la­rı­na kar­şı mü­ca­de­le edil­me­si­ni em­ret­miş­tir.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), 'tak­va' adı al­tın­da İs­lam'da ol­ma­yan ha­re­ket­le­ri İs­lam'ın bir par­ça­sıy­mış gi­bi gös­ter­me­ye ça­lı­şan kim­se­le­re de göz yum­ma­mış­tır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de, din­de aşı­rı­lı­ğa gi­dil­me­me­si­ni ha­tır­la­tan pek çok uya­rı yer al­mak­ta­dır. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

"Her şe­yin bir şev­ki var­dır. Her şev­kin bit­ti­ği bir za­man var­dır. Ya­pa­ca­ğı iş­te bu şev­ki du­yan ki­şi işi­ni ya­par­ken or­ta yol­lu ha­re­ket eder. Ve bu iti­da­li de­vam et­ti­rir­se mu­vaf­fak ola­ca­ğı­nı ümid edin. şa­yet aşı­rı­lı­ğa dü­şe­rek dik­kat çek­miş ve par­mak­la gös­te­ri­le­cek ha­le gel­miş­se ona iti­bar edip sa­lih­ler­den san­ma­yın." (Tir­mi­zi)

Hz. Ay­şe an­la­tı­yor: "Ya­nım­da Esed ka­bi­le­sin­den bir ka­dın var­dı. Pey­gam­ber içe­ri gir­di. 'Bu kim­dir' di­ye sor­du. 'Fa­lan­ca­dır, ge­ce­le­ri hiç uyu­maz iba­det­le ge­çi­rir' de­dim. Re­su­lul­lah, 'Si­ze ta­kat ge­ti­re­bi­le­ce­ği­niz amel ya­ra­şır. Al­lah'ın hoş­lan­dı­ğı amel, ki­şi­nin de­vam­lı ola­rak yap­tı­ğı amel­dir." (Bu­ha­ri)

"İn­san­la­rın su­al sor­mak­ta o ka­dar ile­ri gi­de­ce­ğin­den kor­ku­lur ki, hat­ta mah­lu­ka­tı Al­lah ya­rat­tı, Al­lah'ı kim ya­rat­tı di­ye­cek olur­lar. Böy­le su­al­ler sor­duk­la­rı za­man, İh­las su­re­si­ni oku­yun, son­ra üç kez so­lu­nu­za tü­kü­re­rek şey­ta­nın şer­rin­den Al­lah'a sı­ğı­nın." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

 

Ku­ran'ın ve Ku­ran Oku­ma­nın Fa­zi­le­ti

Ku­ran-ı Ke­rim oku­mak, Al­lah (cc)'ın mü­min­le­ri yü­küm­lü kıl­dı­ğı önem­li bir iba­det­tir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) Ku­ran oku­ma­ya baş­la­ma­dan ön­ce "Ko­vul­muş şey­tan­dan Al­lah'a sı­ğı­nı­yo­rum." ya da "Al­lah'ım şey­ta­nın kış­kırt­ma­sın­dan, üf­le­me­sin­den ve fı­sıl­da­ma­sın­dan Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Ebu Da­vud) der­di.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), Ku­ran'ı oku­ma­nın ve onu oku­ma­yı öğ­ret­me­nin fa­zi­le­ti üze­rin­de önem­le dur­muş­tur. Ku­ran'ı oku­ma­yı, onu uy­gu­la­ma­nın baş­lan­gı­cı ola­rak gör­müş­tür. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) bu ko­nu­da şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Ku­ran oku­yu­nuz, zi­ra Ku­ran oku­yan­la­rı­na kı­ya­met gü­nü şe­fa­at­çi olur." (Müs­lim)

Ku­ran ve onun­la amel eden kim­se­ler mah­şer ye­ri­ne ge­ti­ri­lir­ler. Ba­ka­ra ve Al-i İm­ran su­re­le­ri, ken­di­le­ri­ni oku­yup amel eden kim­se­ler hak­kın­da bir­bi­riy­le "Ben şe­ha­det ede­ce­ğim" di­ye ya­rı­şa­rak o kim­se­le­rin ön­le­ri­ne ge­lir­ler. (Müs­lim)

"Si­zin en ha­yır­lı­nız Ku­ran'ı öğ­re­ten ve onu öğ­re­nen­dir." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

"İki kim­se gıp­ta edil­me­ye (im­re­nil­me­ye) de­ğer: Bi­ri­si Ku­ran öğ­ren­miş ve onun­la ge­ce gün­düz meş­gul ve Ku­ran'ın emir­le­ri­ni ye­ri­ne ge­ti­ren­dir. Di­ğe­ri de Al­lah'ın ken­di­si­ne mal ih­san et­ti­ği kim­se­ler­dir ki ge­ce-gün­düz o ma­lı Al­lah yo­lun­da sarf e­der." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

"Ku­ran'ı oku da yük­sel. Oku­du­ğun nis­bet­te cen­net ba­sa­mak­la­rın­dan yu­ka­rı çık. Dün­ya­da ace­le et­me­den oku­du­ğun gi­bi cen­net­te de öy­le oku. Çün­kü se­nin cen­net­te yer­le­şe­ce­ğin yer, oku­du­ğun aye­tin son nok­ta­sı­dır. Ne ka­dar okur­san o ka­dar yük­se­lir­sin." (Ebu Da­vud-Tir­mi­zi)

"Her­han­gi bir ce­ma­at bir ev­de top­la­nıp da Ku­ran-ı Ke­rim'i okur, ara­la­rın­da mu­ka­be­le eder­ler­se (onun üze­rin­de ça­lı­şır­lar­sa), kalp­le­ri sü­ku­net bu­lur, ra­hat eder­ler. Allah'ın rah­me­ti on­la­rı kap­lar. Me­lek­ler on­la­rı ku­şa­tır. Ce­nab-ı Hak da on­la­rı ken­di nez­din­de­ki­ler ara­sın­da zik­re­der." (Müs­lim)

"Al­lah Ka­tın­da Ku­ran'dan da­ha üs­tün şe­fa­at­çi yok­tur. Ne pey­gam­ber, ne me­lek ne baş­ka­la­rı." (Ta­be­ra­ni)

"Ku­ran'ı duy­gu­la­na­rak oku­ma­yan biz­den de­ğil­dir." (Bu­ha­ri)

Ku­ran-ı Ke­rim oku­ma­nın ada­bı:

1) Ön­ce ab­dest al­ma­lı, yü­zü­nü kıb­le­ye dön­me­li ve na­maz­da otu­rur gi­bi son de­re­ce edep­li ve mü­te­va­zi şe­kil­de otur­ma­lı­dır.

2) Pey­gam­be­ri­miz (sav), "Ku­ran-ı Ke­rim'i üç gün­den ön­ce hat­me­den ah­ka­mı­nı an­la­ya­maz" bu­yur­muş­tur. Bu yüz­den Ku­ran oku­nur­ken ma­na­sı dü­şü­nü­le­rek okun­ma­lı­dır.

3) Her aye­tin hak­kı­nı ve­re­rek oku­ma­lı­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav), için­de azap ge­çen ayet­ler­de Al­lah (cc)'a sı­ğı­nır, rah­met ayet­le­rin­de Al­lah (cc)'tan rah­met is­ter­di.

4) Gös­te­riş ma­na­sı çı­ka­rı­la­bi­le­cek şe­kil­de ve­ya na­maz kı­lan­la­rın na­maz­la­rı­nı ka­rış­tı­ra­cak şe­kil­de okun­ma­ma­lı­dır. Re­su­lul­lah (sav), "Ku­ran-ı Ke­rim'i ses­siz oku­ma­nın, ses­li oku­ma­ya üs­tün­lü­ğü, giz­li ve­ri­len sa­da­ka­nın açık­tan ve­ri­len sa­da­ka­ya üs­tün­lü­ğü gi­bi­dir." (Bu­ha­ri) bu­yur­muş­tur.

5) Gü­zel ses­li oku­ma­ya gay­ret et­me­li­dir. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) "Ku­ran-ı Ke­rim'i gü­zel ses ile süs­le­yi­niz" bu­yur­muş­tur. Oku­ya­nın se­si ne ka­dar gü­zel olur­sa din­le­ye­ne et­ki­si o ka­dar faz­la olur.

6) Ku­ran'ı oku­ya­nın kal­bin­de bü­yük­lü­ğü­nü his­set­me­si ge­re­kir. Oku­yan, bu­nu hiç unut­ma­yıp kal­bi­ni bu­na ha­zır bu­lun­dur­ma­lı ve ga­fil ol­ma­ma­lı­dır.

 

İlim Öğ­ren­mek ve Öğ­ret­mek

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav), "Alim­ler pey­gam­ber­le­rin va­ris­le­ri­dir." bu­yur­muş­lar­dır. Ki­şi­nin hem ca­hil­lik­te ıs­rar edip hem de "Ben Re­su­lul­lah'ın yo­lun­dan gi­di­yo­rum." de­me­si­nin bir an­la­mı yok­tur.

Re­su­lul­lah (sav) bir baş­ka ha­dis­le­rin­de de, "İlim Çin'de bi­le ol­sa öğ­re­ni­niz." (Ta­be­ra­ni) ve "İlim öğ­ren­mek ka­dın-er­kek her Müs­lü­ma­na farz­dır." (İbn-i Ma­ce) bu­yur­muş­tur. Bu yüz­den her Müs­lü­ma­nın, baş­ta İs­lam'ın te­mel ka­ide­le­ri ol­mak üze­re, di­ni tem­sil ede­cek se­vi­ye­de ilim öğ­ren­me­si farz­dır.

Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Pey­gam­ber­ler ne bir al­tın ve ne de bir gü­müş bı­rak­ma­mış­lar, an­cak il­mi mi­ras bı­rak­mış­lar­dır. İş­te o mi­ra­sa ko­nan, son­suz bir haz ve na­sip al­mış de­mek­tir." (Ebu Da­vud)

"İman çıp­lak­tır. El­bi­se­si tak­va, sü­sü utan­mak, mey­ve­si ise ilim­dir." (Ha­kim)

"Be­ni Al­la­h-u Te­ala'ya bi­raz da­ha ya­kın­laş­tı­ra­cak ye­ni bir ilim edin­me­di­ğim gü­nün doğ­ma­sın­da be­nim için bir ha­yır yok­tur." (Ta­be­ra­ni)

"Ce­nab-ı Hak­kın rı­za­sı ara­nan bir il­mi, sırf dün­ya me­ta­ına na­il ol­mak için öğ­re­nen kim­se kı­ya­met gü­nün­de cen­ne­tin ko­ku­su­nu bi­le du­ya­maz." (Ebu Da­vud)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), "İlim öğ­re­ne­ni Al­lah um­ma­dı­ğı yer­den rı­zık­lan­dı­rır." bu­yur­muş­tur. Şey­tan ge­le­cek en­di­şe­si ile in­san­la­rı kor­ku­ta­rak dün­ya­ya dal­dır­mak su­re­tiy­le ilim yo­lun­dan alı­koy­ma­ya ça­lı­şa­bi­lir. Oy­sa Al­lah (cc) yo­lun­da İlim öğ­ren­me­ye ça­lı­şa­nın hem dün­ya­sı hem ahi­re­ti Ce­nab-ı Hak'kın ko­ru­ma­sı al­tın­da­dır.

"Her kim ilim tah­si­li için yo­la çı­kar­sa, bu yüz­den Al­lah ona cen­ne­te gi­re­cek yo­lu ko­lay­laş­tı­rır." (Müs­lim)

"İs­la­mi­yet'i ya­şat­mak için okur­ken ölen kim­se ile, Pey­gam­ber­ler ara­sın­da bir de­re­ce­lik fark var­dır." (Da­ri­mi)

"Kı­ya­met gü­nü üç sı­nıf in­san şe­fa­at eder: Bun­lar pey­gam­ber­ler, son­ra alim­ler, son­ra şe­hid­ler­dir." (İbn-i Ma­ce)

"Al­la­hu Te­ala her ki­min hay­rı­nı mu­rad eder­se, onu din­de alim ve fa­kih kı­lar." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Pey­gam­be­ri­miz (sav), ilim öğ­re­nen­le­ri, dün­ya için öğ­re­nen­ler ve ahi­ret için öğ­re­nen­ler ola­rak iki­ye ayır­mış­tır. İl­mi, dün­ya için öğ­re­nen­le­rin ga­ye­le­ri ser­vet, mev­ki ve şöh­ret­tir. İl­mi ile amel et­me­yen­ler ise mü­na­fık­tır. Çün­kü bun­lar ken­di­le­ri öğ­ren­di­ği ve dil­le­ri ile ka­bul­len­dik­le­ri hal­de kalp­le­ri­ne bu­nu yer­leş­ti­re­me­miş ve ken­di­le­rin­ce Al­lah (cc)'ı al­dat­ma­ya ça­lış­mış­lar­dır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), bun­la­rın ahi­ret­te en ağır şe­kil­de ce­za­lan­dı­rı­la­ca­ğı­nı bil­dir­mek­te­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Kı­ya­met gü­nü en ağır ce­za­yı gö­re­cek olan, Al­lah'ın il­min­den fay­da­lan­dır­ma­dı­ğı alim­ler­dir."

"İl­mi ço­ğal­dı­ğı hal­de ah­la­kı dü­zel­me­yen, Al­lah'a uzak­lık­tan baş­ka bir ­şey el­de ede­mez." (Dey­le­mi)

İlim sa­hi­bi­nin üze­ri­ne bü­yük bir so­rum­lu­luk yük­len­miş­tir. Tak­va sa­hi­bi bir mü­mi­nin ken­di­si­ne ba­ğış­la­nan bu lüt­fu di­ğer mü­min­ler­le pay­laş­ma­sı ge­re­kir:

"İl­min­den so­rul­du­ğu hal­de bil­di­ği­ni sak­la­yan kim­se­nin ağ­zı­na kı­ya­met gü­nü ateş­ten bir gem ta­kı­lır." (Ebu Da­vud)

"Ade­moğ­lu ölün­ce amel def­te­ri dü­rü­lür. An­cak üç şey­den do­la­yı amel def­te­ri­ne se­vap ya­zıl­ma­ya de­vam eder. Bun­lar­dan bi­ri­si is­ti­fa­de edi­len bil­gi­dir." (Müs­lim)

 

Du­anın Fa­zi­le­ti

Re­su­lul­lah (sav) Al­lah (cc)'ı zik­ret­me ko­nu­sun­da ya­ra­tıl­mış­la­rın en üs­tü­nü idi. Gü­nün her anın­da ve han­gi iş­le meş­gul olur­sa ol­sun Al­lah (cc)'ı an­mak­tan ve dua et­mek­ten ge­ri dur­maz­dı. Ku­ran'da "De ki: "Si­zin du­anız ol­ma­say­dı Rab­bim si­ze de­ğer ve­rir miy­di?"..." (Fur­kan Su­re­si, 77) bu­yu­ru­lu­yor. İş­te Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav) han­gi du­rum­da olur­sa ol­sun dua et­mek­ten ve Al­lah (cc)'ı an­mak­tan ge­ri dur­ma­mış­tır.

Re­su­lul­lah (sav)'in dua ko­nu­su­na ver­di­ği ehem­mi­ye­ti aşa­ğı­da­ki söz­le­rin­den da­ha iyi an­la­ya­bi­li­riz:

"Al­lah Ka­tın­da du­adan mak­bul ve kıy­met­li hiç bir şey yok­tur." (Tir­mi­zi)

"Kul du­asın­da üç şe­yin bi­ri­ni al­mak­tan şaş­maz: Ya dua sa­ye­sin­de gü­na­hı ba­ğış­la­nır ve­ya­hut pe­şin bir mü­ka­fat alır ve­ya ahi­ret­te kar­şı­lı­ğı­nı alır." (Dey­le­mi)

"Al­lah'ın faz­lın­dan is­te­yin. Al­lah Ken­din­den is­ten­me­si­ni se­ver. İba­det­le­rin mak­bu­lu, fe­rah­lı­ğı bek­le­mek­tir." (Tir­mi­zi)

"Ku­lun Al­lah'a en çok ya­kın ol­du­ğu hal, sec­de ha­li­dir.

Sec­de­de Al­lah'a çok dua edin." (Müs­lim)

"Mu­hak­kak ki si­zin Rab­bi­niz ha­ya ve ke­rem sa­hi­bi­dir. Kul­la­rı el­le­ri­ni kal­dı­rıp ken­di­sin­den bir şey is­te­dik­le­ri za­man, on­la­rı boş çe­vir­mez." (Tir­mi­zi-Ebu Da­vud)

"Dua et­ti­ği­niz za­man, ka­bul olu­na­ca­ğı­na ina­na­rak dua edin. Bil­miş olun ki, gaf­let­le ya­pı­lan du­ala­rı Al­lah ka­bul et­mez." (Tir­mi­zi)

"Al­la­hu Te­ala du­ala­rı­nı­zı ka­bul eder. Ta ki dua et­tim ha­la ka­bul ol­ma­dı de­yip ace­le et­me­dik­çe. Al­lah'tan çok is­te­yin. Çün­kü siz ke­rem sa­hi­bin­den is­ti­yor­su­nuz." (Bu­ha­ri-Müs­lim)

Re­su­lul­lah (sav)'ın gün için­de sık tek­rar­la­dı­ğı bir dua şöy­le­dir:

"Yü­zü­mü, göğ­sü inanç do­lu bir Müs­lü­man ola­rak ye­ri ve gö­ğü Ya­ra­ta­na çe­vir­dim. Ben O'na or­tak ko­şan­lar­dan de­ği­lim. Kıl­dı­ğım na­maz, yap­tı­ğım iba­det­ler, ha­ya­tım ve ölü­müm or­ta­ğı bu­lun­ma­yan alem­le­rin Rab­bi olan Al­lah'a ait­tir.

Al­lah'ım hü­küm­ran Sen­sin. Sen­den baş­ka İlah yok­tur. Sen Rab­bim­sin. Ben Se­nin ku­lu­num. Rab­bim, gü­nah­la­rı­mı an­cak Sen ba­ğış­lar­sın. Be­ni en gü­zel huy­la­ra ulaş­tır. Za­ten en gü­zel­le­ri­ne an­cak Sen ulaş­tı­rır­sın. Kö­tü huy­la­rı ben­den uzak­laş­tır. On­la­rı Sen­den baş­ka­sı ben­den uzak­laş­tı­ra­maz. Ben Se­nin­le­yim. Sa­na dö­ne­ce­ğim. Sen yü­ce­ler yü­ce­si­sin. Af­fı­na sı­ğı­nı­yor, Sa­na yö­ne­li­yo­rum.

Gök­le­rin ve ye­rin Ya­ra­tı­cı­sı, giz­li ola­nı, aşi­kar ola­nı bi­len Al­lah'ım! Ay­rı­lı­ğa düş­tük­le­ri ko­nu­lar­da kul­la­rı­nın ara­sın­da Sen hük­me­der­sin. İz­nin­le, hak­ta ay­rı­lı­ğa düş­tük­le­ri ko­nu­lar­da be­ni hak­ka ulaş­tır. Şüp­he­siz Sen di­le­di­ği­ni doğ­ru yo­la eriş­ti­rir­sin." (Tir­mi­zi-Müs­lim)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in uyan­dı­ğın­da et­ti­ği dua ise şöy­le­dir:

"Bi­zi ölü­m­den son­ra di­ril­ten Al­lah'a ham­dol­sun. O'nun hu­zu­run­da top­la­na­ca­ğız. Tek Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. O'nun or­ta­ğı yok­tur. Mülk O'nun­dur. Hamd O'na­dır. O her­şe­ye ka­dir­dir. Al­lah'a ham­dol­sun. Al­lah'ı bü­tün ek­sik­lik­ler­den ten­zih ede­rim. Al­lah'tan baş­ka İlah yok­tur. Al­lah en yü­ce­dir." (Bu­ha­ri-Tir­mi­zi)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in evin­den çık­tı­ğın­da yap­tı­ğı dua:

"Al­lah'ın adıy­la. Al­lah'a te­vek­kül et­tim. Al­lah'ım sa­pık­lı­ğa düş­mek­ten ve dü­şü­rül­mek­ten, aya­ğı­mın kay­ma­sın­dan ve kay­dı­rıl­ma­sın­dan, zul­met­mek­ten ve zul­me uğ­ra­mak­tan, ce­ha­le­te düş­mek­ten ve ca­hil gö­rün­mek­ten Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Tir­mi­zi)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in mes­ci­de gir­di­ğin­de yap­tı­ğı dua:

"Al­lah'ım gü­nah­la­rı­mı ba­ğış­la ve ba­na rah­me­ti­nin ka­pı­la­rı­nı aç." (İbn-i Ma­ce)

Re­su­lul­lah (sav)'ın evi­ne gi­rer­ken yap­tı­ğı dua:

"Be­ni ko­ru­yan ve sı­ğın­dı­ran Al­lah'a ham­dol­sun. Be­ni ye­di­ren ve içi­ren Al­lah'a ham­dol­sun. Ba­na iyi­lik­te bu­lu­nan ve iyi­li­ği ar­tı­ran Al­lah'a ham­dol­sun. Ya­rab! Sen­den be­ni ce­hen­nem­den ko­ru­ma­nı di­le­rim." (Ebu Da­vud)

Pey­gam­be­r Efen­di­miz (sav)'in bir baş­ka du­ası:

"Al­lah'ım! Gö­rü­nen gö­rün­me­yen, mad­di-ma­ne­vi bü­tün pis­lik­ler­den, ko­vul­muş şey­tan­dan Sa­na sı­ğı­nı­rım." (Ta­be­ra­ni)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ezan okun­du­ğun­da yap­tı­ğı dua:

"Bu ek­sik­siz, ica­bet olu­nan da­ve­tin ve ken­di­sin­den ötü­rü du­ala­ra ica­bet olu­nan hak da­ve­tin ve tak­va ke­li­me­si­nin Rab­bi olan Al­lah'ım. Be­ni bu inanç üze­re öl­dür, ona bağ­lı ya­şat, kı­ya­met gü­nü amel yö­nün­den bu inan­ca sa­hip sa­lih kim­se­ler­den ey­le." (Bey­ha­ki)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ye­mek du­ası:

"Al­lah'ım! Ye­dir­din, içir­din, muh­taç et­me­din, mem­nun et­tin. Hi­da­yet et­tin ve di­rilt­tin. Ver­di­ğin ni­met­ler mu­ka­bi­lin­de Sa­na ham­dol­sun." (Ah­med)

Pey­gam­ber Efen­di­miz Hz. Mu­ham­med'in (sav) ha­dis­le­rin­de du­anın ada­bı şöy­le açık­lan­mış­tır:

1) Şe­ref­li va­kit­le­ri ara­mak:

Se­ne içe­ri­sin­de are­fe gün­le­ri, Ra­ma­zan ayı, per­şem­be ge­ce­le­ri, se­her va­kit­le­ri, Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in çok­ça dua et­ti­ği za­man­lar­dır.

2) Al­lah (cc) Ka­tın­da önem­li olan an­lar­da dua et­mek:

Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Gök ka­pı­la­rı, İs­lam top­lu­lu­ğu ile in­kar­cı top­lu­lu­ğu­nun kar­şı­laş­tı­ğı, yağ­mu­run yağ­dı­ğı ve farz na­maz­la­rı­nın kı­lın­dı­ğı es­na­da açı­lır. Bu va­kit­le­ri ga­ni­met bi­le­rek dua edin."

Baş­ka bir ha­dis­te ise, "Oruç­lu­nun du­ası red­do­lun­maz." (Tir­mi­zi) buy­rul­muş­tur. Böy­le an­lar­da dua edil­me­si­ne özen gös­ter­mek hem du­anın ka­bu­lü hem de Sün­net-i Se­niy­ye'nin ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si açı­sın­dan önem­li­dir.

3) Dua sı­ra­sın­da kıb­le­ye dön­mek, el­le­ri kal­dır­mak, avuç­la­rı bir­leş­ti­rip avuç içi­ni yü­ze doğ­ru çe­vir­mek sünnet­ten­dir.

Re­sul-i Ek­rem Efen­di­miz (sav) dua et­ti­ği za­man kol­tuk al­tı gö­rü­ne­cek ka­dar eli­ni kal­dı­rır ve dua sı­ra­sın­da par­mak­la­rı ile işa­ret et­mez­di. (Müs­lim)

4) Du­ayı giz­li­ce, ha­fif ses­le yap­mak:

Ebu Mu­sa'dan ri­va­yet edil­miş­tir. "Bir se­fe­re (Hay­ber Se­fe­ri) çık­mış­tık. Halk (yol­da, bir ara) yük­sek ses­le tek­bir ge­tir­me­ye baş­la­dı. Bu­nun üze­ri­ne Hz. Pey­gam­ber (sav) (mü­da­he­le ede­rek): "Ne­fis­le­ri­ni­ze kar­şı mer­ha­met­li olun. Zi­ra siz­ler, sa­ğır bi­ri­si­ne hi­tab et­mi­yor­su­nuz, mu­ha­ta­bı­nız ga­ib de de­ğil. Siz­ler gö­ren, işi­ten, (ne­re­de ol­sa­nız) si­zin­le olan bir Zat­'a, Al­lah­'a hi­tab edi­yor­su­nuz. Dua et­ti­ği­niz Zat, her bi­ri­ni­ze, bi­ne­ği­nin boy­nun­dan da­ha ya­kın­dır" de­di. (Kü­tüb-ü Sit­te, 1778)

5) Du­ada yap­ma­cık söz­ler­den sa­kın­mak:

Dua eden ki­şi te­va­zu ve hu­şu için­de is­te­me­li, yap­ma­cık söz­ler­den ka­çın­ma­lı­dır. Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir ha­di­sin­de, "İle­ri­de du­ada had­di­ni aşan ce­ma­at­ler tü­re­ye­cek­tir." bu­yur­muş­tur. Dua eden ki­şi ac­zi­ni ifa­de et­me­li, ma­na­sız is­tek­ler­den ka­çın­ma­lı­dır.

6) Al­lah (cc)'tan kor­ka­rak, ka­bu­lü­nü uma­rak ve ıs­rar­la dua et­mek:

"Dua et­ti­ği­niz za­man, ka­bul olu­na­ca­ğı­na ina­na­rak dua edin. Bil­miş olun ki gaf­let­le ya­pı­lan du­ala­rı Al­lah ka­bul et­mez." (Tir­mi­zi)

"Al­lah du­ala­rı­nı­zı ka­bul eder. Ta ki dua et­tim de­yip ha­la ka­bul ol­ma­dı de­yip ace­le et­me­dik­çe. Al­lah'tan çok is­te­yin. Çün­kü siz ke­rem sa­hi­bin­den is­ti­yor­su­nuz." (Müs­lim)

 

Tev­be

 

"An­cak kim iş­le­di­ği zu­lüm­den son­ra tev­be eder ve (dav­ra­nış­la­rı­nı) dü­zel­tir­se, şüp­he­siz Al­lah onun tev­be­si­ni ka­bul eder. Mu­hak­kak Al­lah, ba­ğış­la­yan­dır, esir­ge­yen­dir." (Ma­ide Su­re­si, 39)

 

Tev­be, es­ki gü­nah­lar­dan ve ha­ta­lar­dan kur­tul­mak için bü­yük bir fır­sat­tır. Mü­min­ler bu fır­sa­tı gü­nün her anın­da de­ğer­len­dir­me­li­dir. Hz. Ali, "Elin­de tev­be ve is­tiğ­far gi­bi kur­tu­luş ça­re­le­ri bu­lu­nan kim­se­le­rin he­lak ol­ma­la­rı­na şa­şa­rım." bu­yur­muş­tur. Şey­ta­nın oyun­la­rı­na ye­nik dü­şen ve ha­ta­la­rı­nı dü­zel­te­me­yen in­san­la­rın tev­be ve du­adan baş­ka hiç­bir kur­tu­luş yo­lu yok­tur. An­cak bu sa­ye­de dün­ya ve ahi­ret­te sa­ade­te ka­vu­şu­la­bi­lir.

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Tev­be ve is­tiğ­fa­ra de­vam eden kim­se­ye Al­la­hu Te­ala her sı­kın­tı­sın­dan bir kur­tu­luş ve her dar­lık­tan bir ge­niş­lik ve­rir ve um­ma­dı­ğı yer­den ken­di­si­ni rı­zık­lan­dı­rır." (Ebu Da­vud)

"Kal­bi­min ufuk­la­rı­nı ba­zen ha­fif bu­lut­lar kap­lar gi­bi olur ve bu se­bep­ten gün­de yüz ke­re Al­lah'tan mağ­fi­ret di­le­rim." (Müs­lim)

Re­sul-i Ek­rem (sav) de­vam­lı ola­rak, "Al­lah'ım, Se­ni nok­san sı­fat­lar­dan ten­zih eder ve Sa­na ham­d e­de­rim. Allah'ım! Be­ni mağ­fi­ret ey­le, Sen tev­be­le­ri ka­bul eden mer­ha­met sa­hi­bi­sin der­di." (Ha­kim)

"Al­lah'ım! Se­ni nok­san sı­fat­lar­dan ten­zih ede­rim, nef­si­me zulm et­tim, kö­tü iş­ler­de bu­lun­dum, Sen­den baş­ka gü­nah­la­rı­mı ba­ğış­la­ya­cak hiç­bir kuv­vet yok­tur. Sen be­ni af­fet di­yen kim­se­yi, akın ha­lin­de bu­lu­nan ka­rın­ca­lar ka­dar gü­na­hı ol­sa da Al­lah af­fe­der." (Bey­ha­ki)

"Al­lah'ım! Be­ni ih­las­la iyi­lik et­ti­ğin­de cen­net ile müj­de­le­nen, kö­tü­lük et­ti­ği za­man da aka­bin­de tev­be eden kul­la­rın­dan ey­le." (İbn-i Ma­ce)

Pey­gam­be­ri­mi­z (sav)'in tav­si­ye et­ti­ği tev­be is­tiğ­far şöy­le­dir:

"Al­lah'ım! Sen be­nim Rab­bim, ben Se­nin ku­lu­num. Be­ni Sen ya­rat­tın. Ben Sa­na gü­cü­mün yet­ti­ği ka­dar ver­di­ğim söz üze­rin­de­yim. Yap­tı­ğım kö­tü­lük­ler­den Sa­na sı­ğı­nı­rım. Ver­di­ğin ni­met­le­re kar­şı ku­sur et­tim, nef­si­me zul­met­tim. Gü­nah­la­rı­mı hu­zu­run­da iti­raf eder, geç­miş ve ge­le­cek gü­nah­la­rım­dan do­la­yı sen­den mağ­fi­ret di­le­rim. Be­ni mağ­fi­ret ey­le, her ne şe­kil­de olur­sa ol­sun bü­tün gü­nah­la­rı Sen­den baş­ka kim­se ba­ğış­la­ya­maz." (Bu­ha­ri)

 

Di­lin Bü­yük Teh­li­ke­si; Fu­zu­li Ko­nuş­mak:

 

"On­lar, 'tü­müy­le boş' şey­ler­den yüz çe­vi­ren­ler­dir." (Mü'mi­nun Su­re­si, 3)

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav), ko­nuş­ma­la­rın­da üm­me­ti için söz­le­rin en iyi­si­ni ve gü­ze­li­ni se­çer­di. Ko­nuş­ma tar­zı­nı be­ğen­me­di­ği ki­şi­le­ri der­hal uya­rır­dı. Mü­min­le­rin söz ile bir­bir­le­ri­ni kır­ma­la­rı­na izin ver­mez­di.

Re­su­lul­lah (sav) boş ve ya­rar­sız söz­ler söy­le­ye­cek olan ki­şi­nin sü­kut et­me­si­nin da­ha ya­rar­lı ola­ca­ğı­nı söy­le­miş­tir. Bir baş­ka ha­dis­te ise "Sü­kut eden kur­tul­muş­tur." (Tir­mi­zi) bu­yur­muş­tur. Bu ko­nu­da Re­su­lul­lah (sav)'ın bir­çok ha­di­si bu­lun­mak­ta­dır:

"Mi­de­si­nin, edep ye­ri­nin ve di­li­nin şer­rin­den ko­ru­nan kim­se, bü­tün kö­tü­lük­ler­den ko­run­muş olur." (Dey­le­mi)

"Müj­de o kim­se­ye­dir ki sö­zü­nün faz­la­sı­nı tut­muş ve ma­lı­nın faz­la­sı­nı in­fak et­miş­tir." (Bez­zar)

"Ha­yır ol­ma­yan şey­den di­li­ni çek, an­cak bu sa­ye­de şey­ta­na ga­le­be ça­lar­sın." (Ta­be­ra­ni)

"Al­la­hu Te­ala her­ke­sin di­li­nin ya­nın­da­dır. Ya­ni söy­le­nen her sö­zü bi­lir. O hal­de her­kes ko­nuş­tu­ğu söz­de Al­lah'tan kork­sun." (Ha­tib)

Uk­be İb­nu Amir'den ri­va­yet olu­nur: "(Bir gün): "Ey Al­lah­`ın Re­su­lü! Kur­tu­lu­şu­muz na­sıl ola­cak?" di­ye sor­muş­tum, şöy­le ce­vap ver­di­ler: "Di­li­ni tut, evi­ni ge­niş­let..." (Kü­tüb-i Sit­te, 5858)

Bir söz söy­ler­ken dü­şü­ne­rek söy­le­mek mü­mi­ne ya­kı­şan gü­zel bir dav­ra­nış olur. Dü­şün­me­den söy­le­nen bir söz ba­zen is­ten­me­yen yer­le­re gi­de­bi­lir ve de­ğer ver­di­ği­miz in­san­la­rı in­ci­te­bi­lir. Bu söz eğer İs­la­m hak­kın­da bir ko­nu içe­ri­yor­sa da­ha da has­sas olun­ma­lı­dır. Re­su­lul­lah (sav) şöy­le bu­yur­muş­tur:

"Mü­mi­nin li­sa­nı kal­bi­nin öte­sin­de­dir. Bir şey söy­le­ye­ce­ği za­man ön­ce onu dü­şü­nür ve son­ra ko­nu­şur. Mü­na­fı­ğın­sa bu­nun ak­si­ne kal­bi di­li­nin öte­sin­de­dir. Bir şey söy­le­ye­ce­ği za­man, dü­şün­me­den onu söy­ler." (Ha­ra­iti)

Ko­nu­şur­ken laf faz­la uza­tıl­ma­ma­lı­dır. An­la­tı­la­cak ko­nu kı­sa ve öz bir şe­kil­de an­la­tıl­ma­lı­dır. Bu sa­ye­de hem ko­nu­şu­lan ki­şi­nin faz­la vak­ti alın­ma­mış olur hem de Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­ne ri­ayet edil­miş olu­nur.

"Dik­kat edin, de­rin söz­le­re da­lıp ge­rek­siz ye­re la­fı uza­tan­lar he­la­ka uğ­ra­mış­lar­dır." (Müs­lim)

"Bir za­man ge­le­cek ki, in­san­lar söz­le­ri­ni, inek­le­rin otu ge­ve­le­me­le­ri gi­bi ge­ve­le­yip du­ra­cak­lar." (Ah­med)

Ko­nuş­ma­lar­da çir­kin, ava­mi, ar­go ve müs­teh­cen ke­li­me­ler­den ka­çı­nıl­ma­lı­dır. Bu tip ko­nuş­ma­lar bir sü­re son­ra kal­bin ka­tı­laş­ma­sı­na ve ko­nuş­ma­la­rın fi­il­le­re de yan­sı­ma­sı­na se­be­bi­yet ve­re­bi­lir. Ni­te­kim Re­su­lul­lah (sav) bu­yu­ru­yor ki:

"Aman fa­hiş ve çir­kin söz­ler­den ka­çı­nın; zi­ra Al­lah çir­kin söz­le­ri ve fa­hiş ko­nuş­ma­la­rı sev­mez." (Ha­kim)

"Mü­min ta'n et­mez (kı­na­maz), kim­se­ye do­kun­maz, la­net et­mez, fa­hiş söz söy­le­mez ve kim­se­yi yer­mez." (Tir­mi­zi)

Mü­min­le­rin bir­bir­le­ri­ne kar­şı yap­tık­la­rı suç­la­ma­lar­da dik­kat­li ol­ma­la­rı ge­re­kir. Eğer ya­pı­lan suç­la­ma doğ­ru de­ğil­se, ahi­ret­te bek­len­me­dik şe­kil­de kul hak­kı ola­rak in­sa­nın kar­şı­sı­na çı­ka­bi­lir.

"Bir kim­se bir kim­se­yi kü­für ve fısk ile it­ham eder de it­ham edi­len kim­se böy­le ol­maz­sa bu it­ham, it­ham ede­ne dö­ner." (Bu­ha­ri)

"Ey in­san­lar, as­ha­bım, kar­deş­le­rim ve ya­kın­la­rım hu­su­sun­da be­ni dü­şü­nü­nüz ve on­la­rın aley­hi­ne ko­nuş­ma­yı­nız. Ey in­san­lar, bi­ri öl­dü­ğü za­man onu kö­tü­lük­le­riy­le de­ğil iyi­lik­le­ri ile anı­nız." (Müs­ned)

"Kim din kar­de­şi­ni tev­be et­ti­ği bir gü­na­hın­dan do­la­yı ayıp­lar­sa, o gü­nah ile müp­te­la ol­ma­dan öl­mez." (Tir­mi­zi)

"En bü­yük hı­ya­net, ar­ka­da­şı­na ver­di­ği bir söz­de o sa­na inan­dı­ğı hal­de ya­lan söy­le­mek­tir." (Bu­ha­ri)

"Ya­zık­lar ol­sun o kim­se­ye ki, mil­le­ti gül­dür­mek için ya­lan söy­ler. Vay ona, vay ona." (Ebu Da­vud-Tir­mi­zi)

Di­ni­miz­de, ya­lan ke­sin­lik­le ya­sak­lan­mış­tır. Re­su­lul­lah Efen­di­miz (sav), ya­la­nın kü­çük ve bü­yük ya­lan ola­rak ayı­rı­mı­nın ya­pı­la­ma­ya­ca­ğı­nı ve ya­la­nın her tür­lü­sü­nü kı­na­dı­ğı­nı söy­le­miş­tir. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bu ko­nu­da­ki du­ası şöy­le­dir:

"Al­lah'ım kal­bi­mi ni­fak­tan, edep ye­ri­mi zi­na­dan ve di­li­mi ya­lan­dan te­miz­le." (Ha­tib)

"İn­san bir ya­lan söy­le­di­ği za­man onun pis ko­ku­sun­dan me­lek­ler bir mil me­sa­fe uzak­la­şır." (Tir­mi­zi)

Ku­ran'da gıy­bet (de­di­ko­du) et­mek, ölü kar­de­şi­nin eti­ni ye­mek­le ay­nı gö­rül­müş­tür. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de de gıy­be­tin mü­min­ler ara­sın­da te­sa­nü­tü kı­ra­ca­ğı ve kul hak­kı­nın oluş­ma­sı­na se­be­bi­yet ve­re­ce­ği söy­len­miş­tir. Ay­rı­ca mü­min­le­re te­ces­süs­le bak­mak, on­la­rın ku­sur­la­rı­nı araş­tır­mak, gıy­bet ka­dar bü­yük bir gü­nah­tır. Ni­te­kim Pey­gam­be­ri­miz  (sav) mi­raç­ta kar­şı­laş­tı­ğı bir ola­yı şöy­le an­lat­mış­tır:

"Mi­ra­ca çık­tı­ğım ge­ce, tır­nak­la­rı ile yüz­le­ri­ni tır­ma­la­yan bir­ta­kım kim­se­ler gör­düm. Ceb­ra­il'e, 'Bun­lar kim­dir?' di­ye sor­dum. Ceb­ra­il de, 'Bun­lar in­san­lar hak­kın­da gıy­bet edip, on­la­rın giz­li hal­le­ri­ni araş­tı­ran­lar­dır' de­di. (Ebu Da­vud)

"Ey di­li ile iman edip kalp­le­ri ile inan­ma­yan­lar. Müs­lü­man­lar hak­kın­da gıy­bet et­me­yin, on­la­rın giz­li hal­le­ri­ni araş­tır­ma­yın. Kim mü­min kar­de­şi­nin giz­li hal­le­ri­ni araş­tı­rır­sa Al­lah da onun giz­li hal­le­ri­ni or­ta­ya çı­ka­rır." (Ebu Da­vud)

'Gıy­be­tin ne ol­du­ğu­nu bi­li­yor mu­su­nuz? Kar­deş­le­ri­ni­zi hoş­lan­ma­ya­ca­ğı şey ile an­ma­nız­dır' bu­yur­du. Bu­nun üze­ri­ne, 'Söy­le­dik­le­ri­niz o adam­da var­sa bu­na ne bu­yu­rur­su­nuz' di­yen­le­re Re­sul-i Ek­rem, 'Söy­le­di­ği­niz ku­sur­lar on­da var­sa iş­te o za­man gıy­bet olur, yok­sa if­ti­ra et­miş olur­su­nuz.' de­di. (Müs­lim)

"Bir kim­se kar­de­şi­nin ırz ve şe­re­fi­ne gıy­bet ede­ne mü­da­ha­le eder­se, Al­lah o kim­se­yi kı­ya­met gü­nü ce­hen­nem­den uzak­laş­tı­rır." (Tir­mi­zi)

 

 


PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İN

VE­DA HUT­BE­SI

 

 

Ve­da Hut­be­si Hz. Pey­gam­ber (sav)'in yüz bi­ni aş­kın ha­cı­ya hi­ta­ben irad et­ti­ği hut­be­dir.

Bu hut­be­yi din­le­yen­le­rin sa­yı­sı­nın çok ol­ma­sı, ge­len bu ha­ber­le­rin doğ­ru­luk de­re­ce­si­ni be­lirt­me­si açı­sın­dan önem­li­dir. Bu gi­bi ha­ber­le­re mü­te­va­tir ha­ber de­nir. Yan­lış ol­ma­sı ak­len müm­kün de­ğil­dir. Bu hut­be­de va­ze­di­len her ko­nu kut­lu Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) ta­ra­fın­dan söy­len­miş­tir, bun­da hiç­bir şüp­he yok­tur. İçe­rik ba­kı­mın­dan da, dün­ya ve ahi­ret ha­ya­tı­na da­ir ya­pıl­ma­sı ge­re­ken­le­ri bil­dir­di­ğin­den di­nin bir öze­ti­ni oluş­tur­mak­ta­dır.

 Hz. Pey­gam­ber (sav) bu son hut­be­sin­de, bun­dan son­ra bir da­ha hac­ce­de­me­ye­ce­ği­ni bil­di­rip ve­fa­tı­nın yak­laş­tı­ğı­nı ima et­ti­ği, son­ra­ki ge­len gün­ler de O'nun (sav) bu söz­le­ri­ni doğ­ru­la­dı­ğı için bu hac­ca "Ve­da Hac­cı", bu hac es­na­sın­da irad et­ti­ği hut­be­ye de "Ve­da Hut­be­si" adı ve­ril­miş­tir.

Ve­da Hut­be­si her ne ka­dar tek bir hut­be imiş gi­bi ka­bul edil­mek­tey­se de, ger­çek­te bu hut­be, Ara­fat'ta, Mi­na'da ve bir gün son­ra yi­ne Mi­na'da ol­mak üze­re are­fe gü­nü ile bay­ra­mın 1. ve 2. gün­le­rin­de par­ça par­ça irad edil­miş­tir. De­ği­şik yer ve za­man­lar­da irad bu­yu­rul­du­ğu için de hut­be, bir­çok ki­şi ta­ra­fın­dan bir­bi­rin­den fark­lı şe­kil­ler­de ri­va­yet edil­miş; bir ki­şi­nin ya da g­ru­bun duy­du­ğu­nu baş­ka­la­rı işit­me­di­ğin­den, hut­be­nin ta­ma­mı­nın bir ara­ya top­lan­ma­sın­da bu fark­lı ri­va­yet­ler­den ya­rar­la­nıl­mış ve da­ha son­ra­ki yıl­lar­da bu üç yer ve za­man­da bu­yu­ru­lan hut­be tek bir hut­be ola­rak bir ara­ya ge­ti­ril­miş­tir.

Hz. Pey­gam­ber (sav)'in bu son hac­cın­dan bir yıl ön­ce na­zil olan Tev­be su­re­sin­de, "Ey iman eden­ler, müş­rik­ler an­cak bir pis­lik­tir­ler; öy­ley­se bu yıl­la­rın­dan son­ra ar­tık Mes­cid-i Ha­ram'a yak­laş­ma­sın­lar. Eğer ih­ti­yaç için­de kal­mak­tan kor­kar­sa­nız, Al­lah di­ler­se si­zi Ken­di faz­lın­dan zen­gin kı­lar. şüp­he­siz Al­lah bi­len­dir, hü­küm ve hik­met sa­hi­bi­dir." (Tev­be Su­re­si, 28) buy­rul­muş­tur. Bu hü­küm­le, müş­rik­le­rin pis ol­du­ğu ve bu yıl­dan son­ra Mes­cid-i Ha­ram'a yak­laş­ma­ma­la­rı em­re­dil­di­ği için, Ve­da Hac­cı'nda Mek­ke'de sa­de­ce Müs­lü­man­lar var­dı. Hut­be­yi de yal­nız­ca Müs­lü­man­lar din­le­miş­ti. (Böy­le­lik­le müş­rik­le­rin bu hut­be­ye ya­lan kat­ma­la­rı da ön­len­miş ol­du). Za­ten Mek­ke'nin fet­hin­den son­ra müş­rik­le­rin sa­yı­sı par­mak­la sa­yı­la­cak ka­dar azal­mış­tı.

Hz. Pey­gam­ber (sav), Mek­ke'den ken­di­siy­le bir­lik­te yo­la çı­kan 100 bin ci­va­rın­da­ki As­ha­bıy­la Mek­ke'ye hac­cet­mek için gel­dik­le­rin­de bir yıl ön­ce­ki ikaz se­be­biy­le Mek­ke'de müş­rik kal­ma­mış­tı, ço­ğun­luk Müs­lü­man olur­ken Mek­ke'yi ter­k e­den­ler de var­dı. Hz. Pey­gam­ber (sav), hac­cın bü­tün er­ka­nı­nı biz­zat ken­di­si ye­ri­ne ge­ti­re­rek Müs­lü­man­la­ra öğ­ret­miş, İs­lam'ın Hac ko­nu­sun­da­ki fi­il­le­ri de böy­le­ce ta­mam­lan­mış­tı. İs­lam'ın ta­mam­lan­dı­ğı­nı bil­di­ren ayet­ler de bu Ve­da Hac­cı'nda na­zil ol­du.

Ca­hi­li­ye dö­ne­min­de, dı­şa­rı­dan ge­len ha­cı­lar Ara­fat'ta vak­fe­ ye du­rur­ken, Ku­reyş eş­ra­fı di­ğer in­san­lar­dan üs­tün ol­duk­la­rı­nı ima eder­ce­si­ne Ara­fat ye­ri­ne Müz­de­li­fe'de vak­fe­ye du­rur­lar­dı. Hz. Pey­gam­ber (sav), ca­hi­li­ye dö­ne­mi­nin bu sı­nıf üs­tün­lü­ğü­ne da­ya­lı ade­ti­ni or­ta­dan kal­dır­dı ve bü­tün ha­cı­lar gi­bi Ara­fat'ta vak­fe­ye dur­du. Hz. Pey­gam­ber (sav)'e ora­da bu di­nin ta­mam­lan­dı­ğı şu ayet-i ke­ri­mey­le müj­de­len­di :

... Bu­gün in­ka­ra sa­pan­lar, si­zin di­ni­niz­den (di­ni­ni­zi yık­mak­tan) umut kes­miş­ler­dir. Bu­gün si­ze di­ni­ni­zi ke­ma­le er­dir­dim, üze­ri­niz­de­ki ni­me­ti­mi ta­mam­la­dım ve si­ze din ola­rak İs­lam'ı se­çip-be­ğen­dim… (Ma­ide Su­re­si, 3)

 

Di­nin ke­ma­le er­di­ril­me­si­ne bü­tün Müs­lü­man­lar se­vi­nir­ken yal­nız­ca Hz. Ebu Be­kir, bu­nun Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ve­fa­tı­nın yak­laş­tı­ğı­na de­la­let et­ti­ği­ni an­la­mış ve göz­le­rin­den yaş­lar ak­mış­tı. Ger­çek­ten de bun­dan son­ra Hz. Pey­gam­ber (sav), 82 gün ya­şa­mış ve ve­fat et­miş­tir.

 

Resulullah (sav)'ın Hutbesi

De­ve­si Kus­va'nın üze­rin­de ol­du­ğu hal­de Hz. Pey­gam­ber (sav), Ara­fat'ta şu hut­be­yi irad et­ti:

"Ey in­san­lar!

 Sö­zü­mü iyi din­le­yi­niz. Bil­mi­yo­rum, bel­ki bu se­ne­den son­ra si­zin­le bu­ra­da ebe­di ola­rak bir da­ha bu­lu­şa­ma­ya­ca­ğım. Ey in­san­lar; bu gün­le­ri­niz na­sıl mu­kad­des bir gün ise, bu ay­la­rı­nız na­sıl mu­kad­des bir ay ise, bu şeh­ri­niz na­sıl mu­kad­des bir şe­hir ise; can­la­rı­nız, mal­la­rı­nız, ırz­la­rı­nız da öy­le mu­kad­des­tir, her tür­lü sal­dı­rı­dan emin­dir.

As­ha­bım! 

Ya­rın Rab­bi­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız ve bu­gün­kü her hal ve ha­re­ke­ti­niz­den so­ru­la­cak­sı­nız. Sa­kın ben­den son­ra es­ki da­la­let­le­re dö­nüp bir­bi­ri­ni­zin boy­nu­nu vur­ma­yı­nız. Bu va­si­ye­ti­mi bu­ra­da bu­lu­nan­lar bu­lun­ma­yan­la­ra bil­dir­sin. Ola­bi­lir ki bil­di­ri­len kim­se, bu­ra­da bu­lu­nup da işi­ten­ler­den da­ha iyi an­la­ya­rak mu­ha­fa­za et­miş olur.

Ey As­ha­bım! 

Ki­min ya­nın­da bir ema­net var­sa onu sa­hi­bi­ne ver­sin. Fa­izin her çe­şi­di kal­dı­rıl­mış­tır, aya­ğı­mın al­tın­da­dır. La­kin bor­cu­nu­zun as­lı­nı ver­mek ge­re­kir. Ne zul­me­di­niz ve ne de zul­me uğ­ra­yı­nız. Al­lah'ın em­riy­le fa­iz­ci­lik ar­tık ya­sak­tır. Ca­hi­li­ye­den kal­ma bu çir­kin ade­tin her tür­lü­sü aya­ğı­mın al­tın­da­dır. İlk kal­dır­dı­ğım fa­iz de Ab­dul­mut­ta­lip oğ­lu (am­cam) Ab­bas'ın fa­izi­dir. 

As­ha­bım!

Ca­hi­li­ye dö­ne­min­de gü­dü­len kan da­va­la­rı da ta­ma­men or­ta­dan kal­dı­rıl­mış­tır. İlk kal­dır­dı­ğım kan da­va­sı da Ab­dul­mut­ta­lib'in to­ru­nu (ye­ğe­nim) Re­bia'nın kan da­va­sı­dır.

Ey in­san­lar!

Bu­gün şey­tan şu top­rak­la­rı­nız­da ye­ni­den nü­fuz ve sal­ta­nat el­de et­me gü­cü­nü kay­bet­miş­tir. Fa­kat bu kal­dır­dı­ğım şey­ler ha­ri­cin­de kü­çük gör­dü­ğü­nüz iş­ler­de de ona uyar­sa­nız bu da onu mem­nun ede­cek­tir. Di­ni­ni­zi ko­ru­mak için bun­lar­dan sa­kı­nı­nız.

Ey in­san­lar! 

Ka­dın­la­rın hak­la­rı­na ri­ayet et­me­ni­zi ve bu hu­sus­ta Al­lah'tan kork­ma­nı­zı tav­si­ye ede­rim. Siz ka­dın­la­rı Al­lah'ın ema­ne­ti ola­rak al­dı­nız. Ve on­la­rın na­mus­la­rı­nı ve is­met­le­ri­ni Al­lah adı­na söz ve­re­rek he­lal edin­di­niz. Si­zin ka­dın­lar üze­rin­de­ki hak­kı­nız; ai­le şe­re­fi­ni­zi ko­ru­ma­la­rı ve ev­le­ri­ni­zi si­zin hoş­lan­ma­dı­ğı­nız hiç kim­se­ye aç­ma­ma­la­rı, çiğ­net­me­me­le­ri­dir...

Ka­dın­la­rın da si­zin üze­ri­niz­de­ki hak­la­rı; ör­fe (ade­te) gö­re her tür­lü gi­yim ve yi­ye­cek­le­ri­ni te­min et­me­niz­dir.

Ey mü­min­ler!

Si­ze bir ema­net bı­ra­kı­yo­rum ki siz ona sım­sı­kı sa­rıl­dık­ça yo­lu­nu­zu hiç­bir za­man şa­şır­maz­sı­nız. O ema­net Al­lah'ın ki­ta­bı Kur'an­dır.

Ey mü­min­ler!

Sö­zü­mü iyi din­le­yi­niz ve mu­ha­fa­za edi­niz. Müs­lü­man Müs­lü­ma­nın kar­de­şi­dir ve bü­tün Müs­lü­man­lar kar­deş­tir. Din kar­de­şi­ni­ze ait olan her­han­gi bir hak­ka te­ca­vüz, baş­ka­sı­na he­lal de­ğil­dir. An­cak gö­nül hoş­lu­ğuy­la ve­ri­len baş­ka. As­ha­bım! Nef­si­ni­ze de zul­met­me­yi­niz. Nef­si­ni­zin de üze­ri­niz­de hak­kı var­dır.

Ey in­san­lar!

Ce­nab-ı Hak her hak sa­hi­bi­ne hak­kı­nı ver­miş­tir. Va­ris için va­si­ye­te ge­rek yok­tur. Ço­cuk ki­min dö­şe­ğin­de doğ­muş­sa ona ait­tir. Zi­na­kar için mah­ru­mi­yet ce­za­sı var­dır. Ba­ba­sın­dan baş­ka­sı­na ne­sep id­dia eden soy­suz ya­hut efen­di­sin­den baş­ka­sı­na uy­ma­ya kal­kan nan­kör, Al­lah'ın ga­za­bı­na, me­lek­le­rin la­ne­ti­ne ve bü­tün Müs­lü­man­la­rın düş­man­lı­ğı­na uğ­ra­sın. Ce­nab-ı Hak bu in­san­la­rın ne tev­be­le­ri­ni ne de şe­ha­det­le­ri­ni ka­bul eder."

Re­su­lul­lah (sav) söz­le­ri­nin bu­ra­sın­da din­le­yen­le­re sor­du: 

 "Ey in­san­lar! 

Ya­rın be­ni siz­den so­ra­cak­lar. Ne der­si­niz?"

As­hab-ı Ki­ram ce­vap ver­di:

"Al­lah'ın ri­sa­le­ti­ni teb­liğ et­tin; gö­re­vi­ni ye­ri­ne ge­tir­din, bi­ze va­si­yet ve na­si­hat­te bu­lun­dun di­ye şe­ha­det ede­riz."

Re­su­lul­lah (sav) şe­ha­det par­ma­ğı­nı gö­ğe kal­dı­ra­rak üç kez:

"Ya Rab şa­hid ol! Ya Rab şa­hid ol! Ya Rab şa­hid ol!"  bu­yu­ra­rak Ara­fat'ta­ki hut­be­si­ni bi­tir­di.

Re­su­lul­lah (sav), gü­neş ba­tın­ca­ya ka­dar vak­fe­de dur­du. Tam bu­ra­dan in­me­ye ka­rar ve­re­ce­ği bir an­da yu­ka­rı­da zik­re­di­len Ma­ide Su­re­si'nin 3. aye­ti na­zil ol­du. Da­ha son­ra de­ve­si­ne bi­nen Re­su­lul­lah (sav) ya­vaş adım­lar­la Ara­fat'tan ine­rek Müz­de­li­fe'ye gel­di. Bu­ra­da bir ezan ve iki ka­met ile ak­şam ve yat­sı na­maz­la­rı­nı bir­leş­ti­re­rek kıl­dı. Ar­dın­dan is­ti­ra­ha­te çe­kil­di. Sa­bah olun­ca ce­ma­at­le bir­lik­te sa­bah na­ma­zı­nı kıl­dı ve or­ta­lık iyi­ce ağar­dık­tan son­ra Müz­de­li­fe'den Cem­re­tü'l Aka­be mev­ki­ine gel­di. Şey­tan taş­la­ma­dan son­ra Mi­na'ya ge­çen Re­su­lul­lah (sav) bu­ra­da da Ve­da Hut­be­si'nin di­ğer bö­lü­mü­nü irad et­ti. Al­lah (cc)'a ham­dü se­na­dan son­ra de­vam­la:

"Ey in­san­lar!

Si­zi Al­lah'ın ki­ta­bı­na bağ­la­yan Pey­gam­be­ri­ni­zin söz­le­ri­ni iyi din­le­yi­niz, ona ita­at edi­niz. Hac iba­de­ti­ni­zin bü­tün ha­re­ket­le­ri­ni ben­den gör­dü­ğü­nüz gi­bi ifa edi­niz. Öy­le sa­nı­yo­rum ki, ben bu se­ne­den son­ra bir da­ha hac­ce­de­mem."

Re­su­lul­lah (sav), bun­dan son­ra hut­be­si­ni so­ru­lu-ce­vap­lı ola­rak sür­dür­dü: 

"Ey in­san­lar!

Ay­la­rın ye­ri­ni de­ğiş­ti­re­rek ge­ri bı­rak­mak in­kar­da aşı­rı git­mek­tir. Ka­fir­ler böy­le yap­mak­la doğ­ru yol­dan sap­tı­lar. Al­lah'ın ha­ram kıl­dı­ğı ay­la­rın sa­yı­sı­nı uy­gun yap­mak için, bir yıl ha­ram ayı­nı he­lal, di­ğer yıl onu ha­ram sa­yı­yor­lar­dı. Böy­le­ce Al­lah'ın ha­ram kıl­dı­ğı­nı he­lal ka­bul edi­yor­lar­dı. Şim­di za­man Al­lah'ın gök­le­ri ve ye­ri ya­rat­tı­ğı gi­bi ay­nı du­ru­ma dön­dü. Al­lah'ın Ka­tın­da ay­lar on iki­dir. Bun­la­rın dör­dü mu­kad­des (ha­ram) ay­lar­dır ki üçü ar­ka ar­ka­ya ge­len Zil­ka­de, Zil­hic­ce ve Mu­har­rem, dör­dün­cü­sü de Ce­ma­zi­ye­la­hir ile şa­ban'ın ara­sın­da­ki Re­cep'tir. Ey mü'min­ler! Bu ay han­gi ay­dır?

-Al­lah ve Re­su­lü da­ha iyi bi­lir.

-Zil­hic­ce ayı de­ğil mi­dir?

-Evet, Zil­hic­ce'dir.

-Bu için­de bu­lun­du­ğu­muz bel­de han­gi bel­de­dir?

-Al­lah ve Re­su­lü da­ha iyi bi­lir.

-Mek­ke şeh­ri de­ğil ­mi­dir?

-Evet Mek­ke'dir.

-Bu­gün han­gi gün­dür?

-Al­lah ve Re­su­lü da­ha iyi bi­lir.

-Yev­mü­nahr'dır. (Kur­ban kes­me gü­nü) de­ğil­ mi­dir?

-Evet Yev­mü­nahr'dır."

Bun­dan son­ra Re­su­lul­lah (sav) sa­ha­be­le­re dö­ne­rek şöy­le de­di:

"şu hal­de iyi bi­li­niz ki; bu şeh­ri­niz­de, bu bel­de­niz­de, bu gü­nü­nü­zün mu­kad­des (ha­ram) ol­du­ğu gi­bi bir­bi­ri­ni­ze kan­la­rı­nı­zı dök­mek, mal­la­rı­nı­zı hak­sız ye­re al­mak, na­mus­la­rı­nı­zı kir­let­mek de ha­ram­dır, her tür­lü sal­dı­rı­dan ma­sum­dur. Mu­hak­kak ki siz Rab­bi­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız, o za­man bü­tün bu iş­ler­den so­ru­la­cak­sı­nız. 

Ey in­san­lar! 

Ak­lı­nı­zı ba­şı­nı­za alın ­da ben­den son­ra bir­bi­ri­ni­zin boy­nu­nu vu­ra­cak şe­kil­de da­la­le­te, vah­şe­te dü­şe­rek ca­hi­li­ye dev­ri­ne dön­me­yin. 

Ey in­san­lar! 

Bu na­si­hat­le­ri­me ku­lak ve­rip bun­la­rı bu­ra­da ha­zır bu­lu­nan­la­rı­nız bu­lun­ma­yan­la­ra teb­liğ et­sin. Ola­bi­lir ki, ken­di­si­ne teb­liğ edi­len kim­se bu­ra­da bu­lu­nup işi­ten bir kı­sım kim­se­den da­ha iyi an­la­yıp bel­le­miş olur.

Ar­dın­dan Re­su­lul­lah (sav) iki kez:

-"Teb­liğ et­tim mi?" bu­yur­du.

-Sa­ha­bi­ler:

-"Evet et­tin", de­yin­ce Re­su­lul­lah (sav);

-"Şa­hit ol Ya Rab!" de­di ve tek­rar ha­tır­lat­tı:

Bu­ra­da bu­lu­nan­lar bu­lun­ma­yan­la­ra teb­liğ et­sin."

Re­su­lul­lah (sav), Mi­na'da­ki bu hut­be­sin­den son­ra kur­ban ke­sim ye­ri­ne ge­le­rek ön­ce­den ha­zır­la­nan de­ve­le­ri kur­ban et­ti. Bir kıs­mı­nı da Hz. Ali (k.v) kes­tik­ten son­ra her de­ve­den bi­rer par­ça et alı­na­rak pi­şi­ri­lip ye­nil­di. Da­ha son­ra tı­raş olan Re­su­lul­lah (sav), ih­ram­dan çık­tı ve Ka­be'yi ta­vaf et­ti. Öğ­le na­ma­zı­nı da ora­da kıl­dık­tan son­ra Zem­zem su­yu­nun ya­nı­na git­ti ve ken­di­si­ne su­nu­lan bir bar­dak su­yu iç­tik­ten son­ra tek­rar Mi­na'ya dön­dü.

Re­su­lul­lah (sav) Mi­na'da ge­çir­di­ği teş­rik gün­le­rin­de şey­tan taş­la­ma gö­re­vi­ni ye­ri­ne ge­tir­miş, bu ara­da çev­re­sin­de bu­lu­nan in­san­la­ra hut­be­ler irad bu­yur­muş­tu.

"Al­lah'ın yar­dı­mı ve fe­tih gel­di­ği za­man, ve in­san­la­rın Al­lah'ın di­ni­ne dal­ga dal­ga gir­dik­le­ri­ni gör­dü­ğün­de, he­men Rab­bi­ni hamd ile tes­bih et ve O'ndan mağ­fi­ret di­le. Çün­kü O, tev­be­le­ri çok ka­bul eden­dir." (Nasr Su­re­si, 1-3) me­alin­de­ki Nasr Su­re­si'nin na­zil ol­du­ğu­nu du­yan Müs­lü­man­la­ra, hem ye­ni na­zil olan bu su­re­yi oku­muş hem de ken­di­le­ri­ne na­si­hat et­ti­ği hut­be­le­rin­den bi­ri­ni irad bu­yur­muş­tur.

Bu hut­be­sin­de de yi­ne Müs­lü­man­la­rın mal, can, na­mus em­ni­ye­tin­den bah­se­den Re­su­lul­lah (sav) in­san hak­la­rı­nın te­me­li­ni oluş­tu­ran bu üç hak­kı tek­rar tek­rar üm­me­ti­ne ha­tır­lat­mış­tı. De­ği­şik yer ve za­man­lar­da irad edi­len bu hut­be­ler, tek bir şe­kil­de bü­tün­leş­ti­ril­miş­tir.

 

Veda hutbesinin önemi

Ve­da Hut­be­si bir­çok yön­den ehem­mi­yet ta­şır:

Her­şey­den ön­ce Hz. Pey­gam­ber (sav)'in ha­ya­tı­nın son­la­rın­da irad edil­miş­tir. Ma­lum ol­du­ğu üze­re Ve­da Hac­cı Hic­ret'in 10. yı­lın­da ce­re­yan et­miş­tir. Hz. Pey­gam­ber (sav) öm­rü­nün son ay­la­rı­nı ya­şa­mak­ta­dır ve bir­kaç ay son­ra ve­fat ede­cek­tir. "... Bu­gün si­ze di­ni­ni­zi ke­ma­le er­dir­dim, üze­ri­niz­de­ki ni­me­ti­mi ta­mam­la­dım ve si­ze din ola­rak İs­lam'ı se­çip-be­ğen­dim..." (Ma­ide Su­re­si, 3) me­alin­de­ki ayet de bu hac sı­ra­sın­da na­zil ol­muş­tur.

Hut­be muh­te­va ola­rak çok ehem­mi­yet­li­dir. Çün­kü cid­di me­se­le­le­re te­mas et­mek­te, o gü­ne ka­dar ele alın­ma­mış olan bir­çok ca­hi­li tat­bi­ka­ta son ve­r­mek­te­dir. Kan da­va­sı­nın, fa­izin ke­sin­lik­le kal­dı­rıl­ma­sı, ka­rı-ko­ca ara­sın­da­ki hu­ku­kun açı­ğa ka­vuş­tu­rul­ma­sı, hac ka­ide­le­ri­nin tes­bi­ti gi­bi ko­nu­la­rın hep­si­ne bu hut­be­de yer ve­ri­lir.

Gü­nü­müz mü­el­lif­le­rin­den ba­zı­la­rı Ve­da Hut­be­si'ni İs­lam'ın "in­san hak­la­rı" ve­ya "ka­dın hak­la­rı" be­yan­na­me­si ola­rak de­ğer­len­di­rir. Ger­çek­ten de in­san­la­rın "mal, can, ırz" do­ku­nul­maz­lı­ğı­nın te­yi­di (ka­yıt al­tı­na al­mak, ga­ran­ti et­mek) ta­rih­te ilk de­fa mey­da­na ge­len bir ha­di­se­dir. 20. asır­da Bir­leş­miş Mil­let­ler­ce be­nim­se­nen in­san hak­la­rı be­yan­na­me­si çok da­ha faz­la de­ta­ya yer ver­mek­te­dir. An­cak, bu be­yan­na­me­de­ki­ler hep ka­ğıt üze­rin­de kal­mış­tır. Bu­ra­da Ve­da Hut­be­si'nde ise alem­le­re rah­met ola­rak gön­de­ri­len Hz. Pey­gam­ber (sav)'in teb­li­ği ola­rak vic­dan­la­ra, ruh­la­ra, akıl ve fi­kir­le­re nak­şol­ma söz ko­nu­su­dur.

İn­san­lık, Müs­lü­man­la­rın en güç­lü ve gös­te­riş­li ol­du­ğu de­vir­ler­de bi­le, di­li, di­ni, ren­gi ne olur­sa ol­sun İs­lam top­rak­la­rın­da ka­nın­dan, ma­lın­dan, ır­zın­dan emin ol­muş ve hür­ri­yet için­de ya­şa­mış­tır.

İn­san hak­la­rı an­la­yı­şı ta­rih bo­yun­ca ya­vaş ya­vaş ge­liş­miş ol­mak­la bir­lik­te en mü­te­ka­mil şek­liy­le İs­lam'la ger­çek­leş­miş­tir. Hz. Pey­gam­ber (sav)'in Ve­da Hut­be­si ilk in­san hak­la­rı be­yan­na­me­si ola­rak önem­li­dir. İs­la­mi dev­let­ler ta­ra­fın­dan git­tik­çe ol­gun­laş­tı­rı­lıp ge­liş­ti­ri­len in­san hak­la­rı­nın Ba­tı­da­ki ge­li­şi­mi an­cak 18. ve 19. yüz­yıl­lar­da (13 asır son­ra) ol­muş­tur.

 

Hut­be­nin Top­lum Ha­ya­tı­na Ge­tir­di­ği Pren­sip­ler

Ve­da Hut­be­si'nde Re­su­lul­lah (sav)'ın baş­lı­ca şu nok­ta­la­ra te­mas et­ti­ği gö­rü­lür:

-Her iş­te da­ima Al­lah (cc)'a hamd-ü se­na et­mek ge­re­kir.

-Ne­fis, in­sa­nı her za­man şer­re yö­nelt­mek is­ter. Bu se­bep­ler ne­fis­le­rin şer­rin­den Al­lah (cc)'a sı­ğın­mak ge­re­kir.

-Can, mal ve ırz kut­sal­dır. Ya­şa­ma hak­kı ta­bii bir hak­tır. Irz, şe­ref, hay­si­yet, hür­ri­yet ve mül­ki­yet sal­dı­rı­dan ko­run­muş hak­lar­dır.

-Ca­hi­li­ye ge­le­nek­le­ri kal­dı­rıl­mış­tır. İn­san­lar alı­şa­gel­dik­le­ri şey­le­ri kö­rü kö­rü­ne yap­mak­tan vaz­geç­me­li­dir.

-Fa­iz ha­ram­dır.

-Kan da­va­sı güt­mek ha­ram­dır.

-Ema­net­ler yer­le­ri­ne ve­ril­me­li­dir. Ema­ne­te hı­ya­net edil­me­me­li­dir.

-Kü­çük bü­yük, önem­li-önem­siz her iş­te şey­ta­na uy­mak­tan sa­kı­nıl­ma­lı­dır.

-Ka­dın­la­rın ve er­kek­le­rin kar­şı­lık­lı hak, va­zi­fe ve so­rum­lu­luk­la­rı var­dır.

-Hem ka­dın hem de er­kek­ler zi­na­dan şid­det­le ka­ça­cak­lar­dır.

-Kö­le ve hiz­met­çi­le­re iyi dav­ra­nı­la­cak­tır.

-Bü­tün Müs­lü­man­lar kar­deş­tir. Her tür­lü sı­nıf fark­la­rı ve ay­rı­ca­lık­lar kal­dı­rıl­mış­tır. Üs­tün­lük fa­zi­let ile­dir.

-Zu­lüm­den sa­kın­mak ge­re­kir, hal­kın ma­lı hak­sız ye­re ye­ne­mez, bi­ri­ne ait bir şey sa­hi­bi­nin iz­ni ol­ma­dık­ça baş­ka­sı için he­lal ol­maz.

-Müs­lü­man­lar bir­bir­le­riy­le sa­vaş­mak­tan sakınmalıdırlar.

-Al­lah (cc)'ın Ki­ta­bı­na ve Re­su­lul­lah (sav)'ın sünneti­ne uyan­lar as­la sa­pık­lı­ğa düş­mez­ler.

-İs­lam sa­de­li­ğin­den ay­rıl­ma­mak, aşı­rı­lık­la­ra sap­ma­mak ge­re­kir.

-Hak Te­ala'ya iba­det olu­na­cak; beş va­kit na­maz kı­lı­na­cak, oruç ayın­da oruç tu­tu­la­cak, Re­su­lul­lah (sav)'ın tav­si­ye­le­ri­ne uyu­la­cak­tır. Bun­la­rı hak­kıy­la ye­ri­ne ge­ti­ren­le­rin mü­ka­faa­tı Al­lah (cc)'ın iz­niy­le cen­net­tir.

 

 

 

 


ÜM­ME­TİN TEK KUR­TU­LUŞ YO­LU:

FIR­KA-İ NA­Cİ­YE

 

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav) bir ha­di­sin­de "İs­ra­ilo­ğul­la­rı­nın ba­şı­na ge­len şey si­zin de ba­şı­nıza ge­le­cek­tir. İs­ra­ilo­ğul­la­rı yet­miş iki fır­ka­ya ay­rıl­dı; Be­nim üm­me­tim de yet­miş üç fır­ka­ya ay­rı­la­cak­tır ve bi­ri dı­şın­da hep­si ce­hen­ne­me gi­de­cek­tir. On­lar be­nim ve as­ha­bı­mın yo­lun­da bu­lu­nan fır­ka­dır." bu­yur­muş­tur.

Her tür­lü fit­ne­nin yo­ğun ola­rak ya­şan­dı­ğı gü­nü­müz­de Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in bu ha­di­si mü­min­le­re ışık tut­ma­sı açı­sın­dan çok önem­li­dir.

İn­san­lık ta­ri­hi­ne ba­kıl­dı­ğın­da, Al­lah (cc)'ın gön­der­di­ği el­çi­le­rin söz­le­ri­nin dik­ka­te alın­ma­dı­ğı za­man di­lim­le­ri­nin acı­lar­la, yok­sul­luk­lar­la ve ba­şa­rı­sız­lık­lar­la so­nuç­lan­dı­ğı gö­rü­lür. Gü­nü­müz­de de Al­lah (cc)'ın bu sün­ne­ti de­vam et­mek­te­dir. Rab­bi­miz'in ko­ru­ma­sı al­tın­da­ki Ku­ran'a ve Ku­ran'ın açık­la­ma­sı olan sünnete tam an­la­mıy­la sa­rı­nıl­ma­dı­ğı sü­re­ce İs­lam dün­ya­sın­da ba­şa­rı­sız­lık­lar ve aciz­lik­ler söz ko­nu­su ola­cak­tır.

Kı­ya­met gü­nü, yüz­le­ri ka­rar­mış ve ek­şi­miş olan­lar­dan de­ğil, yüz­le­ri ışıl ışıl Rab­bi­miz'e ba­kan­lar­dan ola­bil­mek, an­cak -Al­lah (cc)'ın iz­niy­le- Al­lah (cc)'ın son me­sa­jı Ku­ran'ın ve O'nun Re­su­lü Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav)'in aç­mış ol­du­ğu nur­lu yo­lun iz­len­me­siy­le müm­kün ola­cak­tır.

İçin­de bu­lun­du­ğu­muz ve "ahir za­man" ola­rak ad­lan­dı­rı­lan bu dö­nem­de kut­lu Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) ha­dis­le­rin­de, ön­ce fit­ne­le­rin ya­şa­na­ca­ğı­nı an­cak son­ra­sın­da müj­de­li gün­le­rin ge­le­ce­ği­ni bil­dir­miş­tir. Re­su­lul­lah ahir za­ma­nı; Ku­ran ah­la­kı­nın ve İs­lam'ın gü­zel­lik­le­ri­nin dün­ya­nın her ye­rin­de yay­gın ola­rak ya­şa­na­ca­ğı gün­ler ola­rak ta­rif et­miş­tir. İs­lam ale­mi­nin zor bir dö­nem­den ge­çi­yor ol­ma­sı da as­lın­da bu müj­de­li gün­le­rin are­fe­sin­de ol­du­ğu­mu­zun bir gös­ter­ge­si­dir. Eh­l-i Sün­net iti­ka­dın­da önem­li bir yer teş­kil eden ahir­ za­man ve bu dö­nem­de ola­cak­la­rın bil­di­ril­di­ği ha­dis­ler ve ri­va­yet­ler hep gü­nü­mü­zü işa­ret et­mek­te­dir.

 

 

 


AHİR ZA­MAN ve MÜJ­DE­LE­NEN

EH­L-İ SÜN­NET

 

 

Pey­gam­be­ri­miz (sav) kı­ya­met ön­ce­sin­de, sa­vaş­la­rın, ça­tış­ma­nın, kar­ga­şa­nın, ada­let­siz­li­ğin, zul­mün, fit­ne­nin ar­ta­ca­ğı, tüm dün­ya­nın bü­yük bir kar­ma­şa içi­ne sü­rük­le­ne­ce­ği bir dö­ne­min ya­şa­na­ca­ğı­nı bildirmiştir. Bu sı­kın­tı­lı dö­ne­min ise, hemen arkasından gelecek olan ve ada­le­tin, ba­rı­şın, hu­zu­run, sev­gi­nin, hoş­gö­rü­nün, bol­lu­ğun ve be­re­ke­tin ha­kim ola­ca­ğı Al­tın­çağ'ın ha­ber­ci­si ol­du­ğu­nu da haber vermiştir.

Kut­lu Pey­gam­be­ri­miz Hz. Mu­ham­med (sav) bu dö­ne­mi Ehl-i Sün­net olan Müs­lü­man­lar için bir müj­de ola­rak bil­dir­miş­tir. İs­lam'ın uy­gu­la­ma­la­rın­da yan­lış­la­ra dü­şül­me­si­nin ar­dın­dan tek­rar İs­lam'ın as­lı­na ka­vu­şa­ca­ğı bir dö­nem olan ahir za­man, gü­nü­müz­de tüm açık­lı­ğı ile ya­şan­mak­ta­dır. Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in 1400 se­ne ön­ce­sin­den bil­dir­miş ol­du­ğu ahir zaman ile ilgili haberler aynı şekilde ger­çek­leş­miş ve ger­çek­leş­me­ye de de­vam et­mek­te­dir.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ver­di­ği bil­gi­le­re gö­re ahir za­ma­nın ilk dev­re­sin­de or­ta­ya çı­ka­cak olan, Al­lah (cc)'ı in­kar ede­rek ate­iz­mi ve din­siz­li­ği tel­kin eden bir ta­kım fel­se­fi sis­tem­ler ne­de­niy­le in­san­lar ara­sın­da bü­yük bir bo­zul­ma ya­şa­na­cak­tır. İn­san­lık ya­ra­tı­lış ama­cın­dan uzak­la­şa­cak, bu­nun so­nu­cun­da bü­yük bir ma­ne­vi boş­luk ve ah­la­ki bo­zul­ma olu­şa­cak­tır. Bü­yük fe­la­ket­ler, sa­vaş­lar ve acı­lar ya­şa­na­cak ve tüm in­san­lar bu sı­kın­tı­la­ra son ve­re­bil­mek için "Na­sıl kur­tu­lu­ruz?" so­ru­su­nun ce­va­bı­nı ara­ya­cak­lar­dır.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de, ahir za­man ala­met­le­ri ola­rak bil­di­ri­len bu ge­liş­me­le­rin pek ço­ğu, gü­nü­müz­de art ar­da ve bi­re­bir ha­ber ve­ril­di­ği şe­kil­de ger­çek­leş­miş­tir. Örneğin son za­man­lar­da dün­ya ge­ne­lin­de gö­rü­len sa­vaş ve ça­tış­ma­la­rın, te­rör, şid­det, anar­şi ve kar­ga­şa­nın, kat­li­am­la­rın gi­de­rek art­mış ol­ma­sı ahir za­ma­nın ilk dö­ne­mi­nin ya­şan­mak­ta ol­du­ğu­nun bir gös­ter­ge­si­dir. Çeşitli doğa olayları ile ilgili hadislerde bildirilenler de günümüzde gerçekleşenlerle büyük paralellik göstermektedir. (www.ahirzaman.net)

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de­ki bil­gi­le­re gö­re Al­lah (cc), bu ka­ran­lık dö­ne­min ar­dın­dan in­san­la­rı ahir za­ma­nın kar­ma­şa­sın­dan kur­ta­ra­cak ve bü­yük bir kur­tu­lu­şa ulaş­tı­ra­cak­tır. Al­lah (cc), gü­zel ah­lak­tan uzak­la­şan in­san­la­rı, de­je­ne­ras­yo­na uğ­ra­yan top­lum­la­rı doğ­ru yo­la ilet­mek için "Meh­di" ya­ni "doğ­ru­ya gö­tü­ren" sı­fa­tı­nı ta­şı­yan üs­tün ah­lak­lı bir ku­lu­nu ve­si­le kı­la­cak­tır. İs­lam alim­le­ri­nin açık­la­ma­la­rın­da Hz. Meh­di'nin bu doğ­rul­tu­da üç bü­yük so­rum­lu­luk üst­len­di­ği bil­di­ril­mek­te­dir.

Hz. Meh­di ön­ce­lik­le Al­lah (cc)'ı in­kar eden ve din­siz­li­ği des­tek­le­yen fel­se­fi sis­tem­le­rin fik­ri ola­rak çü­rü­tül­me­si­ni sağ­la­ya­cak­tır. Di­ğer yan­dan İs­lam'ı, Ku­ran'da ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in sün­ne­tin­de bil­di­ril­di­ği şe­kil­de özü­ne dön­dü­re­cek­tir. İs­la­mi­yet'i tüm bo­zul­ma­lar­dan, hu­ra­fe­ler­den arın­dı­ra­rak ger­çek Ku­ran ah­la­kı­nın ya­şan­ma­sı­nı sağ­la­ya­cak­tır. Ahir za­ma­nın ilk dö­ne­min­de in­san­lı­ğın içe­ri­sin­de bu­lun­du­ğu tüm ka­rı­şık­lık­la­ra, top­lum­sal so­run­la­ra, sos­yal sı­kın­tı­la­ra çö­züm ge­ti­re­cek, yer­yü­zün­de ba­rış, hu­zur, mut­lu­luk ve gü­zel ah­la­kın ha­kim ol­ma­sı­na ve­si­le ola­cak­tır. Üçün­cü ola­rak ise da­ğı­nık du­rum­da­ki İs­lam ale­mi­ni to­par­la­ya­cak­tır.

 

Ahir zamanın bir başka müjdesi ise Allah (cc)'ın kutlu peygamberi Hz. İsa'nşn tekrar dünyaya gelecek olmasıdır. Hz. İsa'nın yer­yü­zü­ne ikin­ci kez ge­li­şi Ku­ran ayet­le­rin­de, Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de ve kıy­met­li İs­lam alim­le­ri­nin eser­le­rin­de hiç şüp­he­ye yer bı­rak­ma­ya­cak şe­kil­de ha­ber ve­ril­mek­te­dir.

Hz. İsa ge­li­şiy­le bir­lik­te, tes­lis (üç­le­me) gi­bi put­pe­rest inanç­la­rı, haç, ruh­ban­lık gi­bi ba­tıl uy­gu­la­ma­la­rı, ha­ram fi­il­le­ri or­ta­dan kal­dı­ra­cak, Hı­ris­ti­yan dün­ya­sı­nı için­de bu­lun­du­ğu çar­pık du­rum­dan kur­ta­ra­cak, tüm in­san­la­rı Ku­ran'da bil­di­ri­len hak di­ni ve üs­tün ah­lak mo­de­li­ni ya­şa­ma­ya ça­ğıra­cak­tır.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'den ak­ta­rı­lan pek çok ha­dis­te Hz. İsa ve Hz. Meh­di'nin, Dec­cal'in fi­kir sis­te­mi­ni or­ta­dan kal­dır­ma­la­rı­nın ar­dın­dan Al­lah (cc)'ın iz­niy­le yer­yü­zün­de İs­lam ah­la­kı­nın ha­kim ola­ca­ğı kut­lu bir dö­ne­min ya­şa­na­ca­ğı bil­di­ril­mek­te­dir. "Al­tın­çağ" ola­rak ad­lan­dır­dı­ğı­mız bu dö­nem ya­rım yüz­yıl­dan faz­la sü­re­cek ve Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in dö­ne­min­de ya­şa­nan "Asr-ı Sa­adet" ben­ze­ri ihtişamlı bir de­vir ola­cak­tır. Bu dev­re­nin "Al­tın­çağ" ola­rak isim­len­di­ril­me­si­nin se­be­bi ise Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in, bu dev­ri cen­net ben­ze­ri özel­lik­ler­le tas­vir et­miş ol­ma­sı­dır.

Al­lah (cc)'ın iz­niy­le bu dö­nem­de in­san­la­rın hu­zur ve gü­ven için­de ya­şa­ya­bil­me­le­ri için ge­re­ken her tür­lü şart mev­cut ola­cak­tır. Ahir za­ma­nın ilk dö­nem­le­rin­de ya­şa­nan her tür­lü bo­zul­ma, kar­ga­şa ve sı­kın­tı or­ta­dan kal­ka­cak, bir­bi­ri ar­dın­ca sü­re­ge­len bü­yük fe­la­ket­ler, sa­vaş­lar, acı­lar son bu­la­cak­tır. Al­lah (cc)'ı in­kar eden bir­ta­kım fel­se­fi sis­tem­le­rin ne­den ol­du­ğu de­je­ne­ras­yon, ma­ne­vi boş­luk ve ah­la­ki bo­zul­ma ye­ri­ni tüm ina­nan in­san­la­rın asır­lar­dır öz­le­mi­ni duy­duk­la­rı, Ku­ran ah­la­kı­nın ha­kim ola­ca­ğı kut­lu bir dö­ne­me bı­ra­ka­cak­tır. Rab­bi­miz tüm in­san­la­rı ahir za­ma­nın bü­yük kar­ma­şa­sın­dan kur­ta­ra­cak ve bol­lu­ğun, be­re­ke­tin ve ada­le­tin ya­şa­na­ca­ğı bir ni­me­te ka­vuş­tu­ra­cak­tır.

 

Peygamberimiz (sav)'in ahir zamanla ilgili

müjdeleri

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de Hz. Meh­di za­ma­nın­da ya­şa­na­cak olan ve Al­tın­çağ ola­rak ad­lan­dır­dı­ğı­mız dö­nem­de­ki ni­met­le­rin eş­siz­li­ği an­la­tıl­mak­ta­dır. Ha­dis­le­re gö­re bu dönem, ürün­ler­de ve mal­lar­da çok bü­yük bol­luk ve be­re­ke­tin ya­şan­dı­ğı bir dö­nem ola­cak, bu de­vir­de çok bü­yük bir zen­gin­lik ve re­fah ya­şa­na­cak­tır. İh­ti­ya­cı ola­na is­te­di­ğin­den kat kat da­ha faz­la­sı ve­ri­le­cek, hiç­bir şey sa­yı­lıp öl­çül­me­ye­cek, en ufak bir sı­kın­tı, yok­luk ve aç­lık ya­şan­ma­ya­cak­tır.

 

Ürün bolluğunun olması

Yer­yü­zün­de­ki tüm zen­gin­lik­ler or­ta­ya çı­ka­cak, top­rak­tan her za­man­kin­den çok da­ha faz­la ürün el­de edi­le­cek­tir. Bu dö­nem­de ya­şa­na­cak olan bol­luk ve be­re­ke­ti müj­de­le­yen ha­dis­ler­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

Ebu Na­im, Sa­id'den tah­ric et­ti, O de­di, Pey­gam­ber (sav) bu­yur­du: Üm­me­tim ara­sın­da Meh­di ge­le­cek­tir. Öm­rü, kı­sa olur­sa ye­di, yok­sa se­kiz, yok­sa do­kuz se­ne. Üm­me­tim Onun za­ma­nın­da iyi ve kö­tü­nün ben­ze­ri ile ni­met­len­me­di­ği bir ni­met­le ni­met­le­ne­cek, se­ma üzer­le­ri­ne bol yağ­mur yağ­dı­ra­cak, arz ne­ba­tın­dan hiç­bir şey sak­la­ma­ya­cak­tır. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 9)

İb­ni Ebi Şey­be, Mu­san­nef isim­li ki­ta­bın­da Ebu Sa­id-il Hud­ri'den tah­ric et­ti, O de­di, Re­su­lul­lah (sav) bu­yur­du:

Be­nim üm­me­tim­den Meh­di ge­le­cek­tir. Öm­rü uza­sa da kı­sal­sa da, ye­di, se­kiz yıl ve­ya do­kuz yıl, mülk sü­re­cek­tir. Ve da­ha ön­ce zu­lüm­le do­lu olan dün­ya­yı ada­let­le dol­du­ra­cak­tır. Se­ma yağ­mu­ru in­di­re­cek, yer be­re­ke­ti­ni çı­ka­ra­cak, da­ha ön­ce gö­rül­me­miş bir bi­çim­de üm­me­tim O'nun za­ma­nın­da ra­hat ede­cek­tir. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 9)

… Yer­yü­zü için­de­ki ha­zi­ne­le­ri dı­şa­rı­ya fır­la­ta­cak­tır. (El-Kav­lu'l Muh­ta­sar Fi Ala­ma­til Meh­diyy-il Mun­ta­zar, s.45)

 … Arz, içe­ri­sin­de giz­le­di­ği bü­tün zen­gin­lik­le­ri­ni, al­tın­dan ve gü­müş­ten sü­tun­lar ha­lin­de dı­şa­rı ata­cak. (Ölüm-Kı­ya­met-Ahi­ret ve Ahir za­man Ala­met­le­ri, s. 464)

 "İn­san­lar bir öl­çek buğ­day ek­tik­le­rin­de kar­şı­lı­ğın­da ye­di yüz öl­çek bu­la­cak... İn­san bir­kaç avuç to­hum ata­cak, 700 avuç ha­sat ede­cek­tir... Çok yağ­mur yağ­ma­sı­na rağ­men bir dam­la­sı bi­le bo­şa git­me­ye­cek." (Kı­ya­met Ala­met­le­ri, s.164 / El-Kav­lu'l Muh­ta­sar Fi Ala­ma­til Meh­diyy-il Mun­ta­zar, s. 24)

 

Ahlaki bozulmanın ortadan kalkması, güven ve

huzur ortamının oluşması

Al­tın­çağ'da ay­rı­ca, top­lum­da hü­küm sü­ren ah­la­ki bo­zul­ma ve ada­let­siz­lik de or­ta­dan kal­ka­cak­tır. Ala­bil­di­ği­ne art­mış olan hır­sız­lık, sah­te­kar­lık, do­lan­dı­rı­cı­lık, ih­ti­yaç için­de ola­nın gö­ze­til­me­me­si, sa­de­ce çok kü­çük bir züm­re­nin bol­luk için­de ya­şa­ma­sı gi­bi ada­let­siz­lik­ler son bu­la­cak­tır.

Ku­ran ah­la­kı­nın ha­kim ol­du­ğu bu dö­nem­de top­lu­mun her ke­si­min­de­ki in­san­lar ara­sın­da çok bü­yük bir eşit­lik ya­şa­na­cak, hu­zur ve gü­ven do­lu bir or­tam ola­cak­tır. Bu güvenlik do­lu or­ta­mın bir so­nu­cu ola­rak in­san­lar hiç­bir sah­te­kar­lı­ğa, kö­tü­lü­ğe ve ha­ram fi­il­le­re de ya­naş­ma­ya­cak­lar­dır. Ahir za­man­da ya­şa­na­cak olan bu ada­let do­lu or­tam ha­dis­ler­de şöy­le an­la­tıl­mak­ta­dır:

Ray­va­ni, Müs­ned isim­li ese­rin­de ve Ebu Na­im Hu­zey­

fe'den tah­ric et­ti, Re­su­lul­lah (sav) bu­yur­du:

Meh­di... Ev­vel­ce zu­lüm­le do­lu olan yer­yü­zü­nü ada­let­le dol­du­ra­cak­tır. O'nun hi­la­fe­ti dö­ne­min­de yer ve gök eh­li, ha­va­da­ki kuş­lar bi­le On­dan ra­zı ola­cak­lar­dır. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 24)

Nu­aym b. Ham­mad, Ebu Sa­id-il Hud­ri'den tah­ric et­ti, O de­di, Pey­gam­ber (sav) bu­yur­du:

Üm­met bal arı­la­rı­nın bey­le­ri et­ra­fın­da top­lan­ma­sı gi­bi Meh­di'ye sı­ğı­nır­lar. O da­ha ön­ce zu­lüm­le do­lu olan dün­ya­yı ada­let­le dol­du­rur, in­san­lar Asr-ı Sa­adet dö­ne­mi­ne ade­ta ge­ri dö­ner, uy­ku­da olan uyan­dı­rıl­maz ve bir dam­la bi­le kan akı­tıl­maz. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 11)

… Yer­yü­zü zu­lüm ve iş­ken­ce ile dol­du­ğu gi­bi onu doğ­ru­luk ve ada­let­le dol­du­rur. (Sü­ne­ni-i Ebu Da­vut, 5/93)

Yer­yü­zü, zu­lüm ve iş­ken­ce ye­ri­ne ada­let­le do­la­cak­tır. (Kı­ya­met Ala­met­le­ri, s. 163)

… Dün­ya ada­let ve hak­la­rın ye­ri­ni bul­ma­sı ile do­lar... (Mek­tu­bat-ı Rab­ba­ni, 1/251)

Ma­lı, eşit bir şe­kil­de in­san­la­ra da­ğı­ta­cak­tır. Onun ada­le­ti her ye­ri kap­la­ya­cak. Zu­lüm ve fısk­la do­lu olan dün­ya, o gel­dik­ten son­ra ada­let­le do­lup ta­şa­cak­tır... Hz. Meh­di'nin za­ma­nın­da, ada­let o ka­dar bol ola­cak ki, zor­la alı­nan her mal sa­hi­bi­ne ge­ri ve­ril­di­ği gi­bi, bir in­sa­nın baş­ka­sı­na ait olup da, di­şin­de kal­mış bir şey bi­le sa­hi­bi­ne ia­de edi­le­cek­tir... Yer­yü­zü em­ni­yet­le do­la­cak ve hat­ta bir­kaç ka­dın, yan­la­rın­da hiç er­kek ol­mak­sı­zın, ra­hat­lık­la, hac­ca gi­de­cek­tir. (El-Kav­lu'l Muh­ta­sar Fi Ala­ma­til Meh­diyy-il Mun­ta­zar, s. 23)

 

Savaşların sona ermesi

Ha­dis­ler­de ay­rı­ca bu dö­nem­de "si­lah­la­rın su­sa­ca­ğı"nın bil­di­ril­me­si, bu de­vir­de yer­yü­zü­nün ba­rış­la do­la­ca­ğı­nın bir müj­de­si­dir.

Al­tın­çağ olarak adlandırdığımız bu dönemde, ön­ce­den ara­la­rın­da hu­su­met olan halk­lar ara­sın­da çok bü­yük bir kar­deş­lik ya­şa­na­cak, her tür­lü kav­ga­nın ye­ri­ni ba­rış, dost­luk ve sev­gi ala­cak­tır.

Kuran ahlakının yaygın olarak yaşanması

Tüm in­san­la­rın çok bü­yük bir hu­zur, gü­ven ve kon­for için­de ya­şa­ya­cak­la­rı, savaşların olmayacağı bu or­ta­mın en önem­li se­bep­le­rin­den bi­ri ise Müs­lü­man­la­rın gü­zel ah­la­kı ola­cak­tır. Zi­ra Al­tın­çağ'ın en önem­li özel­li­ği, in­san­la­rın Ku­ran'a ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetlerine bağlanacağı ve Ku­ran ah­la­kı­nın ek­sik­siz ola­rak ya­şan­dı­ğı bir dö­nem ol­ma­sı­dır.

 İn­san­lar Al­lah (cc)'tan kork­tuk­la­rı ve ahi­ret­te tüm ya­pıp et­tik­le­rin­den sor­gu­ya çe­ki­le­cek­le­ri­nin bi­lin­cin­de ol­duk­la­rı için ben­cil­lik, kin, öf­ke, ha­set gi­bi kö­tü ah­lak özel­lik­le­rin­den, yol­suz­luk­tan, hak­sız ka­zanç el­de et­mek­ten, ya­lan söy­le­mek­ten, in­san­la­rın ca­nı­na kast et­mek­ten, rüş­vet al­mak­tan ti­tiz­lik­le sa­kı­na­cak­lar­dır. Bun­la­rın ye­ri­ne in­san­lar ara­sın­da dü­rüst­lük, yar­dım­se­ver­lik, fe­da­kar­lık, baş­ka­la­rı­nın iyi­li­ği­ni, sağ­lı­ğı­nı, ra­ha­tı­nı, gü­ven­li­ği­ni dü­şün­mek, sev­gi, say­gı, mer­ha­met, ve­fa, sa­da­kat gi­bi gü­zel ah­lak özel­lik­le­ri ha­kim ola­cak­tır. Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in ha­dis­le­rin­de bu dönemde ya­şa­na­cak olan ah­lak güzellikleri şöy­le ifa­de edil­miş­tir:

Ta­be­ra­ni, Ev­sad'da Amr. B. Ali ta­ri­ki ile Hz. Ali b. Ebi Ta­lib'den tah­ric et­ti:

...Ce­nab-ı Hak İs­lam'ı na­sıl bi­zim­le baş­lat­mış­sa Onun­la so­na er­di­re­cek­tir. Na­sıl, bi­zim­le on­lar ara­la­rın­da­ki şirk ve ada­vet­ten (hu­su­met ve düş­man­lık­tan) kur­tul­muş ve kalp­le­ri­ne ül­fet (dost­luk) ve mu­hab­bet (sev­gi) yer­leş­miş­se, (Onun ge­li­şi ile) yi­ne öy­le ola­cak­tır. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s.20)

... İyi in­san­la­rın iyi­li­ği ar­tar, kö­tü­le­re kar­şı bi­le iyi­lik ya­pı­lır." (Ki­tab-ul Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 17)

 

Teknoloji ve sanatta yaşanacak gelişmeler

Tüm bun­la­rın ya­nı sı­ra, tek­no­lo­jik ge­liş­me­ler ahir za­ma­nın bu dev­re­sin­de do­ru­ğa ula­şa­cak, in­san­lar tek­no­lo­ji­nin bü­tün ni­met­le­rin­den ala­bil­di­ği­ne fay­da­la­na­cak­lar­dır. Tıp­ta, ta­rım­da, ile­ti­şim­de, sa­na­yi tek­no­lo­ji­sin­de, ula­şım­da çok bü­yük ge­liş­me­ler ya­şa­na­cak­tır. (Ha­run Yah­ya, Al­tın­çağ)

Al­tın­çağ'da ha­ya­tın her ala­nı­na ha­kim olan bol­luk, zen­gin­lik, gü­zel­lik ve iler­le­me, sa­nat ala­nı­na da yan­sı­ya­cak­tır. Sa­nat­ta çok bü­yük iler­le­me­ler kay­de­di­le­cek, mü­zik­te, re­sim­de ve di­ğer tüm alan­lar­da bir­bi­rin­den gü­zel eser­ler or­ta­ya çı­ka­cak, Al­lah (cc)'a olan ima­nın in­san­la­ra ver­di­ği ge­niş ufuk ve de­rin dü­şün­ce, tüm sa­nat dal­la­rı­na ön­cü­lük ede­cek­tir. Bu dö­nem­de in­san­lar hep gü­zel­lik­le kar­şı­la­şa­cak, ah­lak­la­rı gi­bi, ya­şa­dık­la­rı yer­ler, bah­çe­le­ri, ev­le­ri­nin de­ko­ras­yo­nu, kı­ya­fet­le­ri, din­le­dik­le­ri mü­zik, eğ­len­ce şe­kil­le­ri, ti­yat­ro­la­rı, re­sim­le­ri, soh­bet­le­ri de gü­zel­le­şe­cek­tir. (Ha­run Yah­ya, Ahir Za­man ve Dab­bet'ül Arz)

İn­san­lar Al­tın­çağ'da ha­yat­la­rın­dan o ka­dar mem­nun ola­cak­lar­dır ki; bir ha­dis­te ifa­de edil­di­ği­ne gö­re, "Za­ma­nın na­sıl geç­ti­ği­nin far­kı­na var­ma­ya­cak­lar, bu gü­zel­lik­ler­den da­ha faz­la ya­rar­lan­mak için Al­lah'tan ömür­le­ri­nin uza­tıl­ma­sı­nı" (Ki­tab-ul Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 17) is­te­ye­cek­ler­dir.

Pey­gam­be­ri­miz (sav)'in di­ğer ha­dis­le­rin­de ise tüm in­san­la­rın Hz. Meh­di dö­ne­min­de­ki Al­tın­çağ'da ya­şa­ma­yı is­te­ye­cek­le­ri bil­di­ril­miş­tir:

… Kü­çük­ler keş­ke ben bü­yük ol­say­dım, bü­yük­ler de keş­ke ben kü­çük ol­say­dım di­ye te­men­ni eder­ler..." (Ki­tab-ul Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 17)

Nu­aym, Ta­vus'tan tah­ric et­ti, de­di ki:

Ben Meh­di'ye ye­ti­şe­ne ka­dar öl­me­ye­yim is­te­dim. Zi­ra Onun dö­ne­min­de iyi in­san­la­rın iyi­li­ği ar­tar, kö­tü­le­re kar­şı bi­le iyi­lik ya­pı­lır. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 17)

Nu­aym b. Ham­mad, İb­ni Ab­bas'dan tah­ric et­ti ki:

Hz. Meh­di Bi­zim Eh­l-i Bey­ti­miz­den bir genç­tir. İh­ti­yar­la­rı­mız Ona ye­ti­şe­me­ye­cek, genç­le­ri­miz ise Onu ümid ede­cek­ler­dir. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 23)

Ni­te­kim Pey­gam­be­ri­miz (sav) de ha­dis­le­rin­de, in­san­la­rın dün­ya­da ve ahi­ret­te­ki kur­tu­luş­la­rı­na ve­si­le ola­cak çok kıy­met­li bir in­san olan Hz. Meh­di'ye "kar üze­rin­de sü­rü­ne­rek de ol­sa ge­le­rek uy­ma­la­rı­nı" bil­di­re­rek onun dö­ne­min­de ya­şa­na­cak tüm bu ha­yır­la­ra işa­ret et­miş­tir:

İb­ni Ebi şey­be ve Na­im b. Ham­mad Fi­ten isim­li eser­de, İb­ni Ma­ce ve Ebu Na­im ise İb­ni Mes'ud'dan tah­ric et­ti­ler. O de­di ki: ... O (Meh­di) ar­za sa­hib olur ve ken­di­sin­den ön­ce bas­kı ve zu­lüm­le do­lu olan ar­zı ada­let­le dol­du­rur. Siz­den Ona kim ye­ti­şir­se, kar üze­rin­de sü­rü­ne­rek da­hi ol­sa gel­sin, Ona ka­tıl­sın. Zi­ra O Meh­di'dir. (Ki­tab-ül Bur­han Fi Ala­met-il Meh­diyy-il Ahir Za­man, s. 14)

İn­san­lar, Al­lah (cc)'ın Ku­ran'da ina­nan kul­la­rı­na müj­de­le­di­ği gü­zel­lik­le­rin hep­si­ni bu dö­nem­de ya­şa­ya­bi­le­cek­ler­dir. Al­lah (cc) ayet­le­rin­de iman eden mü­min­le­ri dün­ya­da da gü­zel bir ha­yat­la ya­şa­ta­ca­ğı­nı şöy­le bil­dir­mek­te­dir:

 

Si­zin ya­nı­nız­da olan tü­ke­nir, Al­lah'ın Ka­tın­da olan ise ka­lı­cı­dır. Sab­re­den­le­rin kar­şı­lı­ğı­nı yap­tık­la­rı­nın en gü­ze­liy­le Biz mu­hak­kak ve­re­ce­ğiz. Er­kek ol­sun, ka­dın ol­sun, bir mü­min ola­rak kim sa­lih bir amel­de bu­lu­nur­sa, hiç şüp­he­siz Biz onu gü­zel bir ha­yat­la ya­şa­tı­rız ve on­la­rın kar­şı­lı­ğı­nı, yap­tık­la­rı­nın en gü­ze­liy­le mu­hak­kak ve­ri­riz. (Nahl Su­re­si, 96-97)

 

Ku­ran'da Al­lah (cc)'ın emir­le­ri­ne uy­gun ola­rak ya­şa­nan or­tam­la­rın bir ne­vi "ba­rış yur­du"na dö­nü­şe­ce­ği­ne dik­kat çe­kil­miş­tir. Bu ah­lak­ta­ki in­san­la­rın hem dün­ya­da da­ha faz­la gü­zel­lik­le kar­şı­la­şa­cak­la­rı hem de ahi­ret­te son­suz bir cen­net ha­ya­tıy­la ödül­len­di­ri­le­cek­le­ri müj­de­len­miş­tir:

 

Al­lah ba­rış yur­du­na ça­ğı­rır ve ki­mi di­ler­se dos­doğ­ru yo­la yö­nel­tip-ile­tir. Gü­zel­lik ya­pan­la­ra da­ha gü­ze­li ve faz­la­sı var­dır. On­la­rın yüz­le­ri­ni ne bir ka­rar­tı sa­rar, ne bir zil­let, iş­te on­lar cen­ne­tin hal­kı­dır­lar; ora­da sü­re­siz ka­la­cak­lar­dır. (Yu­nus Su­re­si, 25-26)

 

 


DAR­WI­NİZM'İN ÇÖ­KÜ­ŞÜ

 

 

Dar­wi­nizm, ya­ni ev­rim te­ori­si, ya­ra­tı­lış ger­çe­ği­ni red­det­mek ama­cıy­la or­ta­ya atıl­mış, an­cak ba­şa­rı­lı ola­ma­mış bi­lim dı­şı bir saf­sa­ta­dan baş­ka bir şey de­ğil­dir. Can­lı­lı­ğın, can­sız mad­de­ler­den te­sa­dü­fen oluş­tu­ğu­nu id­dia eden bu te­ori, ev­ren­de ve can­lı­lar­da çok mu­ci­ze­vi bir dü­zen bu­lun­du­ğu­nun bi­lim ta­ra­fın­dan is­pat edil­me­siy­le çü­rü­müş­tür. Böy­le­ce Al­lah (cc)'ın tüm ev­re­ni ve can­lı­la­rı ya­rat­mış ol­du­ğu ger­çe­ği, bi­lim ta­ra­fın­dan da ka­nıt­lan­mış­tır.

Bu­gün ev­rim te­ori­si­ni ayak­ta tut­mak için dün­ya ça­pın­da yü­rü­tü­len pro­pa­gan­da, sa­de­ce bi­lim­sel ger­çek­le­rin çar­pı­tıl­ma­sı­na, ta­raf­lı yo­rum­lan­ma­sı­na, bi­lim gö­rün­tü­sü al­tın­da söy­le­nen ya­lan­la­ra ve ya­pı­lan sah­te­kar­lık­la­ra da­ya­lı­dır.

An­cak bu pro­pa­gan­da ger­çe­ği giz­le­ye­me­mek­te­dir. Ev­rim te­ori­si­nin bi­lim ta­ri­hin­de­ki en bü­yük ya­nıl­gı ol­du­ğu, son 20-30 yıl­dır bi­lim dün­ya­sın­da gi­de­rek da­ha yük­sek ses­le di­le ge­ti­ril­mek­te­dir. Özel­lik­le 1980'ler­den son­ra ya­pı­lan araş­tır­ma­lar, Dar­wi­nist id­di­ala­rın ta­ma­men yan­lış ol­du­ğu­nu or­ta­ya koy­muş ve bu ger­çek pek çok bi­lim ada­mı ta­ra­fın­dan di­le ge­ti­ril­miş­tir. Özel­lik­le ABD'de, bi­yo­lo­ji, bi­yo­kim­ya, pa­le­on­to­lo­ji gi­bi fark­lı alan­lar­dan ge­len çok sa­yı­da bi­lim ada­mı, Dar­wi­nizm'in ge­çer­siz­li­ği­ni gör­mek­te, can­lı­la­rın kö­ke­ni­ni ar­tık ya­ra­tı­lış ger­çe­ğiy­le açık­la­mak­ta­dır­lar.

Ev­rim te­ori­si­nin çö­kü­şü­nü ve ya­ra­tı­lı­şın de­lil­le­ri­ni di­ğer pek çok ça­lış­ma­mız­da bü­tün bi­lim­sel de­tay­la­rıy­la ele al­dık ve al­ma­ya de­vam edi­yo­ruz. An­cak ko­nu­yu, ta­şı­dı­ğı bü­yük önem ne­de­niy­le, bu­ra­da da özet­le­mek­te ya­rar var­dır.

 

Dar­win'i Yı­kan Zor­luk­lar

Ev­rim te­ori­si, ta­ri­hi es­ki Yu­nan'a ka­dar uza­nan bir öğ­re­ti ol­ma­sı­na kar­şın, kap­sam­lı ola­rak 19. yüz­yıl­da or­ta­ya atıl­dı. Te­ori­yi bi­lim dün­ya­sı­nın gün­de­mi­ne so­kan en önem­li ge­liş­me, Char­les Dar­win'in 1859 yı­lın­da ya­yın­la­nan Tür­le­rin Kö­ke­ni ad­lı ki­ta­bıy­dı. Dar­win bu ki­tap­ta dün­ya üze­rin­de­ki fark­lı can­lı tür­le­ri­ni Al­lah (cc)'ın ay­rı ay­rı ya­rat­tı­ğı ger­çe­ği­ne kar­şı çı­kı­yor­du. Dar­win'e gö­re, tüm tür­ler or­tak bir ata­dan ge­li­yor­lar­dı ve za­man için­de kü­çük de­ği­şim­ler­le fark­lı­laş­mış­lar­dı.

Dar­win'in te­ori­si, hiç­bir so­mut bi­lim­sel bul­gu­ya da­yan­mı­yor­du; ken­di­si­nin de ka­bul et­ti­ği gi­bi sa­de­ce bir "man­tık yü­rüt­me" idi. Hat­ta Dar­win'in ki­ta­bın­da­ki "Te­ori­nin Zor­luk­la­rı" baş­lık­lı uzun bö­lüm­de iti­raf et­ti­ği gi­bi, te­ori pek çok önem­li so­ru kar­şı­sın­da açık ve­ri­yor­du.

Dar­win, te­ori­si­nin önün­de­ki zor­luk­la­rın ge­li­şen bi­lim ta­ra­fın­dan aşı­la­ca­ğı­nı, ye­ni bi­lim­sel bul­gu­la­rın te­ori­si­ni güç­len­di­re­ce­ği­ni umu­yor­du. Bu­nu ki­ta­bın­da sık sık be­lirt­miş­ti. An­cak ge­li­şen bi­lim, Dar­win'in umut­la­rı­nın tam ak­si­ne, te­ori­nin te­mel id­di­ala­rı­nı bi­rer bi­rer da­ya­nak­sız bı­rak­mış­tır.

Dar­wi­nizm'in bi­lim kar­şı­sın­da­ki ye­nil­gi­si, üç te­mel baş­lık­ta in­ce­le­ne­bi­lir:

1) Te­ori, ha­ya­tın yer­yü­zün­de ilk kez na­sıl or­ta­ya çık­tı­ğı­nı as­la açık­la­ya­ma­mak­ta­dır.

2) Te­ori­nin öne sür­dü­ğü "ev­rim me­ka­niz­ma­la­rı"nın, ger­çek­te ev­rim­leş­ti­ri­ci bir et­ki­ye sa­hip ol­du­ğu­nu gös­te­ren hiç­bir bi­lim­sel bul­gu yok­tur.

3) Fo­sil ka­yıt­la­rı, ev­rim te­ori­si­nin ön­gö­rü­le­ri­nin tam ak­si­ne bir tab­lo or­ta­ya koy­mak­ta­dır.

Bu bö­lüm­de, bu üç te­mel baş­lı­ğı ana hat­la­rı ile in­ce­le­ye­ce­ğiz.

 

Aşı­la­ma­yan İlk Ba­sa­mak:

Ha­ya­tın Kö­ke­ni

Ev­rim te­ori­si, tüm can­lı tür­le­ri­nin, bun­dan yak­la­şık 3.8 mil­yar yıl ön­ce il­kel dün­ya­da or­ta­ya çı­kan tek bir can­lı hüc­re­den gel­dik­le­ri­ni id­dia et­mek­te­dir. Tek bir hüc­re­nin na­sıl olup da mil­yon­lar­ca komp­leks can­lı tü­rü­nü oluş­tur­du­ğu ve eğer ger­çek­ten bu tür bir ev­rim ger­çek­leş­miş­se ne­den bu­nun iz­le­ri­nin fo­sil ka­yıt­la­rın­da bu­lu­na­ma­dı­ğı, te­ori­nin açık­la­ya­ma­dı­ğı so­ru­lar­dan­dır. An­cak tüm bun­lar­dan ön­ce, id­dia edi­len ev­rim sü­re­ci­nin ilk ba­sa­ma­ğı üze­rin­de dur­mak ge­re­kir. Sö­zü edi­len o "ilk hüc­re" na­sıl or­ta­ya çık­mış­tır.

Ev­rim te­ori­si, ya­ra­tı­lı­şı red­det­ti­ği, hiç­bir do­ğa­üs­tü mü­da­ha­le­yi ka­bul et­me­di­ği için, o "ilk hüc­re"nin, hiç­bir ta­sa­rım, plan ve dü­zen­le­me ol­ma­dan, do­ğa ka­nun­la­rı için­de rast­lan­tı­sal ola­rak mey­da­na gel­di­ği­ni id­dia eder. Ya­ni te­ori­ye gö­re, can­sız mad­de te­sa­düf­ler so­nu­cun­da or­ta­ya can­lı bir hüc­re çı­kar­mış ol­ma­lı­dır. An­cak bu, bi­li­nen en te­mel bi­yo­lo­ji ka­nun­la­rı­na ay­kı­rı bir id­di­adır.

 

"Ha­yat Ha­yat­tan Ge­lir"

Dar­win, ki­ta­bın­da ha­ya­tın kö­ke­ni ko­nu­sun­dan hiç söz et­me­miş­ti. Çün­kü onun dö­ne­min­de­ki il­kel bi­lim an­la­yı­şı, can­lı­la­rın çok ba­sit bir ya­pı­ya sa­hip ol­duk­la­rı­nı var­sa­yı­yor­du. Or­ta­çağ'dan be­ri ina­nı­lan "spon­ta­ne je­ne­ras­yon" ad­lı te­ori­ye gö­re, can­sız mad­de­le­rin te­sa­dü­fen bi­ra­ra­ya ge­lip, can­lı bir var­lık oluş­tu­ra­bi­le­cek­le­ri­ne ina­nı­lı­yor­du. Bu dö­nem­de bö­cek­le­rin ye­mek ar­tık­la­rın­dan, fa­re­le­rin de buğ­day­dan oluş­tu­ğu yay­gın bir dü­şün­cey­di. Bu­nu is­pat­la­mak için de il­ginç de­ney­ler ya­pıl­mış­tı. Kir­li bir pa­çav­ra­nın üze­ri­ne bi­raz buğ­day kon­muş ve bi­raz bek­len­di­ğin­de bu ka­rı­şım­dan fa­re­le­rin olu­şa­ca­ğı sa­nıl­mış­tı.

Et­le­rin kurt­lan­ma­sı da ha­ya­tın can­sız mad­de­ler­den tü­re­ye­bil­di­ği­ne bir de­lil sa­yı­lı­yor­du. Oy­sa da­ha son­ra an­la­şı­la­cak­tı ki, et­le­rin üze­rin­de­ki kurt­lar ken­di­lik­le­rin­den oluş­mu­yor­lar, si­nek­le­rin ge­ti­rip bı­rak­tık­la­rı göz­le gö­rül­me­yen lar­va­lar­dan çı­kı­yor­lar­dı.

Dar­win'in Tür­le­rin Kö­ke­ni ad­lı ki­ta­bı­nı yaz­dı­ğı dö­nem­de ise, bak­te­ri­le­rin can­sız mad­de­den olu­şa­bil­dik­le­ri inan­cı, bi­lim dün­ya­sın­da yay­gın bir ka­bul gö­rü­yor­du.

Oy­sa Dar­win'in ki­ta­bı­nın ya­yın­lan­ma­sın­dan beş yıl son­ra, ün­lü Fran­sız bi­yo­log Lo­uis Pas­te­ur, ev­ri­me te­mel oluş­tu­ran bu inan­cı ke­sin ola­rak çü­rüt­tü. Pas­te­ur yap­tı­ğı uzun ça­lış­ma ve de­ney­ler so­nu­cun­da var­dı­ğı so­nu­cu şöy­le özet­le­miş­ti:

"Can­sız mad­de­le­rin ha­yat oluş­tu­ra­bi­le­ce­ği id­di­ası ar­tık ke­sin ola­rak ta­ri­he gö­mül­müş­tür." (Sid­ney Fox, Kla­us Do­se, Mo­le­cu­lar Evo­lu­ti­on and The Ori­gin of Li­fe, New York: Mar­cel Dek­ker, 1977, s. 2)

Ev­rim te­ori­si­nin sa­vu­nu­cu­la­rı, Pas­te­ur'ün bul­gu­la­rı­na kar­şı uzun sü­re di­ren­di­ler. An­cak ge­li­şen bi­lim, can­lı hüc­re­si­nin kar­ma­şık ya­pı­sı­nı or­ta­ya çı­kar­dık­ça, ha­ya­tın ken­di­li­ğin­den olu­şa­bi­le­ce­ği id­di­ası­nın ge­çer­siz­li­ği da­ha da açık ha­le gel­di.

 

20. Yüz­yıl­da­ki So­nuç­suz Ça­ba­lar

20. yüz­yıl­da ha­ya­tın kö­ke­ni ko­nu­su­nu ele alan ilk ev­rim­ci, ün­lü Rus bi­yo­log Ale­xan­der Opa­rin ol­du. Opa­rin, 1930'lu yıl­lar­da or­ta­ya at­tı­ğı bir­ta­kım tez­ler­le, can­lı hüc­re­si­nin te­sa­dü­fen mey­da­na ge­le­bi­le­ce­ği­ni is­pat et­me­ye ça­lış­tı. An­cak bu ça­lış­ma­lar ba­şa­rı­sız­lık­la so­nuç­la­na­cak ve Opa­rin şu iti­ra­fı yap­mak zo­run­da ka­la­cak­tı:

"Ma­ale­sef hüc­re­nin kö­ke­ni, ev­rim te­ori­si­nin tü­mü­nü içi­ne alan en ka­ran­lık nok­ta­yı oluş­tur­mak­ta­dır." (Ale­xan­der I. Opa­rin, Ori­gin of Li­fe, (1936) New York, Do­ver Pub­li­ca­ti­ons, 1953 (Rep­rint), s.196)

Opa­rin'in yo­lu­nu iz­le­yen ev­rim­ci­ler, ha­ya­tın kö­ke­ni ko­nu­su­nu çö­zü­me ka­vuş­tu­ra­cak de­ney­ler yap­ma­ya ça­lış­tı­lar. Bu de­ney­le­rin en ün­lü­sü, Ame­ri­ka­lı kim­ya­cı Stan­ley Mil­ler ta­ra­fın­dan 1953 yı­lın­da dü­zen­len­di. Mil­ler, il­kel dün­ya at­mos­fe­rin­de ol­du­ğu­nu id­dia et­ti­ği gaz­la­rı bir de­ney dü­ze­ne­ğin­de bir­leş­ti­re­rek ve bu ka­rı­şı­ma ener­ji ek­le­ye­rek, pro­te­in­le­rin ya­pı­sın­da kul­la­nı­lan bir­kaç or­ga­nik mo­le­kül (ami­no­asit) sen­tez­le­di. O yıl­lar­da ev­rim adı­na önem­li bir aşa­ma gi­bi ta­nı­tı­lan bu de­ne­yin ge­çer­li ol­ma­dı­ğı ve de­ney­de kul­la­nı­lan at­mos­fe­rin ger­çek dün­ya ko­şul­la­rın­dan çok fark­lı ol­du­ğu, iler­le­yen yıl­lar­da or­ta­ya çı­ka­cak­tı. ("New Evi­den­ce on Evo­lu­ti­on of Early At­mosp­he­re and Li­fe", Bul­le­tin of the Ame­ri­can Me­te­oro­lo­gi­cal So­ci­ety, c. 63, Ka­sım 1982, s. 1328-1330)

Uzun sü­ren bir ses­siz­lik­ten son­ra Mil­ler'in ken­di­si de kul­lan­dı­ğı at­mos­fer or­ta­mı­nın ger­çek­çi ol­ma­dı­ğı­nı iti­raf et­ti. (Stan­ley Mil­ler, Mo­le­cu­lar Evo­lu­ti­on of Li­fe: Cur­rent Sta­tus of the Pre­bi­otic Synthe­sis of Small Mo­le­cu­les, 1986, s. 7)

Ha­ya­tın kö­ke­ni so­ru­nu­nu açık­la­mak için 20. yüz­yıl bo­yun­ca yü­rü­tü­len tüm ev­rim­ci ça­ba­lar hep ba­şa­rı­sız­lık­la so­nuç­lan­dı. San Di­ego Scripps Ens­ti­tü­sü'nden ün­lü je­okim­ya­cı Jeff­rey Ba­da, ev­rim­ci Earth der­gi­sin­de 1998 yı­lın­da ya­yın­la­nan bir ma­ka­le­de bu ger­çe­ği şöy­le ka­bul eder:

Bu­gün, 20. yüz­yı­lı ge­ri­de bı­ra­kır­ken, ha­la, 20. yüz­yı­la gir­di­ği­miz­de sa­hip ol­du­ğu­muz en bü­yük çö­zül­me­miş prob­lem­le kar­şı kar­şı­ya­yız: Ha­yat yer­yü­zün­de na­sıl baş­la­dı. (Jeff­rey Ba­da, Earth, şu­bat 1998, s. 40)

 

Ha­ya­tın Komp­leks Ya­pı­sı

Ev­rim te­ori­si­nin ha­ya­tın kö­ke­ni ko­nu­sun­da bu den­li bü­yük bir aç­ma­za gir­me­si­nin baş­lı­ca ne­de­ni, en ba­sit sa­nı­lan can­lı ya­pı­la­rın bi­le ina­nıl­maz de­re­ce­de kar­ma­şık ya­pı­la­ra sa­hip ol­ma­sı­dır. Can­lı hüc­re­si, in­sa­noğ­lu­nun yap­tı­ğı bü­tün tek­no­lo­jik ürün­ler­den da­ha kar­ma­şık­tır. Öy­le ki bu­gün dün­ya­nın en ge­liş­miş la­bo­ra­tu­var­la­rın­da bi­le can­sız mad­de­ler bi­ra­ra­ya ge­ti­ri­le­rek can­lı bir hüc­re üre­ti­le­me­mek­te­dir.

Bir hüc­re­nin mey­da­na gel­me­si için ge­re­ken şart­lar, as­la rast­lan­tı­lar­la açık­la­na­ma­ya­cak ka­dar faz­la­dır. Hüc­re­nin en te­mel ya­pı ta­şı olan pro­te­in­le­rin rast­lan­tı­sal ola­rak sen­tez­len­me ih­ti­ma­li; 500 ami­no­asit­lik or­ta­la­ma bir pro­te­in için, 10950'de 1'dir. An­cak ma­te­ma­tik­te 1050'de 1'den kü­çük ola­sı­lık­lar pra­tik ola­rak "im­kan­sız" sa­yı­lır. Hüc­re­nin çe­kir­de­ğin­de yer alan ve ge­ne­tik bil­gi­yi sak­la­yan DNA mo­le­kü­lü ise, ina­nıl­maz bir bil­gi ban­ka­sı­dır. İn­san DNA'sı­nın içer­di­ği bil­gi­nin, eğer ka­ğı­da dö­kül­me­ye kal­kıl­sa, 500'er say­fa­dan olu­şan 900 cilt­lik bir kü­tüp­ha­ne oluş­tu­ra­ca­ğı he­sap­lan­mak­ta­dır.

Bu nok­ta­da çok il­ginç bir iki­lem da­ha var­dır: DNA, yal­nız bir­ta­kım özel­leş­miş pro­te­in­le­rin (en­zim­le­rin) yar­dı­mı ile eş­le­ne­bi­lir. Ama bu en­zim­le­rin sen­te­zi de an­cak DNA'da­ki bil­gi­ler doğ­rul­tu­sun­da ger­çek­le­şir. Bir­bi­ri­ne ba­ğım­lı ol­duk­la­rın­dan, eş­le­me­nin mey­da­na ge­le­bil­me­si için iki­si­nin de ay­nı an­da var ol­ma­la­rı ge­re­kir. Bu ise, ha­ya­tın ken­di­li­ğin­den oluş­tu­ğu se­nar­yo­su­nu çık­ma­za sok­mak­ta­dır. San Di­ego Ca­li­for­nia Üni­ver­si­te­si'nden ün­lü ev­rim­ci Prof. Les­lie Or­gel, Sci­en­ti­fic Ame­ri­can der­gi­si­nin Ekim 1994 ta­rih­li sa­yı­sın­da bu ger­çe­ği şöy­le iti­raf eder:

Son de­re­ce komp­leks ya­pı­la­ra sa­hip olan pro­te­in­le­rin ve nük­le­ik asit­le­rin (RNA ve DNA) ay­nı yer­de ve ay­nı za­man­da rast­lan­tı­sal ola­rak oluş­ma­la­rı aşı­rı de­re­ce­de ih­ti­mal dı­şı­dır. Ama bun­la­rın bi­ri­si ol­ma­dan di­ğe­ri­ni el­de et­mek de müm­kün de­ğil­dir. Do­la­yı­sıy­la in­san, ya­şa­mın kim­ya­sal yol­lar­la or­ta­ya çık­ma­sı­nın as­la müm­kün ol­ma­dı­ğı so­nu­cu­na var­mak zo­run­da kal­mak­ta­dır. (Les­lie E. Or­gel, The Ori­gin of Li­fe on Earth, Sci­en­ti­fic Ame­ri­can, c. 271, Ekim 1994, s. 78)

Kuş­ku­suz eğer ha­ya­tın do­ğal et­ken­ler­le or­ta­ya çık­ma­sı im­kan­sız ise, bu du­rum­da ha­ya­tın do­ğa­üs­tü bir bi­çim­de "ya­ra­tıl­dı­ğı­nı" ka­bul et­mek ge­re­kir. Bu ger­çek, en te­mel ama­cı ya­ra­tı­lı­şı red­det­mek olan ev­rim te­ori­si­ni açık­ça ge­çer­siz kıl­mak­ta­dır.

 

Ev­ri­min Ha­ya­li Me­ka­niz­ma­la­rı

Dar­win'in te­ori­si­ni ge­çer­siz kı­lan ikin­ci bü­yük nok­ta, te­ori­nin "ev­rim me­ka­niz­ma­la­rı" ola­rak öne sür­dü­ğü iki kav­ra­mın da ger­çek­te hiç­bir ev­rim­leş­ti­ri­ci gü­ce sa­hip ol­ma­dı­ğı­nın an­la­şıl­mış ol­ma­sı­dır. Dar­win, or­ta­ya at­tı­ğı ev­rim id­di­ası­nı ta­ma­men "do­ğal se­lek­si­yon" me­ka­niz­ma­sı­na bağ­la­mış­tı. Bu me­ka­niz­ma­ya ver­di­ği önem, ki­ta­bı­nın is­min­den de açık­ça an­la­şı­lı­yor­du: Tür­le­rin Kö­ke­ni, Do­ğal Se­lek­si­yon Yo­luy­la...

Do­ğal se­lek­si­yon, do­ğal seç­me de­mek­tir. Do­ğa­da­ki ya­şam mü­ca­de­le­si için­de, do­ğal şart­la­ra uy­gun ve güç­lü can­lı­la­rın ha­yat­ta ka­la­ca­ğı dü­şün­ce­si­ne da­ya­nır. Ör­ne­ğin yır­tı­cı hay­van­lar ta­ra­fın­dan teh­dit edi­len bir ge­yik sü­rü­sün­de, da­ha hız­lı ko­şa­bi­len ge­yik­ler ha­yat­ta ka­la­cak­tır. Böy­le­ce ge­yik sü­rü­sü, hız­lı ve güç­lü bi­rey­ler­den olu­şa­cak­tır. Ama el­bet­te bu me­ka­niz­ma, ge­yik­le­ri ev­rim­leş­tir­mez, on­la­rı baş­ka bir can­lı tü­rü­ne, ör­ne­ğin at­la­ra dö­nüş­tür­mez.

Do­la­yı­sıy­la do­ğal se­lek­si­yon me­ka­niz­ma­sı hiç­bir ev­rim­leş­ti­ri­ci gü­ce sa­hip de­ğil­dir. Dar­win de bu ger­çe­ğin far­kın­day­dı ve Tür­le­rin Kö­ke­ni ad­lı ki­ta­bın­da "Fay­da­lı de­ği­şik­lik­ler oluş­ma­dı­ğı sü­re­ce do­ğal se­lek­si­yon hiç­bir şey ya­pa­maz" de­mek zo­run­da kal­mış­tı. (Char­les Dar­win, The Ori­gin of Spe­ci­es: A Fac­si­mi­le of the First Edi­ti­on, Har­vard Uni­ver­sity Press, 1964, s. 189)

 

La­marck'ın Et­ki­si

Pe­ki bu "fay­da­lı de­ği­şik­lik­ler" na­sıl olu­şa­bi­lir­di? Dar­win, ken­di dö­ne­mi­nin il­kel bi­lim an­la­yı­şı için­de, bu so­ru­yu La­marck'a da­ya­na­rak ce­vap­la­ma­ya ça­lış­mış­tı. Dar­win'den ön­ce ya­şa­mış olan Fran­sız bi­yo­log La­marck'a gö­re, can­lı­lar ya­şam­la­rı sı­ra­sın­da ge­çir­dik­le­ri fi­zik­sel de­ği­şik­lik­le­ri son­ra­ki nes­le ak­ta­rı­yor­lar, ne­sil­den ne­si­le bi­ri­ken bu özel­lik­ler so­nu­cun­da ye­ni tür­ler or­ta­ya  çı­kı­yor­du. Ör­ne­ğin La­marck'a gö­re zü­ra­fa­lar cey­lan­lar­dan tü­re­miş­ler­di, yük­sek ağaç­la­rın yap­rak­la­rı­nı ye­mek için ça­ba­lar­ken ne­sil­den ne­si­le bo­yun­la­rı uza­mış­tı.

Dar­win de ben­ze­ri ör­nek­ler ver­miş, ör­ne­ğin Tür­le­rin Kö­ke­ni ad­lı ki­ta­bın­da, yi­ye­cek bul­mak için su­ya gi­ren ba­zı ayı­la­rın za­man­la ba­li­na­la­ra dö­nüş­tü­ğü­nü id­dia et­miş­ti. (Char­les Dar­win, The Ori­gin of Spe­ci­es: A Fac­si­mi­le of the First Edi­ti­on, Har­vard Uni­ver­sity Press, 1964, s. 184)

Ama Men­del'in keş­fet­ti­ği ve 20. yüz­yıl­da ge­li­şen ge­ne­tik bi­li­miy­le ke­sin­le­şen ka­lı­tım ka­nun­la­rı, ka­za­nıl­mış özel­lik­le­rin son­ra­ki ne­sil­le­re ak­ta­rıl­ma­sı ef­sa­ne­si­ni ke­sin ola­rak yık­tı. Böy­le­ce do­ğal se­lek­si­yon "tek ba­şı­na" ve do­la­yı­sıy­la tü­müy­le et­ki­siz bir me­ka­niz­ma ola­rak kal­mış olu­yor­du.

Neo-Dar­wi­nizm ve Mu­tas­yon­lar

Dar­wi­nist­ler ise bu du­ru­ma bir çö­züm bu­la­bil­mek için 1930'la­rın son­la­rın­da, "Mo­dern Sen­te­tik Te­ori"yi ya da da­ha yay­gın is­miy­le neo-Dar­wi­nizm'i or­ta­ya at­tı­lar. Neo-Dar­wi­nizm, do­ğal se­lek­si­yo­nun ya­nı­na "fay­da­lı de­ği­şik­lik se­be­bi" ola­rak mu­tas­yon­la­rı, ya­ni can­lı­la­rın gen­le­rin­de rad­yas­yon gi­bi dış et­ki­ler ya da kop­ya­la­ma ha­ta­la­rı so­nu­cun­da olu­şan bo­zul­ma­la­rı ek­le­di.

Bu­gün de ha­la dün­ya­da ev­rim adı­na ge­çer­li­li­ği­ni ko­ru­yan mo­del neo-Dar­wi­nizm'dir. Te­ori, yer­yü­zün­de bu­lu­nan mil­yon­lar­ca can­lı tü­rü­nün, bu can­lı­la­rın, ku­lak, göz, ak­ci­ğer, ka­nat gi­bi sa­yı­sız komp­leks or­gan­la­rı­nın "mu­tas­yon­la­ra", ya­ni ge­ne­tik bo­zuk­luk­la­ra da­ya­lı bir sü­reç so­nu­cun­da oluş­tu­ğu­nu id­dia et­mek­te­dir. Ama te­ori­yi ça­re­siz bı­ra­kan açık bir bi­lim­sel ger­çek var­dır: Mu­tas­yon­lar can­lı­la­rı ge­liş­tir­mez­ler, ak­si­ne her za­man için can­lı­la­ra za­rar ve­rir­ler.

Bu­nun ne­de­ni çok ba­sit­tir: DNA çok komp­leks bir dü­ze­ne sa­hip­tir. Bu mo­le­kül üze­rin­de olu­şan her­han­gi ras­tge­le bir et­ki an­cak za­rar ve­rir. Ame­ri­ka­lı ge­ne­tik­çi B. G. Ran­ga­nat­han bu­nu şöy­le açık­lar:

Mu­tas­yon­lar kü­çük, ras­ge­le ve za­rar­lı­dır­lar. Çok en­der ola­rak mey­da­na ge­lir­ler ve en iyi ih­ti­mal­le et­ki­siz­dir­ler. Bu üç özel­lik, mu­tas­yon­la­rın ev­rim­sel bir ge­liş­me mey­da­na ge­ti­re­me­ye­ce­ği­ni gös­te­rir. Za­ten yük­sek de­re­ce­de özel­leş­miş bir or­ga­niz­ma­da mey­da­na ge­le­bi­le­cek rast­lan­tı­sal bir de­ği­şim, ya et­ki­siz ola­cak­tır ya da za­rar­lı. Bir kol sa­atin­de mey­da­na ge­le­cek ras­ge­le bir de­ği­şim kol sa­ati­ni ge­liş­tir­me­ye­cek­tir. Ona bü­yük ih­ti­mal­le za­rar ve­re­cek ve­ya en iyi ih­ti­mal­le et­ki­siz ola­cak­tır. Bir dep­rem bir şeh­ri ge­liş­tir­mez, ona yı­kım ge­ti­rir. (B. G. Ran­ga­nat­han, Ori­gins?, Pennsyl­va­nia: The Ban­ner Of Truth Trust, 1988)

Ni­te­kim bu­gü­ne ka­dar hiç­bir ya­rar­lı, ya­ni ge­ne­tik bil­gi­yi ge­liş­ti­ren mu­tas­yon ör­ne­ği göz­lem­len­me­di. Tüm mu­tas­yon­la­rın za­rar­lı ol­du­ğu gö­rül­dü. An­la­şıl­dı ki, ev­rim te­ori­si­nin "ev­rim me­ka­niz­ma­sı" ola­rak gös­ter­di­ği mu­tas­yon­lar, ger­çek­te can­lı­la­rı sa­de­ce tah­rip eden, sa­kat bı­ra­kan ge­ne­tik olay­lar­dır. (İn­san­lar­da mu­tas­yo­nun en sık gö­rü­len et­ki­si de kan­ser­dir.) El­bet­te tah­rip edi­ci bir me­ka­niz­ma "ev­rim me­ka­niz­ma­sı" ola­maz. Do­ğal se­lek­si­yon ise, Dar­win'in de ka­bul et­ti­ği gi­bi, "tek ba­şı­na hiç­bir şey ya­pa­maz." Bu ger­çek biz­le­re do­ğa­da hiç­bir "ev­rim me­ka­niz­ma­sı" ol­ma­dı­ğı­nı gös­ter­mek­te­dir. Ev­rim me­ka­niz­ma­sı ol­ma­dı­ğı­na gö­re de, ev­rim de­nen ha­ya­li sü­reç ya­şan­mış ola­maz.

 

Fo­sil Ka­yıt­la­rı:

Ara Form­lar­dan Eser Yok

Ev­rim te­ori­si­nin id­dia et­ti­ği se­nar­yo­nun ya­şan­ma­mış ol­du­ğu­nun en açık gös­ter­ge­si ise fo­sil ka­yıt­la­rı­dır.

Ev­rim te­ori­si­ne gö­re bü­tün can­lı­lar bir­bir­le­rin­den tü­re­miş­ler­dir. Ön­ce­den var olan bir can­lı tü­rü, za­man­la bir di­ğe­ri­ne dö­nüş­müş ve bü­tün tür­ler bu şe­kil­de or­ta­ya çık­mış­lar­dır. Te­ori­ye gö­re bu dö­nü­şüm yüz mil­yon­lar­ca yıl sü­ren uzun bir za­man di­li­mi­ni kap­sa­mış ve ka­de­me ka­de­me iler­le­miş­tir.

Bu du­rum­da, id­dia edi­len uzun dö­nü­şüm sü­re­ci için­de sa­yı­sız "ara tür­ler"in oluş­muş ve ya­şa­mış ol­ma­la­rı ge­re­kir.

Ör­ne­ğin geç­miş­te, ba­lık özel­lik­le­ri­ni ta­şı­ma­la­rı­na rağ­men, bir yan­dan da ba­zı sü­rün­gen özel­lik­le­ri ka­zan­mış olan ya­rı ba­lık-ya­rı sü­rün­gen can­lı­lar ya­şa­mış ol­ma­lı­dır. Ya da sü­rün­gen özel­lik­le­ri­ni ta­şır­ken, bir yan­dan da ba­zı kuş özel­lik­le­ri ka­zan­mış sü­rün­gen-kuş­lar or­ta­ya çık­mış ol­ma­lı­dır. Bun­lar, bir ge­çiş sü­re­cin­de ol­duk­la­rı için de, sa­kat, ek­sik, ku­sur­lu can­lı­lar ol­ma­lı­dır. Ev­rim­ci­ler geç­miş­te ya­şa­mış ol­duk­la­rı­na inan­dık­la­rı bu te­orik ya­ra­tık­la­ra "ara-ge­çiş for­mu" adı­nı ve­rir­ler.

Eğer ger­çek­ten bu tür can­lı­lar geç­miş­te ya­şa­mış­lar­sa bun­la­rın sa­yı­la­rı­nın ve çe­şit­le­ri­nin mil­yon­lar­ca hat­ta mil­yar­lar­ca ol­ma­sı ge­re­kir. Ve bu ucu­be can­lı­la­rın ka­lın­tı­la­rı­na mut­la­ka fo­sil ka­yıt­la­rın­da rast­lan­ma­sı ge­re­kir. Dar­win, Tür­le­rin Kö­ke­ni'nde bu­nu şöy­le açık­la­mış­tır:

Eğer te­orim doğ­ruy­sa, tür­le­ri bir­bi­ri­ne bağ­la­yan sa­yı­sız ara-ge­çiş çe­şit­le­ri mut­la­ka ya­şa­mış ol­ma­lı­dır... Bun­la­rın ya­şa­mış ol­duk­la­rı­nın ka­nıt­la­rı da sa­de­ce fo­sil ka­lın­tı­la­rı ara­sın­da bu­lu­na­bi­lir. (Char­les Dar­win, The Ori­gin of Spe­ci­es: A Fac­si­mi­le of the First Edi­ti­on, Har­vard Uni­ver­sity Press, 1964, s. 179)

 

Dar­win'in Yı­kı­lan Umut­la­rı

An­cak 19. yüz­yı­lın or­ta­sın­dan bu ya­na dün­ya­nın dört bir ya­nın­da hum­ma­lı fo­sil araş­tır­ma­la­rı ya­pıl­dı­ğı hal­de bu ara ge­çiş form­la­rı­na rast­la­na­ma­mış­tır. Ya­pı­lan ka­zı­lar­da ve araş­tır­ma­lar­da el­de edi­len bü­tün bul­gu­lar, ev­rim­ci­le­rin bek­le­dik­le­ri­nin ak­si­ne, can­lı­la­rın yer­yü­zün­de bir­den­bi­re, ek­sik­siz ve ku­sur­suz bir bi­çim­de or­ta­ya çık­tık­la­rı­nı gös­ter­miş­tir.

Ün­lü İn­gi­liz pa­le­on­to­log (fo­sil bi­lim­ci) De­rek W. Ager, bir ev­rim­ci ol­ma­sı­na kar­şın bu ger­çe­ği şöy­le iti­raf eder:

So­ru­nu­muz şu­dur: Fo­sil ka­yıt­la­rı­nı de­tay­lı ola­rak in­ce­le­di­ği­miz­de, tür­ler ya da sı­nıf­lar se­vi­ye­sin­de ol­sun, sü­rek­li ola­rak ay­nı ger­çek­le kar­şı­la­şı­rız; ka­de­me­li ev­rim­le ge­li­şen de­ğil, ani­den yer­yü­zün­de olu­şan grup­lar gö­rü­rüz. (De­rek A. Ager, "The Na­tu­re of the Fos­sil Re­cord", Pro­ce­edings of the Bri­tish Ge­olo­gi­cal As­so­ci­ati­on, c. 87, 1976, s. 133)

Ya­ni fo­sil ka­yıt­la­rın­da, tüm can­lı tür­le­ri, ara­la­rın­da hiç­bir ge­çiş for­mu ol­ma­dan ek­sik­siz bi­çim­le­riy­le ani­den or­ta­ya çık­mak­ta­dır­lar. Bu, Dar­win'in ön­gö­rü­le­ri­nin tam ak­si­dir. Da­ha­sı, bu can­lı tür­le­ri­nin ya­ra­tıl­dık­la­rı­nı gös­te­ren çok güç­lü bir de­lil­dir. Çün­kü bir can­lı tü­rü­nün, ken­di­sin­den ev­rim­leş­ti­ği hiç­bir ata­sı ol­ma­dan, bir an­da ve ku­sur­suz ola­rak or­ta­ya çık­ma­sı­nın tek açık­la­ma­sı, o tü­rün ya­ra­tıl­mış ol­ma­sı­dır. Bu ger­çek, ün­lü ev­rim­ci bi­yo­log Do­ug­las Fu­tuy­ma ta­ra­fın­dan da ka­bul edi­lir:

Ya­ra­tı­lış ve ev­rim, ya­şa­yan can­lı­la­rın kö­ke­ni hak­kın­da ya­pı­la­bi­le­cek ye­ga­ne iki açık­la­ma­dır. Can­lı­lar dün­ya üze­rin­de ya ta­ma­men mü­kem­mel ve ek­sik­siz bir bi­çim­de or­ta­ya çık­mış­lar­dır ya da böy­le ol­ma­mış­tır. Eğer böy­le ol­ma­dıy­sa, bir de­ği­şim sü­re­ci sa­ye­sin­de ken­di­le­rin­den ön­ce var olan ba­zı can­lı tür­le­rin­den ev­rim­le­şe­rek mey­da­na gel­miş ol­ma­lı­dır­lar. Ama eğer ek­sik­siz ve mü­kem­mel bir bi­çim­de or­ta­ya çık­mış­lar­sa, o hal­de son­suz güç sa­hi­bi bir akıl ta­ra­fın­dan ya­ra­tıl­mış ol­ma­la­rı ge­re­kir. (Do­ug­las J. Fu­tuy­ma, Sci­en­ce on Tri­al, New York: Pant­he­on Bo­oks, 1983. s. 197)

Fo­sil­ler ise, can­lı­la­rın yer­yü­zün­de ek­sik­siz ve mü­kem­mel bir bi­çim­de or­ta­ya çık­tık­la­rı­nı gös­ter­mek­te­dir. Ya­ni "tür­le­rin kö­ke­ni", Dar­win'in san­dı­ğı­nın ak­si­ne, ev­rim de­ğil ya­ra­tı­lış­tır.

 

İn­sa­nın Ev­ri­mi Ma­sa­lı

Ev­rim te­ori­si­ni sa­vu­nan­la­rın en çok gün­de­me ge­tir­dik­le­ri ko­nu, in­sa­nın kö­ke­ni ko­nu­su­dur. Bu ko­nu­da­ki Dar­wi­nist id­dia, bu­gün ya­şa­yan mo­dern in­sa­nın may­mun­su bir­ta­kım ya­ra­tık­lar­dan gel­di­ği­ni var­sa­yar. 4-5 mil­yon yıl ön­ce baş­la­dı­ğı var­sa­yı­lan bu sü­reç­te, mo­dern in­san ile ata­la­rı ara­sın­da ba­zı "ara form"la­rın ya­şa­dı­ğı id­dia edi­lir. Ger­çek­te tü­müy­le ha­ya­li olan bu se­nar­yo­da dört te­mel "ka­te­go­ri" sa­yı­lır:

1- Aust­ra­lo­pit­he­cus

2- Ho­mo ha­bi­lis

3- Ho­mo erec­tus

4- Ho­mo sa­pi­ens

Ev­rim­ci­ler, in­san­la­rın söz­de ilk may­mun­su ata­la­rı­na "gü­ney may­mu­nu" an­la­mı­na ge­len "Aust­ra­lo­pit­he­cus" is­mi­ni ve­rir­ler. Bu can­lı­lar ger­çek­te so­yu tü­ken­miş bir may­mun tü­rün­den baş­ka bir şey de­ğil­dir. Lord Solly Zuc­ker­man ve Prof. Char­les Ox­nard gi­bi İn­gil­te­re ve ABD'den dün­ya­ca ün­lü iki ana­to­mis­tin Aust­ra­lo­pit­he­cus ör­nek­le­ri üze­rin­de yap­tık­la­rı çok ge­niş kap­sam­lı ça­lış­ma­lar, bu can­lı­la­rın sa­de­ce so­yu tü­ken­miş bir may­mun tü­rü­ne ait ol­duk­la­rı­nı ve in­san­lar­la hiç­bir ben­zer­lik ta­şı­ma­dık­la­rı­nı gös­ter­miş­tir. (Solly Zuc­ker­man, Be­yond The Ivory To­wer, New York: Top­lin­ger Pub­li­ca­ti­ons, 1970, s. 75-94; Char­les E. Ox­nard, "The Pla­ce of Aust­ra­lo­pit­he­ci­nes in Hu­man Evo­lu­ti­on: Gro­unds for Do­ubt", Na­tu­re, c. 258, s. 389)

Ev­rim­ci­ler in­san ev­ri­mi­nin bir son­ra­ki saf­ha­sı­nı da, "ho­mo" ya­ni in­san ola­rak sı­nıf­lan­dı­rır­lar. İd­di­aya gö­re ho­mo se­ri­sin­de­ki can­lı­lar, Aust­ra­lo­pit­he­cus­lar­'dan da­ha ge­liş­miş­ler­dir. Ev­rim­ci­ler, bu fark­lı can­lı­la­ra ait fo­sil­le­ri ar­dı ar­dı­na di­ze­rek ha­ya­li bir ev­rim şe­ma­sı oluş­tu­rur­lar. Bu şe­ma ha­ya­li­dir, çün­kü ger­çek­te bu fark­lı sı­nıf­la­rın ara­sın­da ev­rim­sel bir iliş­ki ol­du­ğu as­la is­pat­la­na­ma­mış­tır. Ev­rim te­ori­si­nin 20. yüz­yıl­da­ki en önem­li sa­vu­nu­cu­la­rın­dan bi­ri olan Ernst Mayr, "Ho­mo sa­pi­ens'e uza­nan zin­cir ger­çek­te ka­yıp­tır" di­ye­rek bu­nu ka­bul eder. (J. Ren­nie, "Dar­win's Cur­rent Bull­dog: Ernst Mayr", Sci­en­ti­fic Ame­ri­can, Ara­lık 1992)

Ev­rim­ci­ler "Aust­ra­lo­pit­he­cus > Ho­mo ha­bi­lis > Ho­mo erec­tus > Ho­mo sa­pi­ens" sı­ra­la­ma­sı­nı ya­zar­ken, bu tür­le­rin her bi­ri­nin, bir son­ra­ki­nin ata­sı ol­du­ğu iz­le­ni­mi­ni ve­rir­ler. Oy­sa pa­le­oant­ro­po­log­la­rın son bul­gu­la­rı, Aust­ra­lo­pit­he­cus, Ho­mo ha­bi­lis ve Ho­mo erec­tus'un dün­ya'nın fark­lı böl­ge­le­rin­de ay­nı dö­nem­ler­de ya­şa­dık­la­rı­nı gös­ter­mek­te­dir. (Alan Wal­ker, Sci­en­ce, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kel­so, Physi­cal Ant­ro­po­logy, 1. bas­kı, New York: J. B. Li­pin­cott Co., 1970, s. 221; M. D. Le­akey, Ol­du­vai Gor­ge, c. 3, Camb­rid­ge: Camb­rid­ge Uni­ver­sity Press, 1971, s. 272)

Da­ha­sı Ho­mo erec­tus sı­nıf­la­ma­sı­na ait in­san­la­rın bir bö­lü­mü çok mo­dern za­man­la­ra ka­dar ya­şa­mış­lar, Ho­mo sa­pi­ens ne­an­der­ta­len­sis ve Ho­mo sa­pi­ens sa­pi­ens (mo­dern in­san) ile ay­nı or­tam­da yan ya­na bu­lun­muş­lar­dır. (Ti­me, Ka­sım 1996)

Bu ise el­bet­te bu sı­nıf­la­rın bir­bir­le­ri­nin ata­la­rı ol­duk­la­rı id­di­ası­nın ge­çer­siz­li­ği­ni açık­ça or­ta­ya koy­mak­ta­dır. Har­vard Üni­ver­si­te­si pa­le­on­to­log­la­rın­dan Step­hen Jay Go­uld, ken­di­si de bir ev­rim­ci ol­ma­sı­na kar­şın, Dar­wi­nist te­ori­nin içi­ne gir­di­ği bu çık­ma­zı şöy­le açık­lar:

Eğer bir­bi­ri ile pa­ra­lel bir bi­çim­de ya­şa­yan üç fark­lı ho­mi­nid (in­sa­nım­sı) çiz­gi­si var­sa, o hal­de bi­zim soy ağa­cı­mı­za ne ol­du? Açık­tır ki, bun­la­rın bi­ri di­ğe­rin­den gel­miş ola­maz. Da­ha­sı, bi­ri di­ğe­riy­le kar­şı­laş­tı­rıl­dı­ğın­da ev­rim­sel bir ge­liş­me tren­di gös­ter­me­mek­te­dir­ler. (S. J. Go­uld, Na­tu­ral His­tory, c. 85, 1976, s. 30)

Kı­sa­ca­sı, med­ya­da ya da ders ki­tap­la­rın­da yer alan ha­ya­li bir­ ta­kım "ya­rı may­mun, ya­rı in­san" can­lı­la­rın çi­zim­le­riy­le, ya­ni sırf pro­pa­gan­da yo­luy­la ayak­ta tu­tul­ma­ya ça­lı­şı­lan in­sa­nın ev­ri­mi se­nar­yo­su, hiç­bir bi­lim­sel te­me­li ol­ma­yan bir ma­sal­dan iba­ret­tir. Bu ko­nu­yu uzun yıl­lar in­ce­le­yen, özel­lik­le Aust­ra­lo­pit­he­cus fo­sil­le­ri üze­rin­de 15 yıl araş­tır­ma ya­pan İn­gil­te­re'nin en ün­lü ve say­gın bi­lim adam­la­rın­dan Lord Solly Zuc­ker­man, bir ev­rim­ci ol­ma­sı­na rağ­men, or­ta­da may­mun­su can­lı­lar­dan in­sa­na uza­nan ger­çek bir soy ağa­cı ol­ma­dı­ğı so­nu­cu­na var­mış­tır.

Zuc­ker­man bir de il­ginç bir "bi­lim ska­la­sı" yap­mış­tır. Bi­lim­sel ola­rak ka­bul et­ti­ği bil­gi dal­la­rın­dan, bi­lim dı­şı ola­rak ka­bul et­ti­ği bil­gi dal­la­rı­na ka­dar bir yel­pa­ze oluş­tur­muş­tur. Zuc­ker­man'ın bu tab­lo­su­na gö­re en "bi­lim­sel" -ya­ni so­mut ve­ri­le­re da­ya­nan- bil­gi dal­la­rı kim­ya ve fi­zik­tir. Yel­pa­ze­de bun­lar­dan son­ra bi­yo­lo­ji bi­lim­le­ri, son­ra da sos­yal bi­lim­ler ge­lir. Yel­pa­ze­nin en ucun­da, ya­ni en "bi­lim dı­şı" sa­yı­lan kı­sım­da ise, Zuc­ker­man'a gö­re, te­le­pa­ti, al­tın­cı his gi­bi "du­yum öte­si al­gı­la­ma" kav­ram­la­rı ve bir de "in­sa­nın ev­ri­mi" var­dır! Zuc­ker­man, yel­pa­ze­nin bu ucu­nu şöy­le açık­lar:

Ob­jek­tif ger­çek­li­ğin ala­nın­dan çı­kıp da, bi­yo­lo­jik bi­lim ola­rak var­sa­yı­lan bu alan­la­ra -ya­ni du­yum öte­si al­gı­la­ma­ya ve in­sa­nın fo­sil ta­ri­hi­nin yo­rum­lan­ma­sı­na- gir­di­ği­miz­de, ev­rim te­ori­si­ne ina­nan bir kim­se için her­şe­yin müm­kün ol­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Öy­le ki te­ori­le­ri­ne ke­sin­lik­le ina­nan bu kim­se­le­rin çe­liş­ki­li ba­zı yar­gı­la­rı ay­nı an­da ka­bul et­me­le­ri bi­le müm­kün­dür. (Solly Zuc­ker­man, Be­yond The Ivory To­wer, New York: Top­lin­ger Pub­li­ca­ti­ons, 1970, s. 19)

İş­te in­sa­nın ev­ri­mi ma­sa­lı da, te­ori­le­ri­ne kö­rü kö­rü­ne ina­nan bir­ta­kım in­san­la­rın bul­duk­la­rı ba­zı fo­sil­le­ri ön yar­gı­lı bir bi­çim­de yo­rum­la­ma­la­rın­dan iba­ret­tir.

 

Dar­win For­mü­lü!

Şim­di­ye ka­dar ele al­dı­ğı­mız tüm tek­nik de­lil­le­rin ya­nın­da, is­ter­se­niz ev­rim­ci­le­rin na­sıl saç­ma bir ina­nı­şa sa­hip ol­duk­la­rı­nı bir de ço­cuk­la­rın bi­le an­la­ya­bi­le­ce­ği ka­dar açık bir ör­nek­le özet­le­ye­lim.

Ev­rim te­ori­si can­lı­lı­ğın te­sa­dü­fen oluş­tu­ğu­nu id­dia eder. Do­la­yı­sıy­la bu id­di­aya gö­re can­sız ve şu­ur­suz atom­lar bi­ra­ra­ya ge­le­rek ön­ce hüc­re­yi oluş­tur­muş­lar­dır ve son­ra­sın­da ay­nı atom­lar bir şe­kil­de di­ğer can­lı­la­rı ve in­sa­nı mey­da­na ge­tir­miş­ler­dir. Şim­di dü­şü­ne­lim; can­lı­lı­ğın ya­pı­ta­şı olan kar­bon, fos­for, azot, po­tas­yum gi­bi ele­ment­le­ri bi­ra­ra­ya ge­tir­di­ği­miz­de bir yı­ğın olu­şur. Bu atom yı­ğı­nı, han­gi iş­lem­den ge­çi­ri­lir­se ge­çi­ril­sin, tek bir can­lı oluş­tu­ra­maz. İs­ter­se­niz bu ko­nu­da bir "de­ney" ta­sar­la­ya­lım ve ev­rim­ci­le­rin as­lın­da sa­vun­duk­la­rı, ama yük­sek ses­le di­le ge­ti­re­me­dik­le­ri id­di­ayı on­lar adı­na "Dar­win For­mü­lü" adıy­la in­ce­le­ye­lim:

Ev­rim­ci­ler, çok sa­yı­da bü­yük va­ri­lin içi­ne can­lı­lı­ğın ya­pı­sın­da bu­lu­nan fos­for, azot, kar­bon, ok­si­jen, de­mir, mag­nez­yum gi­bi ele­ment­ler­den bol mik­tar­da koy­sun­lar. Hat­ta nor­mal şart­lar­da bu­lun­ma­yan an­cak bu ka­rı­şı­mın için­de bu­lun­ma­sı­nı ge­rek­li gör­dük­le­ri mal­ze­me­le­ri de bu va­ril­le­re ek­le­sin­ler. Ka­rı­şım­la­rın içi­ne, is­te­dik­le­ri ka­dar ami­no asit, is­te­dik­le­ri ka­dar da (bir te­ki­nin bi­le rast­lan­tı­sal oluş­ma ih­ti­ma­li 10-950 olan) pro­te­in dol­dur­sun­lar. Bu ka­rı­şım­la­ra is­te­dik­le­ri oran­da ısı ve nem ver­sin­ler. Bun­la­rı is­te­dik­le­ri ge­liş­miş ci­haz­lar­la ka­rış­tır­sın­lar. Va­ril­le­rin ba­şı­na da dün­ya­nın ön­de ge­len bi­lim adam­la­rı­nı koy­sun­lar. Bu uz­man­lar ba­ba­dan oğu­la, ku­şak­tan ku­şa­ğa ak­ta­ra­rak nö­bet­le­şe mil­yar­lar­ca, hat­ta tril­yon­lar­ca se­ne sü­rek­li va­ril­le­rin ba­şın­da bek­le­sin­ler. Bir can­lı­nın oluş­ma­sı için han­gi şart­la­rın var ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne ina­nı­lı­yor­sa hep­si­ni kul­lan­mak ser­best ol­sun. An­cak, ne ya­par­lar­sa yap­sın­lar o va­ril­ler­den ke­sin­lik­le bir can­lı çı­ka­rta­maz­lar. Zü­ra­fa­la­rı, as­lan­la­rı, arı­la­rı, ka­nar­ya­la­rı, bül­bül­le­ri, pa­pa­ğan­la­rı, at­la­rı, yu­nus­la­rı, gül­le­ri, or­ki­de­le­ri, zam­bak­la­rı, ka­ran­fil­le­ri, muz­la­rı, por­ta­kal­la­rı, el­ma­la­rı, hur­ma­la­rı, do­ma­tes­le­ri, ka­vun­la­rı, kar­puz­la­rı, in­cir­le­ri, zey­tin­le­ri, üzüm­le­ri, şef­ta­li­le­ri, ta­vus kuş­la­rı­nı, sü­lün­le­ri, renk renk ke­le­bek­le­ri ve bun­lar gi­bi mil­yon­lar­ca can­lı tü­rün­den hiç­bi­ri­ni oluş­tu­ra­maz­lar. De­ğil bu­ra­da bir­ka­çı­nı say­dı­ğı­mız bu can­lı var­lık­la­rı, bun­la­rın tek bir hüc­re­si­ni bi­le el­de ede­mez­ler.

Kı­sa­ca­sı, bi­linç­siz atom­lar bi­ra­ra­ya ge­le­rek hüc­re­yi oluş­tu­ra­maz­lar. Son­ra ye­ni bir ka­rar ve­re­rek bir hüc­re­yi iki­ye bö­lüp, son­ra art ar­da baş­ka ka­rar­lar alıp, elekt­ron mik­ros­ko­bu­nu bu­lan, son­ra ken­di hüc­re ya­pı­sı­nı bu mik­ros­kop al­tın­da iz­le­yen pro­fe­sör­le­ri oluş­tu­ra­maz­lar. Mad­de, an­cak Al­lah (cc)'ın üs­tün ya­rat­ma­sıy­la ha­yat bu­lur. Bu­nun ak­si­ni id­dia eden ev­rim te­ori­si ise, ak­la ta­ma­men ay­kı­rı bir saf­sa­ta­dır. Ev­rim­ci­le­rin or­ta­ya at­tı­ğı id­di­alar üze­rin­de bi­raz bi­le dü­şün­mek, üst­te­ki ör­nek­te ol­du­ğu gi­bi, bu ger­çe­ği açık­ça gös­te­rir.

 

Göz ve Ku­lak­ta­ki Tek­no­lo­ji

Ev­rim te­ori­si­nin ke­sin­lik­le açık­la­ma ge­ti­re­me­ye­ce­ği bir di­ğer ko­nu ise göz ve ku­lak­ta­ki üs­tün al­gı­la­ma ka­li­te­si­dir.

Göz­le il­gi­li ko­nu­ya geç­me­den ön­ce "Na­sıl gö­rü­rüz?" so­ru­su­na kı­sa­ca ce­vap ve­re­lim. Bir ci­sim­den ge­len ışın­lar, göz­de re­ti­na­ya ters ola­rak dü­şer. Bu ışın­lar, bu­ra­da­ki hüc­re­ler ta­ra­fın­dan elekt­rik sin­yal­le­ri­ne dö­nüş­tü­rü­lür ve bey­nin ar­ka kıs­mın­da­ki gör­me mer­ke­zi de­ni­len kü­çü­cük bir nok­ta­ya ula­şır. Bu elekt­rik sin­yal­le­ri bir di­zi iş­lem­den son­ra be­yin­de­ki bu mer­kez­de gö­rün­tü ola­rak al­gı­la­nır. Bu bil­gi­den son­ra şim­di dü­şü­ne­lim:

Be­yin ışı­ğa ka­pa­lı­dır. Ya­ni bey­nin içi kap­ka­ran­lık­tır, ışık bey­nin bu­lun­du­ğu ye­re ka­dar gi­re­mez. Gö­rün­tü mer­ke­zi de­ni­len yer kap­ka­ran­lık, ışı­ğın as­la ulaş­ma­dı­ğı, bel­ki de hiç kar­şı­laş­ma­dı­ğı­nız ka­dar ka­ran­lık bir yer­dir. An­cak siz bu zi­fi­ri ka­ran­lık­ta ışık­lı, pı­rıl pı­rıl bir dün­ya­yı sey­ret­mek­te­si­niz.

Üs­te­lik bu o ka­dar net ve ka­li­te­li bir gö­rün­tü­dür ki 21. yüz­yıl tek­no­lo­ji­si bi­le her tür­lü im­ka­na rağ­men bu net­li­ği sağ­la­ya­ma­mış­tır. Ör­ne­ğin şu an­da oku­du­ğu­nuz ki­ta­ba, ki­ta­bı tu­tan el­le­ri­ni­ze ba­kın, son­ra ba­şı­nı­zı kal­dı­rın ve çev­re­ni­ze ba­kın.

Şu an­da gör­dü­ğü­nüz net­lik­ ve ka­li­te­de­ki bu gö­rün­tü­yü baş­ka bir yer­de gör­dü­nüz mü? Bu ka­dar net bir gö­rün­tü­yü si­ze dün­ya­nın bir nu­ma­ra­lı te­le­viz­yon şir­ke­ti­nin üret­ti­ği en ge­liş­miş te­le­viz­yon ek­ra­nı da­hi ve­re­mez. 100 yıl­dır bin­ler­ce mü­hen­dis bu net­li­ğe ulaş­ma­ya ça­lış­mak­ta­dır. Bu­nun için fab­ri­ka­lar, dev te­sis­ler ku­rul­mak­ta, araş­tır­ma­lar ya­pıl­mak­ta, plan­lar ve ta­sa­rım­lar ge­liş­ti­ril­mek­te­dir. Yi­ne bir TV ek­ra­nı­na ba­kın, bir de şu an­da eli­niz­de tut­tu­ğu­nuz bu ki­ta­ba. Ara­da bü­yük bir net­lik ve ka­li­te far­kı ol­du­ğu­nu gö­re­cek­si­niz. Üs­te­lik, TV ek­ra­nı si­ze iki bo­yut­lu bir gö­rün­tü gös­te­rir, oy­sa siz üç bo­yut­lu, de­rin­lik­li bir pers­pek­ti­fi iz­le­mek­te­si­niz.

Uzun yıl­lar­dır on­ bin­ler­ce mü­hen­dis üç bo­yut­lu TV yap­ma­ya, gö­zün gör­me ka­li­te­si­ne ulaş­ma­ya ça­lış­mak­ta­dır­lar. Evet, üç bo­yut­lu bir te­le­viz­yon sis­te­mi ya­pa­bil­di­ler ama onu da göz­lük tak­ma­dan üç bo­yut­lu gör­mek müm­kün de­ğil, kal­dı ki bu su­ni bir üç bo­yut­tur. Ar­ka ta­raf da­ha bu­la­nık, ön ta­raf ise ka­ğıt­tan de­kor gi­bi du­rur. Hiç­bir za­man gö­zün gör­dü­ğü ka­dar net ve ka­li­te­li bir gö­rün­tü oluş­maz. Ka­me­ra­da da, te­le­viz­yon­da da mut­la­ka gö­rün­tü kay­bı mey­da­na ge­lir.

İş­te ev­rim­ci­ler, bu ka­li­te­li ve net gö­rün­tü­yü oluş­tu­ran me­ka­niz­ma­nın te­sa­dü­fen oluş­tu­ğu­nu id­dia et­mek­te­dir­ler. Şim­di bi­ri si­ze, oda­nız­da du­ran te­le­viz­yon te­sa­düf­ler so­nu­cun­da oluş­tu, atom­lar bi­ra­ra­ya gel­di­ ve bu gö­rün­tü oluş­tu­ran ale­ti mey­da­na ge­tir­di­ de­se ne dü­şü­nür­sü­nüz. Bin­ler­ce ki­şi­nin bi­ra­ra­ya ge­lip ya­pa­ma­dı­ğı­nı şu­ur­suz atom­lar na­sıl yap­sın?

Gö­zün gör­dü­ğün­den da­ha il­kel olan bir gö­rün­tü­yü oluş­tu­ran alet te­sa­dü­fen olu­şa­mı­yor­sa, gö­zün ve gö­zün gör­dü­ğü gö­rün­tü­nün de te­sa­dü­fen olu­şa­ma­ya­ca­ğı çok açık­tır. Ay­nı du­rum ku­lak için de ge­çer­li­dir. Dış ku­lak, çev­re­de­ki ses­le­ri ku­lak kep­çe­si va­sı­ta­sıy­la top­la­yıp or­ta ku­la­ğa ile­tir; or­ta ku­lak al­dı­ğı ses tit­re­şim­le­ri­ni güç­len­di­re­rek iç ku­la­ğa ak­ta­rır; iç ku­lak da bu tit­re­şim­le­ri elekt­rik sin­yal­le­ri­ne dö­nüş­tü­re­rek bey­ne gön­de­rir. Ay­nen gör­me­de ol­du­ğu gi­bi duy­ma iş­le­mi de be­yin­de­ki duy­ma mer­ke­zin­de ger­çek­le­şir.

Göz­de­ki du­rum ku­lak için de ge­çer­li­dir, ya­ni be­yin, ışık gi­bi se­se de ka­pa­lı­dır, ses ge­çir­mez. Do­la­yı­sıy­la dı­şa­rı­sı ne ka­dar gü­rül­tü­lü de ol­sa bey­nin içi ta­ma­men ses­siz­dir. Bu­na rağ­men en net ses­ler be­yin­de al­gı­la­nır. Ses ge­çir­me­yen bey­ni­niz­de bir or­kest­ra­nın sen­fo­ni­le­ri­ni din­ler­si­niz, ka­la­ba­lık bir or­ta­mın tüm gü­rül­tü­sü­nü du­yar­sı­nız. Ama o an­da has­sas bir ci­haz­la bey­ni­ni­zin için­de­ki ses dü­ze­yi öl­çül­se, bu­ra­da kes­kin bir ses­siz­li­ğin ha­kim ol­du­ğu gö­rü­le­cek­tir.

Net bir gö­rün­tü el­de ede­bil­mek ümi­diy­le tek­no­lo­ji na­sıl kul­la­nı­lı­yor­sa, ses için de ay­nı ça­ba­lar on­lar­ca yıl­dır sür­dü­rül­mek­te­dir. Ses ka­yıt ci­haz­la­rı, mü­zik set­le­ri, bir­çok elekt­ro­nik alet, se­si al­gı­la­yan mü­zik sis­tem­le­ri bu ça­lış­ma­lar­dan ba­zı­la­rı­dır. An­cak, tüm tek­no­lo­ji­ye, bu tek­no­lo­ji­de ça­lı­şan bin­ler­ce mü­hen­di­se ve uz­ma­na rağ­men ku­la­ğın oluş­tur­du­ğu net­lik ve ka­li­te­de bir se­se ula­şı­la­ma­mış­tır. En bü­yük mü­zik sis­te­mi şir­ke­ti­nin üret­ti­ği en ka­li­te­li mü­zik se­ti­ni dü­şü­nün. Se­si kay­det­ti­ğin­de mut­la­ka se­sin bir kıs­mı kay­bo­lur ve­ya az da ol­sa mut­la­ka pa­ra­zit olu­şur ve­ya mü­zik se­ti­ni aç­tı­ğı­nız­da da­ha mü­zik baş­la­ma­dan bir cı­zır­tı mut­la­ka du­yar­sı­nız. An­cak in­san vü­cu­dun­da­ki tek­no­lo­ji­nin ürü­nü olan ses­ler son de­re­ce net ve ku­sur­suz­dur. Bir in­san ku­la­ğı, hiç­bir za­man mü­zik se­tin­de ol­du­ğu gi­bi cı­zır­tı­lı ve­ya pa­ra­zit­li al­gı­la­maz; ses ne ise tam ve net bir bi­çim­de onu al­gı­lar. Bu du­rum, in­san ya­ra­tıl­dı­ğı gün­den bu ya­na böy­le­dir.

Şim­di­ye ka­dar in­sa­noğ­lu­nun yap­tı­ğı hiç­bir gö­rün­tü ve ses ci­ha­zı, göz ve ku­lak ka­dar has­sas ve ba­şa­rı­lı bi­rer al­gı­la­yı­cı ola­ma­mış­tır. An­cak gör­me ve işit­me ola­yın­da, tüm bun­la­rın öte­sin­de, çok bü­yük bir ger­çek da­ha var­dır.

 

Bey­nin İçin­de Gö­ren ve Du­yan Şu­ur Ki­me Ait­tir?

Bey­nin için­de, ışıl ışıl renk­li bir dün­ya­yı sey­re­den, sen­fo­ni­le­ri, kuş­la­rın cı­vıl­tı­la­rı­nı din­le­yen, gü­lü kok­la­yan kim­dir?

İn­sa­nın göz­le­rin­den, ku­lak­la­rın­dan, bur­nun­dan ge­len uya­rı­lar, elekt­rik sin­ya­li ola­rak bey­ne gi­der. Bi­yo­lo­ji, fiz­yo­lo­ji ve­ya bi­yo­kim­ya ki­tap­la­rın­da bu gö­rün­tü­nün be­yin­de na­sıl oluş­tu­ğu­na da­ir bir­çok de­tay okur­su­nuz. An­cak, bu ko­nu hak­kın­da­ki en önem­li ger­çe­ğe hiç­bir yer­de rast­la­ya­maz­sı­nız: Be­yin­de, bu elekt­rik sin­yal­le­ri­ni gö­rün­tü, ses, ko­ku ve his ola­rak al­gı­la­yan kim­dir? Bey­nin için­de gö­ze, ku­la­ğa, bur­na ih­ti­yaç duy­ma­dan tüm bun­la­rı al­gı­la­yan bir şu­ur bu­lun­mak­ta­dır. Bu şu­ur ki­me ait­tir. El­bet­te bu şu­ur bey­ni oluş­tu­ran si­nir­ler, yağ ta­ba­ka­sı ve si­nir hüc­re­le­ri­ne ait de­ğil­dir. İş­te bu yüz­den, her­şe­yin mad­de­den iba­ret ol­du­ğu­nu zan­ne­den Dar­wi­nist-ma­ter­ya­list­ler bu so­ru­la­ra hiç­bir ce­vap ve­re­me­mek­te­dir­ler. Çün­kü bu şu­ur, Al­lah (cc)'ın ya­rat­mış ol­du­ğu ruh­tur. Ruh, gö­rün­tü­yü sey­ret­mek için gö­ze, se­si duy­mak için ku­la­ğa ih­ti­yaç duy­maz. Bun­la­rın da öte­sin­de dü­şün­mek için bey­ne ih­ti­yaç duy­maz.

Bu açık ve il­mi ger­çe­ği oku­yan her in­sa­nın, bey­nin için­de­ki bir­kaç san­ti­met­re­küp­lük, kap­ka­ran­lık me­ka­na tüm ka­ina­tı üç bo­yut­lu, renk­li, göl­ge­li ve ışık­lı ola­rak sığ­dı­ran Yü­ce Al­lah (cc)'ı dü­şü­nüp, O'ndan kor­kup, O'na sı­ğın­ma­sı ge­re­kir.

 

Ma­ter­ya­list Bir İnanç

Bu­ra­ya ka­dar in­ce­le­dik­le­ri­miz, ev­rim te­ori­si­nin bi­lim­sel bul­gu­lar­la açık­ça çe­li­şen bir id­dia ol­du­ğu­nu gös­ter­mek­te­dir. Te­ori­nin ha­ya­tın kö­ke­ni hak­kın­da­ki id­di­ası bi­li­me ay­kı­rı­dır, öne sür­dü­ğü ev­rim me­ka­niz­ma­la­rı­nın hiç­bir ev­rim­leş­ti­ri­ci et­ki­si yok­tur ve fo­sil­ler te­ori­nin ge­rek­tir­di­ği ara form­la­rın ya­şa­ma­dık­la­rı­nı gös­ter­mek­te­dir. Bu du­rum­da, el­bet­te, ev­rim te­ori­si­nin bi­li­me ay­kı­rı bir dü­şün­ce ola­rak bir ke­na­ra atıl­ma­sı ge­re­kir. Ni­te­kim ta­rih bo­yun­ca dün­ya mer­kez­li ev­ren mo­de­li gi­bi pek çok dü­şün­ce, bi­li­min gün­de­min­den çı­ka­rıl­mış­tır. Ama ev­rim te­ori­si ıs­rar­la bi­li­min gün­de­min­de tu­tul­mak­ta­dır. Hat­ta ba­zı in­san­lar te­ori­nin eleş­ti­ril­me­si­ni "bi­li­me sal­dı­rı" ola­rak gös­ter­me­ye bi­le ça­lış­mak­ta­dır­lar. Pe­ki ne­den?..

Bu du­ru­mun ne­de­ni, ev­rim te­ori­si­nin ba­zı çev­re­ler için, ken­di­sin­den as­la vaz­ge­çi­le­me­ye­cek dog­ma­tik bir ina­nış olu­şu­dur. Bu çev­re­ler, ma­ter­ya­list fel­se­fe­ye kö­rü kö­rü­ne bağ­lı­dır­lar ve Dar­wi­nizm'i de do­ğa­ya ge­ti­ri­le­bi­le­cek ye­ga­ne ma­ter­ya­list açık­la­ma ol­du­ğu için be­nim­se­mek­te­dir­ler.

Ba­zen bu­nu açık­ça iti­raf da eder­ler. Har­vard Üni­ver­si­te­si'nden ün­lü bir ge­ne­tik­çi ve ay­nı za­man­da ön­de ge­len bir ev­rim­ci olan Ric­hard Le­won­tin, "ön­ce ma­ter­ya­list, son­ra bi­lim ada­mı" ol­du­ğu­nu şöy­le iti­raf et­mek­te­dir:

Bi­zim ma­ter­ya­liz­me bir inan­cı­mız var, 'a pri­ori' (ön­ce­den ka­bul edil­miş, doğ­ru var­sa­yıl­mış) bir inanç bu. Bi­zi dün­ya­ya ma­ter­ya­list bir açık­la­ma ge­tir­me­ye zor­la­yan şey, bi­li­min yön­tem­le­ri ve ku­ral­la­rı de­ğil. Ak­si­ne, ma­ter­ya­liz­me olan 'a pri­ori' bağ­lı­lı­ğı­mız ne­de­niy­le, dün­ya­ya ma­ter­ya­list bir açık­la­ma ge­ti­ren araş­tır­ma yön­tem­le­ri­ni ve kav­ram­la­rı kur­gu­lu­yo­ruz. Ma­ter­ya­lizm mut­lak doğ­ru ol­du­ğu­na gö­re de, İla­hi bir açık­la­ma­nın sah­ne­ye gir­me­si­ne izin ve­re­me­yiz. (Ric­hard Le­won­tin, "The De­mon-Ha­un­ted World", The New York Re­vi­ew of Bo­oks, 9 Ocak 1997, s.28)

Bu söz­ler, Dar­wi­nizm'in, ma­ter­ya­list fel­se­fe­ye bağ­lı­lık uğ­ru­na ya­şa­tı­lan bir dog­ma ol­du­ğu­nun açık ifa­de­le­ri­dir. Bu dog­ma, mad­de­den baş­ka hiç­bir var­lık ol­ma­dı­ğı­nı var­sa­yar. Bu ne­den­le de can­sız, bi­linç­siz mad­de­nin, ha­ya­tı ya­rat­tı­ğı­na ina­nır. Mil­yon­lar­ca fark­lı can­lı tü­rü­nün; ör­ne­ğin kuş­la­rın, ba­lık­la­rın, zü­ra­fa­la­rın, kap­lan­la­rın, bö­cek­le­rin, ağaç­la­rın, çi­çek­le­rin, ba­li­na­la­rın ve in­san­la­rın mad­de­nin ken­di için­de­ki et­ki­le­şim­ler­le, ya­ni ya­ğan yağ­mur­la, ça­kan şim­şek­le, can­sız mad­de­nin için­den oluş­tu­ğu­nu ka­bul eder. Ger­çek­te ise bu, hem ak­la hem bi­li­me ay­kı­rı bir ka­bul­dür. Ama Dar­wi­nist­ler ken­di de­yim­le­riy­le "İla­hi bir açık­la­ma­nın sah­ne­ye gir­me­me­si" için, bu ka­bu­lü sa­vun­ma­ya de­vam et­mek­te­dir­ler.

Can­lı­la­rın kö­ke­ni­ne ma­ter­ya­list bir ön yar­gı ile bak­ma­yan in­san­lar ise, şu açık ger­çe­ği gö­re­cek­ler­dir: Tüm can­lı­lar, üs­tün bir güç, bil­gi ve ak­la sa­hip olan bir Ya­ra­tı­cı­nın ese­ri­dir­ler. Ya­ra­tı­cı, tüm ev­re­ni yok­tan var eden, en ku­sur­suz bi­çim­de dü­zen­le­yen ve tüm can­lı­la­rı ya­ra­tıp şe­kil­len­di­ren Al­lah (cc)'tır.

 


Ev­rim Te­ori­si Dün­ya Ta­ri­hi­nin En Et­ki­li Bü­yü­sü­dür

Bu­ra­da şu­nu da be­lirt­mek ge­re­kir ki, ön­ yar­gı­sız, hiç­bir ide­olo­ji­nin et­ki­si al­tın­da kal­ma­dan, sa­de­ce ak­lı­nı ve man­tı­ğı­nı kul­la­nan her in­san, bi­lim ve me­de­ni­yet­ten uzak top­lum­la­rın hu­ra­fe­le­ri­ni an­dı­ran ev­rim te­ori­si­nin ina­nıl­ma­sı im­kan­sız bir id­dia ol­du­ğu­nu ko­lay­lık­la an­la­ya­cak­tır.

Yu­ka­rı­da da be­lir­til­di­ği gi­bi, ev­rim te­ori­si­ne ina­nan­lar, bü­yük bir va­ri­lin içi­ne bir­çok ato­mu, mo­le­kü­lü, can­sız mad­de­yi dol­du­ran ve bun­la­rın ka­rı­şı­mın­dan za­man için­de dü­şü­nen, ak­le­den, bu­luş­lar ya­pan pro­fe­sör­le­rin, üni­ver­si­te öğ­ren­ci­le­ri­nin, Eins­te­in, Hubb­le gi­bi bi­lim adam­la­rı­nın, Frank Si­nat­ra, Charl­ton Hes­ton gi­bi sa­nat­çı­la­rın, bu­nun ya­nı­ sı­ra cey­lan­la­rın, li­mon ağaç­la­rı­nın, ka­ran­fil­le­rin çı­ka­ca­ğı­na inan­mak­ta­dır­lar. Üs­te­lik, bu saç­ma id­di­aya ina­nan­lar bi­lim adam­la­rı, pro­fe­sör­ler, kül­tür­lü, eği­tim­li in­san­lar­dır. Bu ne­den­le ev­rim te­ori­si için "dün­ya ta­ri­hi­nin en bü­yük ve en et­ki­li bü­yü­sü" ifa­de­si­ni kul­lan­mak ye­rin­de ola­cak­tır. Çün­kü, dün­ya ta­ri­hin­de in­san­la­rın bu de­re­ce ak­lı­nı ba­şın­dan alan, akıl ve man­tık­la dü­şün­me­le­ri­ne im­kan ta­nı­ma­yan, göz­le­ri­nin önü­ne san­ki bir per­de çe­kip çok açık olan ger­çek­le­ri gör­me­le­ri­ne en­gel olan bir baş­ka inanç ve­ya id­dia da­ha yok­tur. Bu, Af­ri­ka­lı ba­zı ka­bi­le­le­rin to­tem­le­re, Se­be hal­kı­nın Gü­neş'e tap­ma­sın­dan, Hz. İb­ra­him'in kav­mi­nin el­le­ri ile yap­tık­la­rı put­la­ra, Hz. Mu­sa'nın kav­mi­nin al­tın­dan yap­tık­la­rı bu­za­ğı­ya tap­ma­la­rın­dan çok da­ha va­him ve akıl al­maz bir kör­lük­tür. Ger­çek­te bu du­rum, Al­lah (cc)'ın Ku­ran'da işa­ret et­ti­ği bir akıl­sız­lık­tır. Al­lah (cc), ba­zı in­san­la­rın an­la­yış­la­rı­nın ka­pa­na­ca­ğı­nı ve ger­çek­le­ri gör­mek­ten aciz du­ru­ma dü­şe­cek­le­ri­ni bir­çok aye­tin­de bil­dir­mek­te­dir. Bu ayet­ler­den ba­zı­la­rı şöy­le­dir:

 

Şüp­he­siz, in­kar eden­le­ri uyar­san da, uyar­ma­san da, on­lar için fark et­mez; inan­maz­lar. Al­lah, on­la­rın kalp­le­ri­ni ve ku­lak­la­rı­nı mü­hür­le­miş­tir; göz­le­ri­nin üze­rin­de per­de­ler var­dır. Ve bü­yük azap on­la­ra­dır. (Ba­ka­ra Su­re­si, 6-7)

 

…Kalp­le­ri var­dır bu­nun­la kav­ra­yıp-an­la­maz­lar, göz­le­ri var­dır bu­nun­la gör­mez­ler, ku­lak­la­rı var­dır bu­nun­la işit­mez­ler. Bun­lar hay­van­lar gi­bi­dir, hat­ta da­ha aşa­ğı­lık­tır­lar. İş­te bun­lar ga­fil olan­lar­dır. (Araf Su­re­si, 179)

 

Al­lah (cc) Hicr Su­re­si'nde ise, bu in­san­la­rın mu­ci­ze­ler gör­se­ler bi­le inan­ma­ya­cak ka­dar bü­yü­len­dik­le­ri­ni şöy­le bildirir:

 

On­la­rın üzer­le­ri­ne gök­yü­zün­den bir ka­pı aç­sak, or­dan yu­ka­rı yük­sel­se­ler de, mut­la­ka: "Göz­le­ri­miz dön­dü­rül­dü, bel­ki biz bü­yü­len­miş bir top­lu­lu­ğuz" di­ye­cek­ler­dir. (Hicr Su­re­si, 14-15)

 

Bu ka­dar ge­niş bir kit­le­nin üze­rin­de bu bü­yü­nün et­ki­li ol­ma­sı, in­san­la­rın ger­çek­ler­den bu ka­dar uzak tu­tul­ma­la­rı ve 150 yıl­dır bu bü­yü­nün bo­zul­ma­ma­sı ise, ke­li­me­ler­le an­la­tı­la­ma­ya­cak ka­dar hay­ret ve­ri­ci bir du­rum­dur. Çün­kü, bir ve­ya bir­kaç in­sa­nın im­kan­sız se­nar­yo­la­ra, saç­ma­lık ve man­tık­sız­lık­lar­la do­lu id­di­ala­ra inan­ma­la­rı an­la­şı­la­bi­lir. An­cak dün­ya­nın dört bir ya­nın­da­ki in­san­la­rın, şu­ur­suz ve can­sız atom­la­rın ani bir ka­rar­la bi­ra­ra­ya ge­lip; ola­ğa­nüs­tü bir or­ga­ni­zas­yon, di­sip­lin, akıl ve şu­ur gös­te­rip ku­sur­suz bir sis­tem­le iş­le­yen ev­re­ni, can­lı­lık için uy­gun olan her tür­lü özel­li­ğe sa­hip olan Dün­ya ge­ze­ge­ni­ni ve sa­yı­sız komp­leks sis­tem­le do­na­tıl­mış can­lı­la­rı mey­da­na ge­tir­di­ği­ne inan­ma­sı­nın, "bü­yü"den baş­ka bir açık­la­ma­sı yok­tur.

Ni­te­kim, Al­lah (cc) Ku­ran'da, in­kar­cı fel­se­fe­nin sa­vu­nu­cu­su olan ba­zı kim­se­le­rin, yap­tık­la­rı bü­yü­ler­le in­san­la­rı et­ki­le­dik­le­ri­ni Hz. Mu­sa ve Fi­ra­vun ara­sın­da ge­çen bir olay­la biz­le­re bil­dir­mek­te­dir. Hz. Mu­sa, Fi­ra­vun'a hak di­ni an­lat­tı­ğın­da, Fi­ra­vun Hz. Mu­sa'ya, ken­di "bil­gin bü­yü­cü­le­ri" ile in­san­la­rın top­lan­dı­ğı bir yer­de kar­şı­laş­ma­sı­nı söy­ler. Hz. Mu­sa, bü­yü­cü­ler­le kar­şı­laş­tı­ğın­da, bü­yü­cü­le­re ön­ce on­la­rın ma­ri­fet­le­ri­ni ser­gi­le­me­le­ri­ni em­re­der. Bu ola­yın an­la­tıl­dı­ğı ayet­ şöy­le­dir:

 

(Mu­sa:) "Siz atın" de­di. (Asa­la­rı­nı) atı­ve­rin­ce, in­san­la­rın göz­le­ri­ni bü­yü­le­yi­ver­di­ler, on­la­rı deh­şe­te dü­şür­dü­ler ve (or­ta­ya) bü­yük bir si­hir ge­tir­miş ol­du­lar. (Araf Su­re­si, 116)

 

Gö­rül­dü­ğü gi­bi Fi­ra­vun'un bü­yü­cü­le­ri yap­tık­la­rı "al­dat­ma­ca­lar"la -Hz. Mu­sa ve ona ina­nan­lar dı­şın­da- in­san­la­rın hep­si­ni bü­yü­le­ye­bil­miş­ler­dir. An­cak, on­la­rın at­tık­la­rı­na kar­şı­lık Hz. Mu­sa'nın or­ta­ya koy­du­ğu de­lil, on­la­rın bu bü­yü­sü­nü, Ku­ran'da­ki ifa­dey­le "uy­dur­duk­la­rı­nı yut­muş" ya­ni et­ki­siz kıl­mış­tır:

 

Biz de Mu­sa'ya: "Asa­nı fır­la­tı­ver" di­ye vah­yet­tik. (O da fır­la­tı­ve­rin­ce) bir de bak­tı­lar ki, o bü­tün uy­dur­duk­la­rı­nı der­le­yip-to­par­la­yıp yu­tu­yor. Böy­le­ce hak ye­ri­ni bul­du, on­la­rın bü­tün yap­mak­ta ol­duk­la­rı ge­çer­siz kal­dı. Ora­da ye­nil­miş ol­du­lar ve kü­çük düş­müş­ler ola­rak ters­yüz çev­ril­di­ler. (Araf Su­re­si, 117-119)

 

Ayet­ler­de de bil­di­ril­di­ği gi­bi, da­ha ön­ce in­san­la­rı bü­yü­le­ye­rek et­ki­le­yen bu ki­şi­le­rin yap­tık­la­rı­nın bir sah­te­kar­lık ol­du­ğu­nun an­la­şıl­ma­sı ile, söz­ ko­nu­su in­san­lar kü­çük düş­müş­ler­dir. Gü­nü­müz­de de bir bü­yü­nün et­ki­siy­le, bi­lim­sel­lik kı­lı­fı al­tın­da son de­re­ce saç­ma id­di­ala­ra ina­nan ve bun­la­rı sa­vun­ma­ya ha­yat­la­rı­nı ada­yan­lar, eğer bu id­di­alar­dan vaz­geç­mez­ler­se ger­çek­ler tam an­la­mıy­la açı­ğa çık­tı­ğın­da ve "bü­yü bo­zul­du­ğun­da" kü­çük du­ru­ma dü­şe­cek­ler­dir.

Ni­te­kim yak­la­şık 60 ya­şı­na ka­dar ev­ri­mi sa­vu­nan ve ate­ist bir fel­se­fe­ci olan, an­cak da­ha son­ra ger­çek­le­ri gö­ren Mal­colm Mug­ge­rid­ge ev­rim te­ori­si­nin ya­kın ge­le­cek­te dü­şe­ce­ği du­ru­mu şöy­le açık­la­mak­ta­dır:

Ben ken­dim, ev­rim te­ori­si­nin, özel­lik­le uy­gu­lan­dı­ğı alan­lar­da, ge­le­ce­ğin ta­rih ki­tap­la­rın­da­ki en bü­yük esp­ri mal­ze­me­le­rin­den bi­ri ola­ca­ğı­na ik­na ol­dum. Ge­le­cek ku­şak, bu ka­dar çü­rük ve be­lir­siz bir hi­po­te­zin ina­nıl­maz bir saf­lık­la ka­bul edil­me­si­ni hay­ret­le kar­şı­la­ya­cak­tır. (Mal­colm Mug­ge­rid­ge, The End of Chris­ten­dom, Grand Ra­pids: Eerd­mans, 1980, s.43)

Bu ge­le­cek, uzak­ta de­ğil­dir ak­si­ne çok ya­kın bir ge­le­cek­te in­san­lar "te­sa­düf­ler"in ilah ola­ma­ya­cak­la­rı­nı an­la­ya­cak­lar ve ev­rim te­ori­si dün­ya ta­ri­hi­nin en bü­yük al­dat­ma­ca­sı ve en şid­det­li bü­yü­sü ola­rak ta­nım­la­na­cak­tır. Bu şid­det­li bü­yü, bü­yük bir hız­la dün­ya­nın dört bir ya­nın­da in­san­la­rın üze­rin­den kalk­ma­ya baş­la­mış­tır. Ar­tık ev­rim al­dat­ma­ca­sı­nın sır­rı­nı öğ­re­nen bir­çok in­san, bu al­dat­ma­ca­ya na­sıl kan­dı­ğı­nı hay­ret ve şaş­kın­lık­la dü­şün­mek­te­dir.

 

 


 

 

Sünnet; Kuran'ın, son peygamber, alemlere rahmet, büyük ahlak sahibi, müminlere pek düşkün, onların sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen, iman edenlerin ağır yüklerini, üzerlerindeki taassup zincirlerini kaldıran, Allah (cc)'ın elçisi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)

tarafından yorumlanarak hayata geçirilmesidir.

Resulullah (sav), tüm insanlar için en güzel örnektir. Mümin, Resulullah (sav)'ın sünnetine bakar ve uygulamaları ondan öğrenir. Peygamberimiz (sav)'in tüm hayatında, en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve hassasiyet görülmektedir. Bu durum, Resulullah (sav)'ın ümmetine Kuran ile birlikte bir de "hikmet"i öğretmekte oluşunun bir sonucudur.

‹slam ancak sünnetle birlikte uygulanabilir. Kuran, ancak sünnetin yardımıyla ümmet tarafından tam olarak anlaşılıp hayata geçirilebilir. Sünnet ise, Resulullah (sav)'ın sahih hadislerinin toplanması ve sonra da büyük alimler tarafından yorumlanması ile oluşan Ehl-i Sünnet itikadıdır.

Bu kitapta Ehl-i Sünnet itikadının esasları anlatılarak, konunun önemi bir kere daha hatırlatılmaktadır. Unutulmamalıdır ki Sünnet-i Senniye'yi terk edenler büyük bir sevap kaybına uğrayacaklar, hesap gününde Resullullah (sav)'in şefaatinden de mahrum kalacaklardır.

 

 

 

YAZAR HAKKINDA

 

 

 Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.

Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 57 ayrı dile çevrilen yaklaşık 250 eseri, dünya çapında geniş

bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.

Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.

 

KALP HUZURU
 

ÂYET-I KERIME
 
"Ben insanlari ve cinleri ancak bana
kulluk etsinler diye yarattim."
(Zâriyat 55/56)
HADIS-I SERIF
 
Resulullah (sav):
"Kas cekenle cektirene
Allah Lanet etsin "
(Ebu Davud)
www.semerkand.com
 
Cok Güzel eserlerin yer aldigi bir site.
Kitap, cd, vcd, dvd, Alkolsüz Kosmetik ürünleri ve Alkolsüz Parfümler bulabileceginiz bir adres...

Semerkand kitaplari Almanya Satis Noktasi:
www.office15.eu
http://www.yolculariz.tr.gg/
 
KOMSU SITE
Bu site'de Canli radyo yayini yapilmakta.
Kuran-i Kerim dinleyebilirsiniz..
ve daha neler neler...
http://www.yolculariz.tr.gg/
 
Bugün 10 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol